top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Benim için aslolan yazmak. İhtiyaçtan öte bir şey, varlığımın tamamlayıcı unsuru."



Mahir Ünsal Eriş


Litera henüz bir fikirken, her aya bir “Ayın Yazarı” dosyası hazırlamak düşüncesiyle çok heyecanlandık. İlk yazarımızın Ayfer Tunç olmasını ben önerdim. Arkadaşlarım da büyük bir mutlulukla kabul ettiler. Etmeselerdi de ısrarcı olmaya çok hazırdım. Çünkü Ayfer Tunç’a duyduğum hayranlığı herkes bilir ve kendi evim olarak gördüğüm bu yeni mecrada, röportaj yaptığım ilk ismin Ayfer Tunç olması bu açıdan benim için önemliydi. Kendisi bu ricamı kabul etmekle beni onurlandırdı. Ben Ayfer Tunç’a, kulağa belki bencilce gelecek ama, yalnızca kendi merak ettiklerimi sordum. Yazarlık macerasını, yazmayla kurduğu ilişkiyi, yazma pratiklerini merak ediyordum. Öte yandan, katılıp katılmadığımdan bağımsız, ona yönelik kimi eleştirileri de paylaştım. O bunları da açık yüreklilikle cevapladı. Benim için keyifli, heyecanlı ve unutulmayacak bir söyleşi deneyimi oldu. Bir hata, bir kabahat olduysa o yalnızca bana aittir. Ayfer Tunç’a teşekkür ediyorum. Onunla aynı dili, aynı çağı, hatta aynı rafları paylaştığım için duyduğum sevinç ve onur tarifsizdir.




- Yazar olacağınızı biliyor muydunuz? Bu bir hayal miydi yoksa ihtiyaç mı? Tam olarak hangi noktada anladınız mesela?


- Benim yazmaya başlamam tam bir “sanat hayatıma çok küçük yaşlarda başladım” klişesidir. Okumayı öğrenince yazmaya başladım. 70’lerin başında, “yarım yüzyıl” önce. Hikayeleri ve evde olmayı çok seviyordum, bu nedenle okul dışındaki zamanımı evde kitap okuyarak geçiriyordum. Çocukça bir taklit arzusunun dışavurumu olarak ben de yazabilirim dedim ve ilkokul ikide bir roman yazmaya başladım. Müthiş zevk alıyordum yazmaktan, sokaktaki bütün oyunlardan çok daha fazla. Okuduğum kitapları birilerinin yazdığı bilincine sahip değildim o zamanlar, kitaplar sanki insan eli değmeden üretilmiş nesnelerdi, kimin yazdığıyla ilgilenmezdim. Ortaokulda yazar kimdir, necidir bilgisine fazlasıyla sahiptim artık, yine ara sıra yazıyordum ama yazar olmak gibi bir düşüncem yoktu. Lisede rasgele kitap okumaktan bilinçli bir şekilde edebiyat okumaya geçtim, Leyla Erbil’in, Sevim Burak’ın, Vüs’at O. Bener’in öyküleriyle, Kafka’nın romanlarıyla tanıştığım, William Faulkner’ın Ses ve Öfke’sini okuduğum ve hiçbir şey anlamadığım yıllar. Ateşe dokunmuşum gibi uzaklaştım yazmaktan, edebiyatın ciddi bir şey olduğunu anladım. Üniversitede biraz çekinerek düzyazı yazmaya başladım, yazılarım yayınlandıkça cesaretim arttı. Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazandıktan ve ilk kitabım Saklı yayınlandıktan sonra yazar kelimesinin anlamı belirginleşti. Ama “yazar olmak” tanımı hala bir yabancılaşma duygusu yaratıyor bende, yazarlığı bir meslek olarak görmediğim için olsa gerek. Meslek olan yazarlık türleri var ama edebi anlamda yazmayı bir meslek olarak görmüyorum. Benim için aslolan yazmak. İhtiyaçtan öte bir şey, varlığımın tamamlayıcı unsuru. O kadar varlığımın içinde ki, okumakla eşzamanlı yürüyor. İyi bir kitap okurken zihnimin bir yanı yazmak istediğim şeylere ilişkin hazırlık yapıyor çoğu zaman. Pek çok yazar için de böyledir sanırım, beni yazmaya iten en büyük güç iyi kitaplar okumak, özellikle de şiir.


Benim için aslolan yazmak. İhtiyaçtan öte bir şey, varlığımın tamamlayıcı unsuru. O kadar varlığımın içinde ki, okumakla eşzamanlı yürüyor.

- Nasıl çalışıyorsunuz, çok merak ediyorum. Önce olay mı, hikaye mi, dil mi, kurgu mu; hangisi sizi cazibesiyle yakalayıp peşinden sürüklüyor?

