top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıOylum Yılmaz

Fantastik edebiyatın içinden 'kaçış dersleri'

Fantastik edebiyat olmasaydı eğer; mitler, masallar, efsaneler… Özgür, gerçekten özgür bir edebiyattan da söz edemezdik… Çünkü hayal kurmak ne kadar özgürleştiriyorsa benliğimizi, fantezi de o ölçüde özgürlüğün peşindedir. Hayal kurmak ne denli uzaklaştırıyorsa bizi gerçeklerden ve hayattan, işte fantezi de ancak o denli kaçış edebiyatı yapıyor demektir. Oylum Yılmaz, fantastik edebiyatın içinden ‘kaçış dersleri’ni yazdı.

Fantastik edebiyata duyduğu ilgiyle Tzvetan Todorov’un “Fantastik” kitabını eline alanlar, kısa süre içinde ciddi bir hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü Todorov, yapısalcı bir yaklaşımla bu edebi türü incelerken, her şeyden öte onun alegorik ve şiirsel okumaya kapalı olduğunu belirler. Ve türü ortaya koyan ilk eserleri ele alır: Maupassant’ın, Henry James’in, Hoffmann’ın öyküleri, Balzac, Nerval gibi yazarların bu türe giren romanlarıdır bunlar ve günümüzün fantastik anlatılarıyla hiç ilgileri yoktur. Çalışmanın nihayetinde ise fantastik edebiyatın Kafka’yla birlikte bittiğini belirtir Todorov. Çünkü, fantastik anlatılar doğal bir olaydan yola çıkarak doğaüstüne varırken, Kafka (Dönüşüm’ü masaya yatırarak)doğaüstü bir olaydan yola çıkarak anlatı boyunca bu doğaüstü hali doğallaştırmıştır. Yani “türün sorunlaştırdığı karşıtlığı Kafka askıya almış” ve fantastiğe son vermiştir.

Oysa ki malumunuz, fantastik için her şey daha yeni başlıyordur. J.R.R. Tolkien “Yüzüklerin Efendisi”nde görkemle, Ursula LeGuin “Yerdeniz Beşlemesi”’nde zarafetle giriş yaparlar fantastik edebiyatın tam içine. Üstelik alegorik (her ne kadar Tolkien bunu reddetse de) ve şiirsel okumanın kapılarını açarlar türe. Yanlarında birisi daha var dır: Mervyn Peake. Bu eksantrik yazar, “Gormenghast Üçlemesi”yle fantezi edebiyata onun en lirik-satirik ürününü armağan eder. Fantastik kurgu ile bilimkurgu arasındaki sınırlar bellidir belli olmasına ama fantezinin tarihine göz atarken Frank Herbert’ın “Dune Serisi” ile Asimov’un “Vakıf Serisi” de içimizden geçer ister istemez. Özellikle Dune serisinde fantastik kurgunun izleri çok belirgindir. C.S. Lewis her ne kadar masal türüne daha çok yaklaşsa da “Narnia Günlükleri”yle, Anne McCafreyy “Pern Serisi” ile türün temelini atanlar arasında yer alırlar. 80’li yıllara geldiğimizde fantastik edebiyata Tery Prancet adının ve Disk Dünya kitaplarının damgasını vurduğunu görürüz. Son yıllarda ise Fantastik edebiyat okurlarının gönlüne iki büyük isim kazınacaktır: Robert Jordan ve George R.R.Martin… Jordan, dünya üzerindeki en uzun fantastik seriye imzasını atmıştır çünkü “Zaman Çarkı” ile ve George R.R. Martin Tolkien’le yarışacak denli bir fenomene dönüşmüştür “Buz ve Ateşin Şarkısı” ile. “Unutulmuş Diyarlar Serisi”nin yazarı R.A.Salvatore’nin, “Elenium Üçlemesi” ile David Eddings’in ve “Kralkatili Güncesi” ile Patrick Rothfuss’un isimlerini son yılların fantastik edebiyat hanesine yazmadan geçmememiz gerekir.

Fantastik, ama niçin?

