top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Bir Başka Dönem

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

Dilek Karaaslan, Kemal Ateş'in Bir Başka Şehir adlı romanı üzerine yazdı: "Kitapta döneme ait birçok konuyla beraber, 1980 sonrası üniversitelerdeki tasfiye, kıyım, oluşturulan korku ve sindirme ortamı, cinsellik ve cinsel tercihlerdeki değişikliğin gözle görünür olması ana izleği oluşturuyor."


Dilek Karaaslan


Kemal Ateş, Kırşehir Kaman doğumlu, Ankara Üniversitesi, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Edebiyat Bölümü mezunu. Yüksek lisans tezini, Türk Romanında Yöre Diline Yöneliş ve Fakir Baykurt’un Dili konusu üzerine hazırladı. Doktorasını Türkçenin Eğitimi ve Öğretimi Anabilim Dalı’nda tamamladı. Edebiyat dünyasında gecekonduları anlatan roman ve öyküleriyle tanındı. Eserleri ile pek çok ödüle değer görüldü. Toprak Kovgunları isimli eseri, “Outcast of the Homeland” adıyla ABD’de yayımlandı. Bir Başka Şehir isimli romanı ise 2010 yılında İmge Kitabevi tarafından yayımlandı.



Kemal Ateş, Bir Başka Şehir’de bir anlatıcı ağzından, üçüncü şahıs diliyle ve di’li geçmiş zaman kipiyle anlatıyor hikâyesini. Bölüm başlangıçlarında çoğunlukla bilinç akışı ile başlayan ilk bir veya birkaç cümleden sonra anlatıcı (üçüncü şahıs) devreye giriyor ve di’li geçmiş zaman kipiyle devam ediyor. Yazar daha eski zamanları tarif ederken ise mişli geçmiş zamanı tercih ediyor. Metnin matematiği bu şekilde kuruluyor. Temiz, süslü olmayan akıcı bir üslupla devam eden roman, yazarın icat ettiği ya da var olan ama bizim bilmediğimiz yöresel sözcük ve fiillerle zenginleşiyor. Örneğin, cirtmek, keri, mukallit, ferik, vb. gibi.

Ana kahraman ya da karakterimiz Coşkun, köyden kente göçmüş, şehrin en dış çeperinde gecekondu bölgesinde yaşayan bir ailenin aksini istemesine rağmen okuyan tek çocuğudur. Ablaları ve ağabeyi okula gönderilmez. Coşkun türlü zorluklar ve yokluklar içinde okur ve akademisyen olur. Yine üniversiteden akademisyen bir genç kadınla evlenirler, bir kızları olur. Coşkun mutlu ve huzurludur. Zamanla aralarındaki kültürel ve duygusal uçurum büyüdükçe hâlâ gecekonduda oturan ve herkesin yavaşça terk ettiği bugün yakışıksız kaçan köy adetlerinin işlerine gelenlerini terk etmeyen ailesinden uzaklaşır. Babası, dedesi köydeki erkeklerin çoğu, çok eşlidir. Coşkun büyüyene dek gerek çok eşli dedesinin zalimliği gerekse babasının yoksulluğu, annesinin sevgisizliği nedeniyle ezilmiş, horlanmış, dayak yemiş, çoğu zaman aç kalmış, yemek bulduğunda bile doyasıya yiyememiştir. Coşkun’un mutlu yaşamı 1980 sonrası üniversitelerde yaşanan akademisyen kıyımıyla tekrar bozulur, kendi hakkı da yenir, yurt dışına gitme imkânı farklı siyasi görüşte olan dekan tarafından sudan sebeplerle elinde alınır. Hakkını aradığı o günlerde tanıştığı Selda ile sevgili olur. Genlerinden getirdiği çok eşlilik sendromu belki kendinde de vardır, zamanla bu Coşkun’un itiraf edemediği en büyük çelişkisi olur. Karısı Melike’yi de sever, Selda’yı da. Karısından ayrılmayı hiç düşünmez. Selda ona eşiyle yakalayamadığı bir cinsel uyum ve coşkuyu yaşatır. Neredeyse bunun bağımlısı olur. İki kadın birleşip Coşkun’u bütünlemektedir sanki. Selda ise oldukça varlıklı kocasından iki oğluna rağmen yerini alan genç bir kız nedeniyle boşanmak zorunda kalmış, aslında kendisi de kocasını aynı şekilde elde etmiş, gösterişli, güzel bir kadındır. Kocası oğulları ve yeni eşiyle birlikte İstanbul’a taşınır. Selda’nın maddi olarak hiçbir sorunu yoktur, eski kocası onun rahatça yaşamasını sağlayacak kaynağı eksiksiz temin etmeye devam eder. Yine de Selda zaman zaman kocasından ayrıldığı için pişmanlık duyar ve gel gitler yaşar. Birlikteliklerinin ikinci yılında Selda’nın hem kendisinde hem cinsel isteklerinde farklılaşma başlar, Coşkun bunu hisseder ama üzerinde durmaz. Yaşadıkları kısa süreli bir dargınlığın sonunda Selda Coşkun’u yeniden evine çağırır. Coşkun evdeyken çalan kapı zili üzerine eve ikinci bir erkeğin davet edildiğini ve Selda’nın her ikisiyle birlikte sevişme planı yaptığını fark edince evden neredeyse kaçar ve karşı binanın altındaki bir pastaneye sığınır. Hep korktuğu, kaçtığı çok eşlilik sendromu bu sefer de böyle mi tezahür edecektir? Bu hiç kabul edemeyeceği daha büyük bir çelişki ve çatışmadır. Merakı bir türlü oradan uzaklaşmasına izin vermez. Erkeğin portmantodaki dönemin zenginlerine özgü, deve tüyü kabanını ve kapı girişindeki ayakkabılarını görmüştür. O kılıkta bir adam (Bu palto öylesine biriciktir ki, apartmandan aynı paltoyu giyebilecek ikinci bir adamın çıkabileceğini düşünmez bile. O palto, hesapsız zenginleşmenin, yasa dışı işlere karışmanın, şaibeli ihalelerin, kurnazlığın, tuzakların simgesi gibidir. Coşkun’un pastanede oturduğu o zaman diliminde palto bir metafora dönüşür.) binadan çıkıncaya kadar orada bekleyecek ve gerçeği, yeni sevgilinin kimliğini öğrenecektir. Coşkun o pastanede oturduğu üç saat boyunca neredeyse hatırlayabildiği ilk çocukluk günlerine kadar geriye döner ve yaşadığı şimdiki ana gelene dek süren yaşamının muhasebesini yapar…