Fotoğraf: Muhsin Akgün ©

Kitaba göre değişiyor. Genellikle takıldığım bir mesele, beni tırmalayan bir düşünce veya bir kavram, bir durum söz konusu oluyor önce. Hayata dair sıradan bir cümle bile olabilir bu. Bu cümle ya da meseleye bir atmosfer, bir ruh hali eşlik etmeye başlıyor. Ruh hali karakterleri şekillendiriyor, böylece zihnimde bir tablo beliriyor. Kurgu genellikle en son geliyor ama en çok zamanımı alan şey. Sıralamanın böyle olması gerekmiyor elbette, örneğin Osman’da Yeşil Peri Gecesi nedeniyle elimde bir karakter ve hikayesi vardı, sorun karakteri ve temel meseleyi kimin nasıl anlatacağıydı. Dünya Ağrısı’nda önce atmosfer, sonra mesele belirmişti, taşra boğuntusu ve linç romanın zeminini oluşturuyordu. Suzan Defter’de önce kurgu doğdu, iki karakteri eşzamanlı ve gerçeğin göreceliliğini melankolik bir yalnızlık bulutu içinde anlatmak istiyordum. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi ise çok farklı gelişti, bir akıl hastanesi anlatayım diye başladım, kısa sürede Türkiye’nin kendisi oldu. Ama genel olarak beni en çok çeken şey atmosfer ve o atmosferi kurmamı sağlayacak olan dil. Yazmanın en çok zevk aldığım kısmı da bu, hissettiğim atmosferin dilini arama süreci.


- Notlar alarak, defterler tutarak çalıştığınızı bizzat sizden duymuştum bir söyleşinizde. Bunu yaparken malumatfuruşluk tehlikesine karşı ne gibi tedbirler gözetiyorsunuz?


Defterler değil defter diyelim. Yeni bir romana başlamadan önce ince bir defter açıyorum. Her defterimin adı da aynı: Yeni roman. Beni bu romanı yazmaya yönelten unsurları yazıyorum. Mesela şimdi eski defterlerime baktım, Dünya Ağrısı için suçları görmezden gelmek, otelcinin karısının hayatındaki yeri gibi pek çok not almışım. Pek çok da kullanmadığım fikir yazmışım, “Mürşit’in kızının evine yemek programı çekimi için televizyoncular gelir” gibi. Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura'da hayattan niye korkuyoruz, ölmekten niye korkuyoruz diye iki ana başlık altına çeşitli şeyler yazmışım. Başka bir sayfada Huntington hastalığının belirtilerini ve sürecini sıralamışım. Bir yere kemiklerin adlarını yazmışım. Bu tür notlar alıyorum, bazen alakasız şeyler de yazdığım oluyor, kumaş çeşitleri, değerli taş çeşitleri gibi. Karakterlere isim arıyorum. Karakterleri şekillendirmeme yarayacak küçük olaylar yazıyorum. Asıl önemlisi karakterlerin zamansal yolculuğunu belirliyorum. Aile temel konularımdan biri olduğu için karakterlerin soyağacını çıkarmam gerekiyor, karakterleri birbirleriyle ilişkilendirirken hangi unsurları öne çıkaracağım, hangilerini geri planda tutacağım gibi sorunlar hakkında defterde çalışıyorum. Bunlar malumatfuruşluk tehlikesine düşürecek notlar değil, aksine, benim için gerekli bir çalışma, yapının oluşması için bir tür kaba plan. Durup durup not alma, yanımda defter taşıma gibi huylarım yok. Aklıma şahane bir fikir geldi, dur yazayım hiç olmadı şimdiye kadar. Tuttuğum defterlerin de en çok sekiz on sayfası dolu oluyor, belli belirsiz bile olsa bir iskelet hissettiğim zaman bilgisayara geçiyorum, notlarımın çoğunu da bilgisayara aktarıyorum. İlk paragrafı mutlaka deftere yazarak arıyorum. Onlarca ilk paragraf yazmış oluyorum genellikle. Ama bilgisayarla yazdığımda o ilk paragraf mutlaka değişmiş oluyor. Defterler tutmamı gerektiren bir tek Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi oldu. Onlarca karakterin birbiriyle ilişki ağını kurmak için pek çok defterle çalışmam gerekti.


- Yarım bıraktığınız ve bir daha dönmeyeceğinizden emin olduğunuz bir eseriniz var mı? Neden bırakmıştınız, çok özel değilse?


Belli bir noktaya getirip de yazmaktan vazgeçtiğim olmadı. Ama on-on beş sayfa yazdıktan sonra vazgeçtiğim çok oldu. Oluşmamış bir fikirle başladığım için yarım bırakıyorum genellikle, yürümediğini fark ediyorum. Hiç de acımıyorum, bilgisayarımda “eski çalışmalar” klasörüne atıyorum, gidiyor. Ara sıra bakıyorum işe yarar bir şey var mı diye, tabii ki olmuyor, olsa yazmış olurdum. İlginç bir örnek “Mağara Arkadaşları” adlı öykümdür. Roman olarak başlamıştım, epeyce yazdıktan sonra metnin bir çekirdek içerdiğini ama roman olarak fazla gevşek olduğunu fark ettim ve onu sıkı dokunmuş uzun öykü olarak olarak yeniden yazdım.