Todorov’un yanılgıları ile yapısal çözümlemelerini bir yana bırakırsak, düşünürün fantastiğe dair belli bazı yargılarının günümüz anlatılarını da kapsayabildiğini görürüz. Ona göre fantastik, yazarın ve edebiyatın bir anlamda elini kolunu bağlayan iki tür sansür biçimini aşmıştır: Yazarın gerçekçi bir dille aşmayı başaramayacağı bazı izlekler doğaüstü anlatı yoluyla aşılır: Ensest, eşcinsellik, çoklu birleşme, ölüsevicilik, vampirizm ve aşırı şehvet gibi toplumsal olarak sansürlenmiş sen izlekleridir bunlar. Diğer bir sansür biçimi ise yazarın kendi kendine uyguladığı sansür biçimidir; yani ben izlekleri. Her türlü taşkınlık biçimi, şeytanın, karanlık tarafın hesabına yazıldığı sürece dile getirilebilir olur. “Doğaüstünün işlevi, yasanın kıskacından kurtararak metnin yasayı delmesini sağlamaktır”, Todorov’a göre.

Dolayısıyla hiç şüphesiz bir karşı çıkıştır fantastik edebiyat. Edebiyat zaten başlı başına bir muhalefet etme biçimiyse eğer, fantastik anlatı da onun en muhalif kollarından biridir. Hayal kurmak ne kadar özgürleştiriyorsa benliğimizi, fantezi de o ölçüde özgürlüğün peşindedir. Hayal kurmak ne denli uzaklaştırıyorsa bizi gerçeklerden ve hayattan işte fantezi de ancak o denli kaçış edebiyatı yapıyor demektir.

Düşünürün bir başka saptaması ise dile dairdir. Ona göre, “Doğaüstü, dilden kaynaklanır, aynı zamanda hem sonucu hem de bir kanıtıdır: Şeytanlar ve vampirler yalnızca sözcüklerden ibaret olmakla kalmaz; dil, aynı zamanda hiçbir zaman olmayanı, “doğaüstü” yü algılamamızı sağlar”. Öyleyse fantastik anlatıya karşı duyduğumuz yoğun ilginin sebeplerinden biri de açık seçik ortada demektir: En başta yarattığımız dilin doğasındadır, doğaüstü. Biz onu kim bilir belki de hiç olmayacak hikayelerimizi anlatabilmek için icat etmişizdir! O zaman fantastik anlatılardan kaçmak, onu kaçmakla suçlamak, edebiyatın kötü çocuğu ilan etmek niye?

Kim korkar ejderhalardan?

Ursula K. Le Guin, “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar” adı altında topladığı seçme yazılarından birinde bu sorunun cevabını incelikle verir. “Amerikalılar Ejderhalardan Niye Korkar?”, diye sorar önce ve sonra bu korkunun sadece Amerikalılara ait olmadığını, teknolojik olarak ilerlemiş tüm toplumların az ya da çok fanteziye karşı olduğunu belirler. Hatta sadece fanteziye değil, kurmacaya da karşıdırlar. LeGuin’e göre bunun temelinde püritenlik, çalışma ahlakı, her şeyden kar etme zihniyeti ve hatta cinsel eğilimlerimiz yatar. Daha doğrusu bugün dünyayı yöneten otuz yaşını geçmiş beyaz-erkeklerin eğilimleri… İş adamlarının dünyasında “Savaş ve Barış”ı da “Yüzüklerin Efendisi”ni de okumak -eğer bu edime bir eğitim ya da kendini geliştirme değeri yakıştırılmıyorsa- “iş” değildir. Ve dolayısıyla da bunları okuyanlar ya kendi içlerine kapanıyorlardır sapkın bir biçimde ya da kaçıyorlardır, tabii eğer bir edebiyat öğretmeni ya da eleştirmen falan değillerse. Le Guin, zamanımızın asıl kaçış edebiyatının “sahte gerçekçilik” olduğunu söyler. Bunun en başarılı örneğininse, “o bütünüyle gerçekdışı şaheseri, günlük borsa raporlarını okumaktır.” Oysa fantezi ile para birbirleriyle ters orantılı olarak gelişirler. Hayat anlayışınız sadece gündelik dertlerden, maddi başarılarınızdan ve iş, para, ev gibi onun türlü göstergelerinden ibaretse, bir hobbitin sihirli bir yüzüğü bir yanardağın derinliklerine atmak için gösterdiği çaba elbette ki sizi ilgilendirmez, tıpkı iktidara ve hırsa karşı gösterilen tüm insani çabaların ilgilendirmediği gibi… “Fantezi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fanteziden korkar. Fantezideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar.” Yerdeniz Beşlemesinin dördüncü kitabı Tehanu, yazarın bu görüşlerinin en etkileyici alegorisidir belki de. Başına kötü, çok kötü şeyler gelmiş bir kız çocuğunun etkileyici bir ejderhaya dönüşümünü anlattığı bu hikayede, ruhumuzdaki özgürlük arayışını, ejderhalar ve dolayısıyla olağanüstü anlatıyı yansılar Le Guin. Dünyanın cümle kötülüklerine karşın, içimizde yaşattığımız ejderhaları uyandırmaya çağırır gibidir bizleri…