Yazar, hikâyesinde ana kurguyu pastanede oturan Coşkun karakterinin geçmişe gidişi üzerine kurguluyor. Coşkun, her bölümün sonunda pastaneye ve yaşadığı ana geri dönerek çay, kahve, kuru pasta bir şeyler ister, kürek kemikleri dışarı fırlamış sıska garsonla konuşur ve bize anda, günümüzde olduğunu hatırlatır. Yazar romanın matematiğini, bu dönüşler, mini çemberlerle okuru hikâyenin bütününden koparmadan, merak duygusunu diri tutarak, metne bağlı kalmasını sağlayarak kurmuş. Sonuna kadar da bu yapıya sadık kalmış. Okur ilgisini canlı tutabilmek için yazar pek çok kez güdücü örgelerden yararlanmış. Örneğin, (sayfa 46’da) Coşkun’un Selda’yı evine bırakmayı teklif etmesi ve teklifinin kabul edilmesi üzerine sevincini betimlemek üzere aktarılan cümle:

“Önündeki bütün resimlerin renkleri havai fişekler gibi patlayıp dağıldılar sanki, sonra birbirini arar gibi havada uçuştular, yeniden karışarak yeni bir tabloda başka renklere dönüştüler.”

Coşkun’un Selda’nın yüzünü ve saçlarını betimlediği bir başka güdücü örge örneği: “Gür saçlarından başlasa onu anlatmaya, alttaki tellerinin güzel yüzünü, üstteki tellerinin yuvarlak omuzlarını sarıp sarmaladığı gür saçlarını, yanaklarında iki ince dudak gibi duran gamzelerini, gülünce yüzünde bir sürü dudağın gülümsediğini anlatsa,” gibi.

Ateş, iki yüz elli sayfalık orta uzunlukta sayılabilecek bir roman yazmasına rağmen nedensellikten ayrılmadığı ve nesnelerin birliği prensiplerini izlediği için hikâye gereksiz yere uzamadığı gibi fazladan yazılmış bir paragraf dahi yok. Örneğin otuz birinci sayfayla başlayan asistan Umut Sayacı’nın işten çıkarılmasına dair yazılan paragraflar. Örnekleri arttırmak mümkün elbette.


1948 (çok partili yaşama geçişin etkilerinin görülmesinin) sonrası ile 1980 (askeri darbe) sonrası ülke çapında Sol’un tasfiyesi ile yaşananlar ve ülkenin bütünüyle bir panoramasını çizmek, kitabın ana izleği olarak özetlenebilir. Ayrıca, kadın erkek ilişkilerinde ve cinsellik anlayışındaki değişim, gecekondu gettolarında ve kent merkezlerindeki yaşamın değişimi gibi konular da yan izlekler olarak romanda yer buluyor.