- Her gün yazar mısınız? Gece mi gündüz mü daha çok? Müzik ya da televizyon gibi eşlikçileriniz olur mu yazarken?


Bir metne başlamışsam haftanın en az beş günü yazarım. Çok, hatta fazla disiplinliyim. Üç gün üst üste yazmazsam içimi bir huzursuzluk kaplar. Obsesif bir tarafım var, her yerde yazarım diyenlerden değilim, evimde, çalışma masamda yazıyorum, masamda her şeyin yeri belli. Yeni bir kitabın oluşma döneminde yazmıyorum, bazen not alıyorum, daha çok okuyorum. Tam bir gece insanıyım, gündüzleri özellikle sabahları hiç sevmem. Yazın çalışmak verimsiz oluyor, geceler kısa çünkü, çok çabuk güneş doğuyor. Yaz mevsimini de sevmem zaten, kış ve şehir insanıyım. Yazmaya gece on bir gibi oturuyorum genellikle, gün doğana kadar yazıyorum. Pür sessizlik içinde yazıyorum, ne müzik ne televizyon. Bunlar dilin müziğini hissetmeme engel oluyor. Kitap okurken de müzik dinlemiyorum. Ama yazacağım metni düşünürken müzik dinliyorum, mesela Osman’da sık sık Gabriel Faure dinledim. Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura’yı düşünürken Preisner dinledim. Düşünürken müzik beni bir atmosfere taşıyor.


Erkek olmanın toplumsal yükümlülükleri, başarı/ başarısızlık kıstasları, hangi erkeğin neden başarılı hangisinin neden başarısız olduğu, başarısız olma durumunda aileden gördüğü tepki ya da başarılarının yüceltilme biçimleri daha çocuk yaştayken iştahla izlediğim bir süreçti.

- Biraz dedikodu yapayım. Bir edebiyat ortamında, “Kadın değil de sanki bir erkek yazıyor,” dendiğine tanık olmuştum. Böylesi bir ilkeniz, hassasiyetiniz ya da çabanız var mı? Metni olabildiğince cinsiyetten soyut bir anlatıya sürüklemek gibi bir gaye yakıştırılıyor olabilir mi bu sözle size? Siz ne düşünürsünüz?