Hal böyleyken, tüm bu korkulara ve toplumsal dışlamalara rağmen, fantezi anlatıya karşı çılgınlığa varan toplu ilginin kaynağında ciddi bir karşı çıkış olduğunu görmemek mümkün değil. Kimi eleştirmenler, bu karşı çıkışın temelinde artık tamamen çökmüş olan modernizm projesini görürler. Teorik olarak akıl çağıyla bağdaşan, bilime ve teknolojiye büyük bir inanç ve hayranlık besleyen insan zihni, tüm bunların kültürel karşılığı olan modernizmle uyum sağlayamamış, bu uyumsuzluk postmodernizmi doğurmuş ve bu doğum ise beraberinde kocaman ruhsal kara delikler yaratmıştır gönüllerimizde. Fantezi anlatılar, postmodern yaşamın kara delikleri içinde, gönlümüzü umutla dolduran, küçük, oyuncu ışık toplarıdır öyleyse.


Fantastik Edebiyatın Başyapıtları


Yüklerin Efendisi-En büyük kaçış destanı

İngiliz edebiyatı profesörü ve dilbilimci J.R.R. Tolkien’in, çocuklarına güzel bir masal yazmak için kalemi kağıdı ilk eline aldığı an, edebiyat tarihinde yepyeni bir dönemin açıldığı ana denk düşer. Bugün

kabul ettiğimiz anlamda fantastik edebiyatın kurucusudur Tolkien ve yine kabul etmek gerekirse henüz onun yapıtını gölgede bırakacak, onu aşacak bir eser verilmemiştir. Ama açılan yol öylesine geniş öylesine zengindir ki, pek çok farklı bakış açısını, türü kucaklar ister istemez. Tolkien’in Hobbit’le başlayıp Yüzüklerin Efendi’siyle süren, Silmarillon ve Güç Yüzüklerine Dair adlı kitaplarıyla derinleşen anlatısının en belirleyici özelliklerinden biri, normal bir dünyada baş gösteren olağanüstülükleri anlatmak yerine tamamen olağanüstü bir dünyaya ve o dünyada geçen olaylara dair olmasıdır. Günümüzde fantastik anlatıları tanımlamak için konulmuş genel geçer bir kural haline gelen bu özellik yine bugün bize pek sıra dışı gelmese de eserin yayımlandığı 1950’li yıllar için kendi çapında bir sansasyon anlamına da gelir. Yapıtın ikinci başat özelliği ise insanı bir “tür” olarak ele alması ve hikaye içinde ona ikincil hatta daha da aşağı sıralarda bir yerlerde yer vermesidir. Yüzüklerin Efendisi’nin başkahramanları tartışmasız hobbitler ve Orta Dünya’yı terk ettikleri için hüzünlendiğimiz elflerdir. Tolkien, insanı, “türlerden, bir tür” olarak ele alırken, varoluşumuzdan bu yana aklımızı ve yüreğimizi kurcalayan, evrendeki başka akıllı varlıklara olan özlemimizi, ihtiyacımızı vurgular. Diğer yandan da “dünya sadece bize ait değil” düşüncesine yönlendirir okurlarını. Yüzüklerin Efendisi, güce ve iktidara karşı verilen büyük bir savaşımın hikayesidir. Yazarına göre ise başlı başına bir tarih kitabıdır. Yazımı on yedi yıl süren, yazarının ölümüyle yarım kalan Orta Dünya tarihi… Lehçeleriyle birlikte kendine ait dilleri, koskocaman bir tarihi, kendine özgü türleri olan, tıpkı bizim yaşadığımız dünya gibi karmaşık ve zorlu bir yerdir Orta Dünya ve Yüzüklerin Efendisi Orta Dünya’da geçen en dramatik, en görkemli epik hikayedir. Fedakarlık ve dostluk, doğa sevgisi ve barış üzerine yazılmış bir yolculuk, bir büyüme hikayesi.