Romana bütünüyle bir çatışma hikâyesi demek mümkün. Ana çatışması, çok partili dönemle birlikte iki kutba ayrılan Türkiye ve Türk insanı arasındaki çatışma olarak özetlenebilir. Ama aynı zamanda kısmen feodal diyebileceğimiz dönemlere dair hak, hukuk, sermaye çatışması, 1980 sonrası ve öncesi arasındaki temel hak ve özgürlüklerin kaybından doğan çatışma, Sağ, Sol çatışması, köyden kente göç nedeniyle oluşan köy-kentli yeni bir kültürel insan tipi ve beraberindeki kültürel çatışma, çocukluk, yetişkinlik çatışması, zengin, yoksul çatışması, değişen kadın erkek ilişkilerinden doğan çatışma, namus, ahlak vb., etik değerler çatışması, yeni yeni fark edilen ve görünür hale gelen cinsellik, cinsel tercih çatışması, Üniversitelerde 1980 sonrası yapılanan ve yönetime gelen dini kadrolar ile ilerici kadrolar arası çatışmaları da sayabiliriz. Aktarılan çatışmaların sertliği ve sayıca çokluğu, yazarın ana itkisinin, 80 sonrası dönemde her alanda yaşanan haksızlığı, adaletsizliği, yozlaşmayı dile getirmek, dönemim ülke panoramasına, insanına dair tarihe bir not ve kendi şahsi izini düşürmek olduğunu düşündürüyor.


Kısaca özetlenirse, yazar, 1948 ve 1980 sonrası, 1948 lerden (çok partili hayata geçişten /1946) yaşananlardan başlayarak roman boyunca keskin bir toplumsal çözümleme yapıyor aslında. Ülkenin sürüklendiği hızlı değişim, köylerdeki zor yaşam şartları, özellikle kırsaldan başlayarak ailelerin çocuk üzerindeki aşırı baskısı, çocuğun topluma katma değer sağlayacak yeni bir paydaş yetiştirme düşüncesiyle değil, tarlaya, bahçeye sürülecek bedava iş gücü ve ilave bir boğaz olarak görülmesi ve sonrasında o çocuklar büyüdükçe aile kavramının sorgulanmaya başlaması, köyden kente göç, çok evlilik/ kuma sorunu, gecekondu sorunu, gecekondu yaşamının oluşturduğu yeni bir kentli türü; ne köylü ne kentli, bir gözü kente bir gözü köye bakan şaşılığın getirdiği çarpık kültür, yozlaşma, köylerdeki saklı cinsel yaşam, kötülüğün inkârı (hayvanlara tecavüzün olağanlığı), değişen kadın erkek ilişkileri, banker faciası, 1980 sonrası üniversitelerdeki tasfiye, kıyım, oluşturulan korku ve sindirme ortamı, cinsellik ve cinsel tercihlerdeki değişikliğin gözle görünür olması, din kültürünün hızla toplum üzerindeki ağırlığını arttırmasına rağmen etik ve ahlak anlayışındaki olumsuz değişim ve siyasal İslam’ın ülkeye girişinin izlerini sürüyor. Bunlarla birlikte üniversitelerdeki jargonun hızla değişimini, (‘merhaba’ ya da ‘selam’ yerine ‘Selamınaleyküm’ vb. sözcüklerin girişini.) Sanatçıların, sanat veya işleri için değil kendileri için öne çıkma çabaları gibi o dönemin sosyal yaşamına dahil olan yeni çatışmaları da hikâye ediyor.


Son olarak kitabın içinde çok hoş metinler arası geçişlere ve göndermelere rastlıyoruz. Örneğin sayfa 129’da toplumun git gide kendi halindeki insanları bile canavarlaştırdığını anlatan öyküleri, normalde kendi halinde sessiz sakin balık olarak nitelediği ama Sait Faik’in aynı isimli öyküsünde canavarlaştırdığı Dülger Balığı ile özdeşleştiriyor. Yine anlatıcının bir duvarda gördüğünü aktardığı Asiye Nasıl Kurtulur filmi afişinden bahsetmesi, ekonomik gücü olmayan, kendi ayakları üzerinde duramayan kadınların o yıllarda nasıl hızla tüketilip yok edildiğine dair bir gönderme olarak okunabilir.


Bir Başka Şehir, dönemin gayri resmi tarihi olarak da okunabilecek çok keskin ve objektif bir sosyal gözlem olarak her kesimden okuyucuya hitap ediyor.


BİR BAŞKA ŞEHİR Kemal Ateş

İmge Yayınları, 2010

248 s.

Comments


bottom of page