Bu konuda iki şey söyleyeceğim. Birincisi, çocukluğumuzun doğal ortamı yetişkinlik hayatımızın altyapısını oluşturur, hayata dair en temel bilgiyi çocukken ediniriz. Ben babamı çok küçük yaşta kaybettim, aile apartmanımızda büyüdüm. Beş dayım, annemin amcaoğulları, onların aileleri ve neredeyse yirmi erkek kuzenimle aynı apartmanda oturuyorduk. 18 dairenin 12’si yakın akrabaydı. Çoğunluğunu her yaştan erkeklerin oluşturduğu kalabalık ve samimi bir dünyaydı, çok büyük tek bir aile gibiydik, hayat neredeyse kolektif yaşanıyordu. Bu hayatın içinde kadınların durumu birbirine yakındı; bütün yengelerim, benden büyük kadın kuzenlerim benzer karakterlerde, sosyal hayatları erkeklere göre sınırlı, dışarıdaki hayata ilişkin bir başarı gösterirlerse takdir edilen ama göstermeleri pek de beklenmeyen, böyle bir yükümlülükleri de olmayan kadınlardı. Oysa kardeş bile olsalar erkekler arasında gizli bir hiyerarşi vardı. Erkek olmanın toplumsal yükümlülükleri, başarı/ başarısızlık kıstasları, hangi erkeğin neden başarılı hangisinin neden başarısız olduğu, başarısız olma durumunda aileden gördüğü tepki ya da başarılarının yüceltilme biçimleri daha çocuk yaştayken iştahla izlediğim bir süreçti. Aynı bilgiyi edinme süreci kadınlar için de geçerliydi ama kadınların durumu benzeşti. Böyle renkli bir âlem içinde farklı yaşlardan erkeklerin birbirine pek de benzemeyen davranış biçimleri, olayların ailenin erkekleri ve kadınları üzerindeki farklı etkileri sözünü ettiğim bu temel bilgiyi oluşturdu. Dolayısıyla kadınların da erkeklerin de dünyalarına küçük yaştan itibaren vakıf oldum. Aynı zamanda toplumda kadınlara ayrılan sınırlı yere de şiddetli itirazım vardı. Kadınların birbirine benzeyen, sınırlanmış alanlar içindeki sıradan hayatları beni hiç cezbetmedi. Dolayısıyla ne zaman metinlerim için bir mesele, bir karakter veya bir olay düşünsem ilk aklıma gelen yükümlülüğünü kendi zedelemiş veya yetersizliği nedeniyle oyun dışı kalmış bir erkek karakter oluyor. Dünya Ağrısı’nda bunu dile de getirdim. Mürşit karısına bakarak şöyle düşünür. “Dünyadan şikayet etmek bir lüks ve bu lüks kadınlara tanınmamış.” Dünyadan şikayeti olan karakterlerle ilgiliyim ve kadınların pek azı dünyadan şikayet etme lüksüne sahip. Söyleyeceğim ikinci şey edebiyat dünyası ile ilgili. Yazmaya başladığım yıllarda, 80’lerde, edebiyat dünyasında erkeklerin ezici bir egemenliği vardı. Leyla Erbil, Adalet Ağaoğlu, Tezer Özlü gibi kadın yazarlar neredeyse istisnaydı. Kadınlar şiir yazabilir mi, kadından şair olur mu gibi tartışmaların bile yapıldığını ve olmaz dendiğini bugün hayretle hatırlıyorum. Sırf kadın olduğu için Türk şiirinin mükemmel şairlerinden Gülten Akın’ı küçümseyenlere tanık oldum. Genel olarak kadınlardan kadınca meseleleri yazmaları, olaylara kadın bakış açısıyla, daha nahif, günümüzün moda deyimiyle düşük profilden bakmaları bekleniyordu. Kadın yazarlar hakkındaki yazılarda sürekli karşıma çıkan “kadınca duyarlılık” tanımından, cinsiyetlere ilişkin kodlamalardan, kadın yazarların bunlara uymasının beklenmesinden çok rahatsızdım. Kadınca unsurlarla donanmış metinlere karşı ciddi bir mesafem vardı. Yazmaya “kadınca duyarlılıklar” yazmamaya kararlı olarak başladım, doğal olarak da erkek karakterleri tercih ettim. Bu seçim sahip olduğum erkek dünyasına ilişkin bilgiyle birleşti. Bunu bilinçli olarak da güçlendirdim. Cinsiyete ilişkin bütün sorunlarımızın temelinde, her anlamda eşitlik düşmanı, cinsiyetçi ve ikiyüzlü bir toplum oluşumuz var. Bu toplumun erkeklere biçtiği rolü, erkeklik tanımını dışarda bırakarak kadın meselesini ele almanın eksik ve sonuçsuz olacağını düşünüyorum. Yeşil Peri Gecesi dışındaki metinlerimde kadınlar genellikle edilgindir, gölgededirler çünkü gerçek hayatta da gölgede kalmaya zorlanırlar. Gölgedeki bu kadınlar erkek karakterlerin yaşadığı trajik olayların belkemiğini oluşturur, çünkü erkek karakterlerin, üstüne erkekliklerini inşa ettiği yapının temeli fena halde çürüktür ve önünde sonunda bir trajedi üretecektir.


Fotoğraf: Muhsin Akgün ©

Kitap ve edebiyat dünyasında son zamanlarda yaşanan tatsız gelişmeler için neler söylersiniz?

Twitter’da nasıl bir sele yol açacağı muhtemelen tahmin edilmeden atılan bir tweetle başlayan ve böylece hepimizin malumu olan, edebiyat dünyasında kadın tacizi hatta cinsel saldırı meselesi görünenden çok daha derin, çok daha büyük ve kapanması neredeyse imkansız ölçüde ağır bir yaradır. Söz konusu olay bir kısım iyi eğitimli, okumuş yazmış erkeğin bile ‘kadınları taciz etme’ eylemini toplumun onlara doğal bir hakmış gibi verdiğine neredeyse inandıklarını, eylemlerini sorgulama gereği bile duymadıklarını ortaya koydu. Kadınların yıllarca içlerinde sakladıkları çığlıkları takip eden yorumların bazıları kan dondurucuydu, pek çok erkeğin tacizi, cinsel saldırıyı suç olarak görmekte bile zorlandıkları açığa çıktı. Aynı davranış kalıbı yine tekrar etti: Bunlar ilgi çekmek isteyen kadınların yaygaraları. Şunu görmemiz gerek: En okumuş yazmış erkek bile sahip olduğu konumun gücünü kadınların üstünde pervasızca kullanıyorsa, işlediği suçun nasıl derin yaralar açtığının farkında olmadığını iddia ediyorsa, o güne kadar neredeyse hak ya da en hafif ifadeyle basit bir kabahat olarak gördüğü suçun böylesine bir çığlığa yol açmasına şaşırıyorsa, sorun bu ikiyüzlü, içinde yer aldığı kötülük ortamına tuğla koyan veya payına düşeni hemen unutmaya meyilli, tavşana kaç tazıya tut diyen toplumumuzdadır. Böyle bir toplum hastalık derecesinde sorunludur. Kadınların sesi yükseldikçe bu sesleri susturmaya çalışanlar olacaktır. Ama cin şişeden çıktı artık, kadınlar susmayacak. Tacizin yarattığı utanç asla kadınların değil, bütün kurumları, kuralları, sözde bilgelikleri ve bütün unsurlarıyla erkeklerin hizmetine sunulmuş toplumun.