Tolkien, kovuğunda oturan basit bir hobbitin 111’inci yaşgünü kutlamasının hazırlıklarını anlatmaya başladığı daha ilk anda, belki de romanın daha ilk satırında, bize büyük, tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük bir hikayenin içinde olduğumuzu sezdirir. Bu sezdiriş, roman ilerledikçe artarak devam eder, heyecanımıza heyecan katar. En şahanesi ise yazarın bizi bir kere bile hayal kırıklığına uğratmayacak olmasıdır. Hikayenin hiçbir yerinden eli boş dönmeyiz ve belki de yüz milyonlarca insan sırf bu sebepten Yüzüklerin Efendisi’ni böylesine çok severiz. Boşluk kelimesi, Tolkien’in literatüründe yok gibidir. Bir büyücünün her zaman tam vaktinde olması gereken yerde olduğunu, her altının parlamadığını ve her gezginin yolunu yitirmediğini çok iyi biliriz.

Narnia Günlükleri-Olmayan ülkede büyüme savaşı


C.S.Lewis, Yüzüklerin Efendisi ile aynı yıllarda kaleme alır Narnia Günlükleri’ni. Onun Tolkien’le iyi arkadaş olduğunu ve iki yazarın sık sık bir araya gelerek görüşlerini paylaştıklarını biliyoruz. Narnia Günlükleri, özellikle kahramanlarının çocuk olması ve kurgusu itibariyle fantezi bir hikayeden çok masal türüne yaklaşsa da fantastik kurgu olarak kabul edilir. Kahramanlarımız Narnia’ya gerçek dünyanın içinden geçtikleri gizli bir kapı aracılığıyla girerler. Burası, kötü bir hükümdarın emrinde, halkının tarihini unuttuğu bir ülkedir… Kahramanlarımızın kötülükle yüzleşip, tamamen kurtarmakla yükümlü oldukları büyüleyici, içimizdeki o yok ülke ve bu yok ülkede geçen masalsı, kendin özgü bir büyüme hikayesidir bizleri bekleyen.

Yazıldığı dönem ve üslubu göz önüne alındığında Narnia Günlükleri’nin türün temelini atan eserlerden biri olduğu kabul edilir. Bu kabul edişte hikayenin bugün bile hala çok sevilip okunmasının da önemli bir rolü olduğunu söyleyebilirim.

Yerdeniz-Yeryüzüne bir zarif dokunuş

Ursula K.LeGuin, bir üçleme olarak tasarladığı, zaman içinde altı kitaba ulaştırdığı Yerdeniz serisini 1960’lı yılların sonunda yayımlar. Fantezi hikayelerinin hala bir edebiyat türü olup olamayacağının tartışıldığı bu yıllarda Yerdeniz Büyücüsü edebiyat çevrelerine verilmiş, lafı gediğine oturtan etkili bir yanıt olur. Üstelik dili öyle etkileyici bir biçimde kullanmıştır ki yazar, türün saygınlık derecesini o zamana dek görülmemiş bir biçimde yükseltmiştir. Yerdeniz’in öyküsü fantastik edebiyatın klasik kurgusu olan kahramanın epik yolculuğu temeline oturur. Yazarın deyişiyle ‘yolculuk üzerine uzun helezon biçiminde bir kurgu’… Efsanevi kahramanımız genç büyücü Ged’in olgunlaşma yolculuğunun hikayesinde, onun üzerinde yaşadığı adalardan mürekkep Yerdeniz dünyasını ada ada tanımaya başlarız ilkin. Zira tanımak önemlidir çünkü, LeGuin bu fantastik öykünün merkezine isimlendirme dediği şeyi koymuştur. İsimlendirme, Yerdeniz dünyasındaki büyü sanatının temelinde yatan unsurdur. Yerdeniz dünyasının büyücüleri kişilerin, hayvanların, bitkilerin ve nesnelerin gerçek isimlerini bildikleri zaman büyü yapabilirler ancak. Büyü, bir anlamda tanımak, bilmek, daha doğrusunu söylemek gerekirse ‘bilgi’ demektir. LeGuin anlatısı boyunca bilginin gücünü vurgulamaktan vazgeçmez. Diğer yandan da dil ve gerçeklik ilişkisini, dilin aynı anda hem hapsedici hem de özgürleştirici tavrını sorgular ustalıkla.

Ejderhaların ve büyünün özel bir yeri vardır Yerdeniz serisinde. Ejderhalar, olgun, güçlü, bilge yaratıklar olarak karşımıza çıkarlar ve işte tam da bu nedenle kayıptırlar. Ruhumuzun ta en gerilerine sürgün ettiğimiz, “öteki”leştirdiğimiz yanlarımızın birer temsilcisi gibidirler. Büyücülük ise bir anlamda sanatçılık demektir. Bu bağlamda LeGuin, Yerdeniz serisinin sanat, yani yaratıcı tecrübe ve yaratıcı süreç üzerine olduğunu söyler. Ancak bu temel izleklerin yanı sıra Yerdeniz’in her kitabı ayrı ayrı izlekler üzerine kuruludur. Yerdeniz Büyücüsü, büyümek üzerinedir; Atuan Mezarları, cinsellik ve cinsel kimliğini bulma savaşına dair yazılmıştır; En Uzak Sahil ölümü, Tehanu, kötülüğü ve o kötülükle yüzleşebilmeyi, Öteki Rüzgar ise, hayat/ölüm/yeniden doğum döngüsünü anlatır. Olur da Ged geri gelmezse eğer, yaşam hiç var olmamış demektir ve kanımca fantastik edebiyat da öyle!


Gormenghast Üçlemesi-Tartışmasız özgün

Edebiyat dünyasının en gizemli, en eksantrik ve belki de en kadri kıymeti bilinmemiş kalemlerinden biri olan Mervyn Peake’in elinden çıkma Gormenghast Üçlemesi için; kimileri fantastik edebiyatın gelmiş geçmiş en iyi yapıtlarından biri olduğunu, kimileri onun gotik yazın kategorisine sokulması gerektiğini, kimileri eserin kategori dışı kabul edildiğini, çoğunluk ise fantastik edebiyatın tahtına oturmada Yüzüklerin Efendisi dışındaki tek aday olabileceğini söyler. Hepsi temelde haklıdır aslında. Zira Gormenghast bu yargıların aynı anda hem hepsi hem hiçbiridir çünkü. Ve işte tam bu noktada elimizde ve aklımızda yapıta dair tek bir şey kalacaktır: Yapıtın tartışmasız özgünlüğü.

Üçlemenin iki kahramanı vardır: Steerpike ve Titus. Steerpike, ahçı yamaklığından Gormenghast şatosunu ele geçirmeye dek yükselecek, hırslı, hasis ve bir o kadar şahane bir anti-kahramandır. O Gormenghast’ı içten içe yıkmaya ve fethetmeye koyulduğunda karşımıza Gorgmenhast tarafından yutulmuş nice tuhaf karakter çıkacaktır. Titus ise, binlerce yıldır hüküm süren bir hanedanın tek varisi ve şatodan, tüm o geleneklerden kurtulup dış dünyayı tanımaya can atmaktadır. Bu iki kahramanın, üçleme boyunca sürecek gerilimi arasında gözlerimizin önünde tekrar tekrar tek bir şey yükselir: Gormenghast, “eklemli surların yumrukları arasından parçalanmış bir parmak gibi yükselen ve saygısızca göğe işaret eden” o şato. Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir diyarda var oluşunu sadece ve sadece kendisini bilmekle bulan bir şato… Nereden çıktıkları bile bin yıllar önce unutulmuş gelenekler ve adetlerle ayakta duran; kendini, içinde yaşayan belki de yarı-deli tüm karakterleri, delicesine ciddiye alan…

Anthony Burges’e göre üçlemenin anlatımı, eski pagan hikayelerine yakındır. Ölen ritüel ustası, çıkagelen kahraman, şato, hizmetçiler koridoru, dağ, göl, çarpık ağaçlar, tuhaf yaratıklar, önseziler ve karanlık… Bunların hepsi tarih öncesi bir Avrupa’ya aittir. Üçlemeye hem bu bağlamda, hem de yazarın kullandığı son derece görkemli dilin etkisiyle epik terimini yakıştırabiliriz.