- Yarattığınız yazı evrenindeki her şeyi biliyor gibi yazıyorsunuz. Sizden habersiz, sizden saklanmayı başarabilmiş tek bir ayrıntı yok gibi. Bunun için, bir metnin başına oturmadan önce tam olarak, dört başı mamur şekilde hazırlığınızı tamamlamış mı olursunuz yoksa biraz olsun, “Kervan yolda düzülür,” gibi bir maceracılığa da yatkın mısınız?


- Dört başı mamur hazırlık ne mümkün? Ama çok çalışmak mümkün. Çok çalışırım. Sildiklerim yazdıklarımdan çok daha fazla olur. Ne yazacağımı aşağı yukarı bilerek başlarım ama kervan yolda pek çok yere uğrar, tasarımlar değişir, çıkarsamalar yanlışlanır, doğrulanır veya güçlenir. Bu yazmanın doğal sürecidir. Benim için yazmak eylemi bilinçdışı ile bilincin organik şekilde çalıştığı bir faaliyettir, önceden planlamadığım pek çok karakter ve ayrıntı alacakaranlık olarak tanımladığım yazma sürecinde bilincime sızar, metnin parçası olur. Bilinçdışı dediğimiz yer sadece bizzat yaşadığımız travmaların, kendi duygu durumlarımızın, karakterimize şekil veren unsurların saklandığı bir depo değildir; dinlediklerimiz, gördüklerimiz, tanık olduklarımız, hayata ilişkin bizi şaşırtan, düşündüren her bilgi, minicik ayrıntılar, gereksiz bilgiler bile burada saklanır. Psikoloji biliminin tanımladığı anlamda bir bilinçdışından söz etmiyorum, yazma eyleminin ihtiyaç duyduğu bilinçdışı diyelim buna. Her an sayısız görüntü, koku, ses, temas ve gereksiz bilgiye maruz kalırız, bunlar kaybolup gitmez, rengini gülünç bulduğumuz bir otobüs, pencere önünde oturmuş burun kıllarını kesen bir adam, çocuğuna bağıran anne, bir hitap şekli vesaire yazma anında bilince sızar. En azından bende böyle oluyor. Bu da sanırım sözünü ettiğiniz “benden saklanabilmiş tek bir ayrıntı olmaması”na yol açıyor.

Yazdığımız karakterlerin hem savcısı hem avukatı hem yargıcı olmamız gerektiği kanısındayım. Çünkü ortada bir mesele vardır, amacımız meseleyi dürüstçe ortaya koymak ise bu üç işlevi de yüklenmemiz gerekir.

- Karakterlerinizi kayırır mısınız? Örneğin ben üçlemenin son kitabında biraz Osman’a kıyamadığınızı ama bütün bir anlatı boyunca hep Şebnem’in tarafını tuttuğunuzu hissettim okurken. Ben mi vehmediyorum?


Bence siz vehmediyorsunuz. Aksine, karakter kayırmaktan çok imtina ederim, bu nedenle olsa gerek karakterlerime karşı acımasız bir yazar olduğum söylenir. Yazarken acımasız olduğumu hissetmiyorum oysa, karakterlerime karşı eşit mesafede, soğukkanlı olmaya çalışıyorum, belki bu eşit mesafe ısrarı acımasızlığa yol açıyordur. Ama yazarken bunları hesaplayarak, çok acımasızmışım dur biraz vicdanlı olayım diyerek de yazmam. Osman’da Şebnem’in tarafını “tarafsızca” tuttum. Şebnem’in yaşadıklarına objektif bir gözle baktığımızda terazinin bir kefesine haklılığı yüksek veya daha az tartışılabilir bir şey koymuş oluruz, Şebnem’in tarafını tutmaktan kastım bu. Öte yandan aynı objektif bakışla Osman’ın kefesine de çocukluğuna ve karakterine ilişkin bir anlayış koymak gerekir, tarafsızca taraf tutmaktan kastım da bu. Yazdığımız karakterlerin hem savcısı hem avukatı hem yargıcı olmamız gerektiği kanısındayım. Çünkü ortada bir mesele vardır, amacımız meseleyi dürüstçe ortaya koymak ise bu üç işlevi de yüklenmemiz gerekir.