Sözün kısası, diğer fantastik serilerden okuyucu kitlesinin azlığıyla da ayrılan Gormenghast Üçlemesi, hem fantastik kurgunun hem de modern edebiyatın tartışmasız klasiklerinden biri. Ayrıca, Dost Körpe tarafından Türkçeleştirilmiş eserin çevirisi de ne mutlu ki Yüzüklerin Efendisi ile Yerdeniz serisinin çevirisi kadar etkileyici.

Diskdünya Serisi-Fantezi bir şaka olsa!

Yaşam ve ölüm, tanrı ve öteki dünya üzerine yazılmış, bu kavramları mizahi bir dille sorgulayan, “komik” yanı ağır basan farklı bir fantastik seridir Terry Pratchett’in Diskdünya’sı. Yazar, komik ve sakar büyücü kahramanıyla asil duruşlu, vakur ve bilge büyücü imgesini bir güzel kırar zihinlerimizde. Ve kimilerine göre, daha önce fantezide görülmemiş bir şekilde, Shakespearevari bir yergi ustalığı gösterir seri boyunca.

Disk dünya, bir kaplumbağanın sırtında uzayda yol alan, dümdüz bir dünyadır. Yazarının deyişiyle “bir dünya ve tüm dünyaların aynası”. Günümüzün mega-metropollerine; hırsızları, fahişeleri, karanlık sokakları, hiç oturmamış altyapısı ve iç bulandırıcı tüm mezbelelikleriyle pek benzeyen, Diskdünya’nın baş mekanı Ankh-Morpork ekseninde etkileyici bir sistem eleştirisi yapar Pratchett. Yazarın keskin dilinden ürün verdiği edebiyat türünün kendisi de nasibini alır. Pratchett, fantastik kurgunun trajedinin ve destanların içinden çekip çıkararak yeniden yarattığı kılıç ve kral mitlerini yerden yere vurmaktadır. Ve bu bağlamda Diskdünya serisi aracılığıyla, fantastik kurgu içinde oldukça farklı bir kapı açmıştır.

Ejderha Mızrağı Destanı-Hiç durmaksızın büyüyen bir destan

“Kahinin Gülü”, “Karakılıç”, “Ölüm Kapısı” serileriyle de tanıdığımız fantastik anlatının efsanevi ikilisi Margaret Weis ve Tracy Hickman’ın en önemli serisidir “Ejderha Mızrağı”. Krynn adlı dünyanın Ansalon kıtasında geçen ve edebi olarak o kadar da güçlü olmayan bu anlatının önemi hiç durmaksızın büyümesinde yatar. Şöyle ki, Weis ve Hickman bu seri için öncelikle üç ana kitap yazmışlardır (Güz Alacakaranlığının Ejderhaları, Kış Gecesi Ejderhaları, İlkbahar Şafağı Ejderhaları), ancak yarattıkları dünya o kadar sevilip benimsenmiştir ki hem kendileri hem de pek çok farklı yazar bu dünyada geçen çeşitli hikayeler kaleme almışlar ve almaya da devam ediyorlar. Ejderha Mızrağı adı altında seriler serileri, tarihçeler tarihçeleri kovalıyor. Ve Ansalon hep yaşıyor.

Ejderha Mızrağı serisinde son durum: İngilizcede basılmış tam 190 kitap!

Zaman Çarkı-Bırakın Ejder bir kez daha zamanın rüzgarlarına binsin!