- Osman ile birlikte yükselen bir eleştiriyi de konuşmak istiyorum. Osman, memleketin son birkaç on yılını hızlıca ama detayıyla tarayan bir metin. Fakat özellikle son yirmi yıla damgasını vuran politik, kültürel ve sosyal dönüşüm birkaç gönderme –şehrin göbeğinde haldır haldır gezen hafriyat kamyonları, emniyet müdürünün aileyi ağırladığı lokantanın mekan tasarımı gibi- dışında özellikle metnin haricinde tutulmuş gibi görünüyor. Bu bilinçli bir kaçınma mı? Osman’ın apolitikliğine halel getirmek istemediğinizi hissediyorum ama bir de sizden dinlemek isterim.

Bu politik/muhalif olma meselesini önce Osman özelinde konuşalım. 12 Eylül Türkiye’de politize gençliğin yaşadığı en büyük yenilgidir, yenilgiden öte sistematik bir yok ediliştir. Bugün yaşadığımız büyük çürüme 12 Eylül’ü izleyen sosyopolitik, ekonomik ve kültürel yapılanmayla başlar. Entelektüellerin aşağılandığı, örgütlenme yollarının tıkandığı, Türkiye’nin kapitalizm için rahatça sömürülecek bir pazar haline getirildiği, yeni tüketim anlayışının insani bağları ve erdemleri çözüp yok ettiği bu bozuk düzeni yaratan uygulamaların kökeni 12 Eylüldür. Ben 12 Eylül’de 16 yaşındaydım, 17 yaşında üniversiteye başladım, arkadaşlarımın çoğu o zamanın tanımıyla burjuva veya küçük burjuva ailelere mensup gençlerdi. Benim gibi orta sınıftan gelenler de vardı, Osman gibi hatırı sayılır bir zenginliğe sahip olanlar da. Biz dönem ve yaşımız gereği apolitize edilmiş bir kuşaktık. Bıçakla kesilmişçesine değişen bir dönemde yaşıyorduk. 12 Eylül öncesine ait politik korku hikayeleri hızla uzağımızda kalmıştı. Osman benim de ait olduğum bu kuşağa mensup. 12 Eylül’de 15 yaşında, yaşı ve mensubu olduğu sınıf gereği politik dertlerinin olmaması gerekiyor. Romanda Osman’ın hayatının ele aldığım dönemi, 1990-2020 yılları arası. 1990-2000 arası on yıl Türkiye‘nin tüketimle tanışmanın verdiği coşkudan kendini kaybettiği yıllardır. Tüketebildiğin kadar varsın anlayışının yerleştiği, değerler sıralamasında zenginliğin doğruluk, dürüstlük vb. değerlere açık ara fark attığı, dünyayla entegre olma fikrinin gençliğin aklını başından aldığı, 80 öncesinde hayalini bile kuramadığımız müzik gruplarının Türkiye’de konserler verdiği, sinema filmlerinin en azından İstanbul’da dünyayla eşzamanlı gösterime girdiği bir dönemdi. Gençliğin hatta toplumun küçük bir kısmı politik bir tavır içindeydi. Politikanın tartışma konuları da değişmişti öte yandan; emek, sömürü, işçi sınıfı gibi kavramların yerini hayat tarzı, gericilik, liberalizm vb. almıştı. Böyle bir ortamda Osman gibi bir adamın politik bir bakışının olması karakterin gerçekliğine aykırı. Günü yaşayan Osman bu nedenle 2001’de yaşanacak olan büyük krizi öngören finansçı komşusunun arkasından “Niye tadımızı kaçırıyorsun kardeşim? Millet ne güzel eğleniyor işte, niye batıyor sana? Sana ne ayrıca, herkesin kendi parası,” diye söyleniyor. Osman küçük çemberinin dışındaki dünyaya bakışı sınırlı bir adam. 2000-2020 arasındaki hayatına bakacak olursak, Türkiye’de çürümenin kokusunun arşa ulaştığı, hızla şiddetlenen kutuplaşma nedeniyle ortada tartışılacak bir politik zeminin bile kalmadığı yirmi yıl. Osman 2008’de aslında son derece politik bir figür nedeniyle, emniyet müdürü yüzünden hayatının en büyük darbesini yiyor. Hayatının özünü inkarın oluşturduğu bir adamın bu süreçte yapabileceği tek şey hayatta kalmaya çalışmaktır. Zaten olmayan politik bilincin ortaya çıkmasını bekleyemeyiz. Bu nedenle Osman karakteri değişimin ancak biçimsel özelliklerini görebilir ve yapabileceği tek şey de buna hayret etmektir. Osman gibi bir karakterin apolitik olması kaçınılmaz, politik bir bakışı olsa Osman karakteri olmaz. Romanın büyük ölçüde Osman’ın günlüklerinden oluştuğunu da unutmayalım. Gelelim edebiyat-politika-yazar ilişkisine. Türkiye gibi şiddetle kutuplaştırılmış ve sürekli nefret söylemi üreten ülkelerde, okurların çoğu sevdikleri yazarları kendilerinin olduğu kutupta aktif görmek isterler. Derinlikli bir bakış, objektif bir değerlendirme beklemezler, kendi sözlerinin yankısını veya duymak istediklerini duymak isterler. Yazarın bunu yapması çok kolaydır, gerekli olmasa da metnine ekleyeceği temsilci bir karakter, birkaç tirat bile, okurun, yazarın politik duruşunu anlaması için yeterli olabilir. Bunun niteliksel değil, niceliksel bir bakış olduğunu, fazla kolaycı ve skorcu bir anlayışı ortaya koyduğunu düşünüyorum. Oysa iktidar meselesi ezeli, ebedi ve evrenseldir, edebiyatın ve insanlığın en temel konusudur, has edebiyatın iktidar meselesine bakışı bütüncül, evrensel ve zamanlar üstü olmalıdır. Bugünün politik meseleleri on yıl öncesinin politik meseleleri değil, kırk yıl öncesinin hiç değil. Politikayı oluşturan unsurlar ise gördüğümüzden çok daha geniş bir alanı kapsar, genellikle bize özel değildir, bize benzeyen ülkelerde de benzer şekilde yaşanır ve tarihsel kökleri çok derinlere gider. Olabildiğince uzun yaşamasını istediğimiz bir roman yazmayı amaçlıyorsak, kısa dönemli politikanın yüzeysel anlatıcısı değil, evrensel bir mesele olarak iktidarın hayatın her alanındaki işleme biçimlerinin anlayıcısı olmak durumundayız. Romanın işlevlerinden biri de toplumu anlamaya çalışmaktır ve hararetle anlatmaktan önce gelir.