Yazarı Robert Jordan’ın 2007 yılındaki ölümüyle 11. ciltte kalan, dünya üzerindeki en uzun fantastik serilerden biri: Zaman Çarkı. Ama hayranları ve takipçileri zaten biliyordur, Jordan’ın tamamlayamadığı serinin son cildi (ki onun da üç kitaptan oluşacağı ilan edildi), yazarın notları eşliğinde Brandon Sanderson tarafından tamamına erdirildi. Bu bağlamda elimizde Zaman Çarkı serisinin 12. Kitabı: Fırtına Toplanıyor var.

Zaman Çarkı dünyasında Tanrı ve tanrı kavramı yoktur. Çark dünyanın ve üzerinde yaşayanların kaderlerini dilediği gibi dokur. Bizler bu olağanüstü dünyayı “Yenidendoğan ejder”in yeniden doğduğu zamandan itibaren tanımaya başlarız. Roman başlar başlamaz anlarız ki İki Nehir adı verilen yerde basit bir çiftçi ailesinin oğlu olarak dünyaya gelen, koyun çobanlığı yapan kahramanımız Rand Al’Thor’un kaderi, çarkın dokuduğu desenler arasında belki de en görkemlisi olacaktır. Zira o Zaman Çarkı dünyasında yüzyıllardır beklenen, kehanetlerde dillendirilen “Yenidendoğan Ejder”in ta kendisidir. Rand’ın ondan önce dünyaya gelen, Karanlık Varlık’la yaptığı savaşın sonucunda gücün eril yarısını lekeleyen ve yeryüzünü kaosa teslim eden bir önceki “ejder”in başarısızlığına uğramaması mümkün müdür? Gücün temiz dişil yanını kullanan Aes Sedailer’den birisi tarafından bulunan ve kaderine yönlendirilen Rand’ın yolculuğuna İki Nehir’den dört arkadaşı daha katılacaktır ve bu beş toy insan Karanlık Varlıkla yapılacak Son Savaş da dahil olmak üzere insanlığın kaderini etkileyen önemli görevlerde bulunacaklardır.

Zaman Çarkı, liderlik, siyaset, savaş, hırs, entrika üzerine yazılmış bir eser, dünya üzerinde hala hüküm süren ataerkil, savaşçı politikaları tıpkı bizimkine benzer bir dünya yaratarak eleştirir Jordan. Anlatının kahramanları iyi bir siyasi mücadele kurguladıkları ölçüde başarılı olurlar. Ancak başarının bedeli kendine ve sevdiklerine yabancılaşmakla ödüllendirilir ne yazık ki. Kişinin kendini tanıması, içindeki zayıflıkla da güçle de yüzleşmesi gerekliliğinin altını çizer gibidir yazarımız. Rand, hem dünyanın kurtarıcısı hem yıkıcısı olarak beklenir. Açık ki, Jordan gücün erkeklikle birleşiminden savaş ve yıkım, kadınlıkla birleşiminden siyaset, entrika ve bir parça da bilgelik öngörmektedir.

Buz ve Ateşin Şarkısı: Kış geliyor, ateşin şarkısı başlıyor


Edebi lezzeti, dilinin yapısıyla değil elbette; ama kurgusu, ama zekası, ama ateşinin tüm dünya okurlarını sarmasıyla bugün Tolkien’le yarışacak hale gelmiş bir yazar George R.R. Martin. Tuhaftır ki aslında o kadar fantastik bile değildir “Buz ve Ateşin Şarkısı”. Ancak hikayenin her an fantastik olma ihtimali, yazarın kahramanlar yaratmakta ve onları alaşağı etme konusundaki başarısı, nihayetinde de günümüz insanının taptığı entrikasal zeka “Taht Oyunları” adı altında televizyon uyarlaması da çekilen serinin gerçek anlamda bir fenomene dönüşmesini sağlar. Evet, hikayenin fantastiğe kayarmış gibi yapmasını severiz daha çok ve gerçeğin çoğu zaman olağanüstü gibi; olağanüstü dediğimizin ise yine çoğu zaman gerçekten daha gerçek gibi görünmesini… Westeros’a kış gelsin, içimizi ateşler alsın, George R.R. Martin, her satırda fantastiğe damgasını vuran “kahramanın yolculuğu” izleğini darmadağın etsin, bizi hiç bırakmasın, yazsın yazsın…

Comments