- Kendinizden sonraki edebiyatı da takip ediyor musunuz? Dünyada ve Türkiye’de. Kimler heyecanlandırıyor sizi?


Takip ediyorum. Türk edebiyatını büyük bir sevinç ve gururla üstelik. Beni gelecek konusunda en çok umutlandıran şey genç kuşak edebiyat. Bu kadar kutuplaştırılmış, medyasız, örgütsüz, entelektüelleri aşağılanan, hapse atılan, akademileri can çekişen, bilimi sözlüğünden çıkarmış, düşünceyi değersizleştirmiş, parayı ve gücü en büyük değer haline getirmiş bir ülkede ve çağda hala edebiyat yapılıyorsa, gencecik yazarların kitapları üçer beşer baskı yapabiliyorsa gelecek için kuvvetli bir umut var demektir. Genç yazarları olabildiğince okumaya çalışıyorum, hepsine yetişmem mümkün değil, okuyamadıklarım veya adlarını anmayı unuttuklarım beni bağışlasınlar. Melisa Kesmez, Pelin Buzluk, Yalçın Tosun, Mevsim Yenice, Aslı Tohumcu, Sine Ergün, Ömür İklim Demir, Gamze Arslan, Defne Suman, Nermin Yıldırım, Neslihan Önderoğlu, Fadime Uslu, Berna Durmaz, editörüm Mustafa Çevikdoğan, 1992 doğumlu Selim Bektaş ve siz ilk aklıma gelenler. Adını şu anda hatırlayamadığım daha pek çok iyi yazardan söz etmemiz mümkün. Dünya edebiyatına yetişmek ne yazık ki mümkün değil. Benden çok öncekileri bile okumaya yetişemiyorum. Çok sevdiğim birkaç isimden söz etmeden geçmeyeyim. 1963’te, Doğu Almanya’da doğan Jenny Erpenbeck, dünyanın genç yazarlar kuşağından 1975’li Şilili Alejandro Zambra, 1970’li Koreli Han Kang, 1988’li İngiliz Sophie Mackintosh yeni kitaplarını hararetle beklediğim yazarlar. 1971’li, Hollandalı Arnon Grünberg’i Tirza adlı romanına hayran olarak okumuştum ama sonraki kitapları Tirza kadar memnun etmedi beni. Şu anda aklıma gelen isimler bunlar.


- Kendi yazdıklarınızla aranız nasıldır? Açıp bakar mısınız hiç eskilere, önceki kitaplarınıza? Ben hiç bakamıyorum da.


- Bazen bir şey soruyorlar veya bir yazıda bahsi geçiyor, o zaman açıp karıştırdığım oluyor, onun dışında bakmıyorum. Ama her kitabımı yayımlandıktan sonra mutlaka okurum. Kapağına da düzelti kopyası yazarım.


- Konuyu usulca kişiselleştirmişken şunu da sorayım. Dünya Bu Kadar’ı yazarken Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’nin aklıma soktuğu fikirden yola çıkmış ve çok heyecanlanmıştım. Hatta bugüne dek, yazarken en çok heyecanlandığım şey o oldu diye itiraf edebilirim. Sizin de kapağını kapattıktan sonra, “Bunu ben yazmalıydım,” ya da “Ben de böyle bir şey yazmalıyım/yazabilirim” dediğiniz eserler var mı?


- Çok. Max Frisch’in bütün kitapları mesela, özellikle Stiller, ah keşke böyle bir roman yazabilsem dedirtir bana. Germen ve Doğu Avrupa edebiyatına çok ilgim var, atmosferi beni çok çekiyor. Gençliğimde Kafka’yı okumamla başlamış olabilir. Bruno Schulz’un tek kitabı Tarçın Dükkanları mesela, ara sıra özleyip okuduğum bir kitaptır. Max Frisch ve Thomas Bernard’la tanışmayı da çok isterdim. Thomas Bernard terslerdi herhalde.


- Metinlerinizde, sıklıkla, müziğe ve müzisyenliğe dair çok içeriden, yalnızca meşgul olanların bilip anlayacağı detaylarla karşılaşıyoruz. Şarkı söyler ya da bir enstrüman çalar mısınız, çok merak ediyorum.

- Cumhuriyet çocuğu olan annem uygar insanların mutlaka bir müzik aleti çalması gerektiğine inanırdı (ben inanmam), bu nedenle ilkokuldayken bütün yaşıtlarım gibi ben de bir yıl boyunca annemin zoruyla mandolin kursuna gittim. O kadar yeteneksizdim ki, muhtemelen sınıftaki uyumu da bozuyordum, sonunda öğretmenin sabrı taştı, ders sırasında beni okulun yanındaki parka göndermeye başladı. Müzik yeteneğim bu düzeydedir, sesleri ayırt edebilen, enstrüman çalabilen insanlara büyük bir hayranlık duyarım. Porte denen beş çizgiye yazılan o işaretler asla öğrenemeyeceğim, öğrenenleri de anlayamadığım bir dil. Sol anahtarı ne işe yarar, si bemol ne demektir hiçbir zaman anlayamadım. Müziğin matematiğini veya sistematiğini asla çözemedim. Müzik türlerinden çok az anlarım, ancak Türk Sanat Müziği’ni bir dinleyici olarak ortalamadan fazla bildiğimi söyleyebilirim. Makamlarını ayırt etmem mümkün değil elbette. Türküleri de kuşağımdakilere göre iyi bilirim, bazılarını çok severim. Aslında pek fazla müzik de dinlemem, bildiğim müzisyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ama beklemediğim bir zamanda duyduğum bir müzik beni derinden etkiler, dinlemeye başlarım. İlginç olan sevdiğim müzisyenlerin genellikle film müziği yapıyor olmaları, yani bir hikayeyi bestelemeleri. Eleni Karaindrou örneğin, çok sevdiğim yönetmen Angelopoulos’un filmlerinin müzisyeni ya da yine çok sevdiğim Kieslowski’nin değişmez müzisyeni Zbigniew Preisner, Hours filminin müziklerini yapan Philip Glass, ünlü In the Mood for Love filminin müzisyeni Şigeru Umebayaşi. Bunun bir tesadüf olduğunu sanmıyorum, müziklerinde hikayeyi anlayan veya hissettiren bir şey olsa gerek. Müziği bu kadar bilmeyip yazdıklarımda ısrarla müzik unsurları kullanmam benim de pek anlayamadığım bir durum, sanırım müziğin yarattığı etkiye ihtiyaç duyuyorum. Geçenlerde yakın arkadaşım Murat Gülsoy’la konuştuk bunu, onun yazdıklarında da mutlaka bir resim ya da bir ressam söz konusu oluyor.


- Son sorum, sizce yazarlar emekli olurlar mı? Yoksa bu ömür boyu muvazzaf bulunduğumuz şerefli bir vazife midir? Benim şöyle tam takım, güzel bir marangoz atölyem olsa yazmak aklıma bile gelmezmiş gibi hissediyorum. Sizin var mı emeklilik düşünceniz? Ya da böyle bir şey mümkün müdür?


- Yazmayı meslek olarak görmediğim için bu konuda bir emeklilik planım da yok. Vazife olarak da görmüyorum, ölene kadar yazacağım, asla vazgeçmem de demiyorum. Bir gün gelir okumaktan aldığım haz yeterli gelir ya da yazma ihtiyacı duymaz olurum, bilemiyorum. Ama şu andaki duygumu Sait Faik’in pek çok yazarın yazma nedenini açıklayan cümlesiyle tanımlayabilirim: Yazmazsam deli olurum. Öte yandan yaşlanıp katılaşmaktan, yazdıklarımı katılaştırmaktan, hayata kemikleşmiş bakışlarla bakmaktan ve bu katı, kemiksi bakışla yazmaktan çok korkuyorum. Bu nedenle sık sık yazı anlamında tutuculaşıyor olabilir miyim diye kendimi sorgulama ihtiyacı hissediyorum.

bottom of page