top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Ölü adam hiçbir zaman dirilmez

Başar Yılmaz, “Martin Eden” perspektifinden bireycilik, sosyalizm ve burjuva ahlakı üzerine yazdı.


Başar Yılmaz



“Kuşkusuz, evrenin yaratıcısı daha iyi bir yöntem planlayabilirdi;

ama bu belirli evrenin yarattıkları, bu belirli yönteme katlanmak zorundaydılar”

Jack London


Jack London, Martin Eden romanını kaleme aldığında genç yaşında uluslararası başarı kazanmış bir yazardı. Buhranlı bir döneminde çıktığı Güney Pasifik’teki deniz yolculuğunda yazdığı bu yarı otobiyografik roman, yayımlandığı günden bugüne edebiyat tarihinde önemli bir mertebeye ulaşmış olmakla birlikte barındırdığı felsefi zemin, toplumsal tema ve sınıf ahlakı eleştirisi ile hakkında en çok tartışılan eserler arasına girmiştir.


Roman, gemilerde işçi olarak çalışan Martin Eden’in Arthur isimli bir genci kavgadan kurtarması sonrası teşekkür amaçlı Arthur'un ailesi tarafından yemeğe dâvet edilmesiyle başlar. Burjuva sınıfına mensup ailenin evindeki yemekte sosyal konumu nedeniyle yoğun bir yabancılık hisseder. Kendi içinde bulunduğu sınıf ile karşılaştırdığında yalnızca maddi değil, kültürel alanda da büyük bir uçurum olduğunu fark eder. Bununla birlikte evin Edebiyat Fakültesinde eğitim gören genç kızı Ruth’un kendisine diğer aile bireylerinden farklı bir ilgi göstermesi aşkın kıvılcımının parlamasına yol açar.


Sınıfsal farklılık ile bezeli klasik aşk romanına benzer öğelerle başlayan kurgu, ilerleyen sayfalarda katmanlaşacak, bu tanışmadan sonra yaşayacağı dönüşüm romanın temel izleğini oluşturacaktır. 


Romanda, Martin’in Ruth’a layık olmak, onunla ortak bir gelecek kurmak ve aralarındaki kültürel mesafeyi kapatmak için giriştiği okuma seferberliği, sarsılmaz bir irade ile kendini yeniden inşa etme mitine dönüşür ve Martin yazar olma arzusunu keşfeder.


Bu dönüşüm sürecinde onu çarpıcı biçimde etkileyen isim Harbert Spencer olur. Bu isme bir parantez açmak gerekirse; Harbert Spencer, Darwin’den önce evrim teorisinin temellerini atan İngiliz sosyolog ve dönemin ünlü düşünürüdür. Spencer, en iyinin hayatta kalması tezini ortaya atmış ve bunu yalnızca biyolojik olarak değil toplumsal dinamiklere de uyarlayarak ele almıştır. Bireyin özgürlüğüne büyük ağırlık veren ve genellikle kendine yeterli, kendi kendini yönlendiren, görece özgür bireyi ya da benliği vurgulayan siyaset ve toplum felsefesi individüalizmi savunmuştur. Bu görüşlerden bir hayli etkilenen Martin için hayat algısı değişir; değiştikçe de kendi sınıfından uzaklaşır. 


Sanayi devrimiyle beraber makineleşen ve emek sömürüsünün hız kazandığı vahşi kapitalizmin karşısında sınıf hareketi de dinamizm kazanmış ve batı dünyasında örgütlü işçi eylemlerinin yoğunlaşmaya başladığı bir döneme girilmiştir. Sosyalizm arzusu en parlak dönemini yaşamaktadır. 


Jack London’ın yarattığı Martin Eden karakteri, yazarın 20’li yaşlardaki hayat serüveni ile benzeşen öğeler taşıyıp, eski bilinç dünyasını temsil ediyor olsa da yazarından farklı olarak sosyalizme karşı bireyci bir anlayıştadır. Ona göre kendi kendini güdebilen bireyler olursa devlet de o bireylerden oluşan toplumu gütme gereği duymamış olur. Diğer taraftan, hiçbir köle devletinin ayakta kalamayacağını savunur. Martin Eden, sosyalist hareketle de temas eder fakat bilinçli olarak bu dünya görüşünü reddeder. Sosyalistlerin toplantısında yaptığı konuşmada topluluğa şöyle seslenir:

 ‘’Varoluş mücadelesinde, güçlüler ve güçlülerin soyu hayatını sürdürme meyli gösterirken, zayıflar ve zayıflardan türeyen nesillerse ezilip yok olma eğilimindedir. Bunun sonucunda güçlüler ve güçlülerin soyu yaşamaya devam ederken, bu mücadele geçerli olduğu müddetçe yeni gelen her neslin gücü de artar.“


Sosyalist düşünceyi köle ahlakı olarak nitelendiren Martin Eden, bu kerteden itibaren okurun gözünde sosyalizmi benimseyen yazarı Jack London için bir “anti kahraman” mı sorusunu akıllara getirir.


Jack London, kendi hayatından bir kesit olarak romanda yer verdiği, Martin Eden’in çamaşırhanede çalıştığı dönemi Marx’ın kapitalizm eleştirisinde vurguladığı yabancılaşma kavramı perspektifiyle işler. Öyle ki günde on yedi saate varan çalışma koşullarında insanlığını yitirmeye başlayan, değer ve amacından uzaklaşan Martin için aşkı Ruth ve iştahla gömüldüğü kitapları, uzak nesnelere dönüşmeye başlamıştır. Jack London, bu kurmaca ile Marx’ın değindiği “İnsanın yabancılaşması, çalışma ve üretim yüzünden doğadan ayrılmasıyla başlar.” saptamasına da atıfta bulunmaktadır. 


Bu yabancılaşma, kurgunun ileri safhasında farklı bir boyut kazanmaktadır. Martin Eden, Ruth’un gözünden, hayatını kazanma yönündeki isteksizliği ve yazar olma hevesi ile gerekli yaşam olanaklarına erişemeyeceği düşüncesiyle terk edilir. Aynı zamanda ailesi, mahallesinde veresiye alışveriş yaptığı bakkal dahi Martin’i artık bir serseri olarak görmektedir. Ne var ki makûs kaderi değişip, dergilere gönderdiği öyküleri art arda yayımlanmaya başladığında ve hemen ardından bir yayınevinden kitabını basma teklifi geldiğinde Eden’in şöhreti de parası da katlanmaya başlamıştır. Bu durum, en başından bu yana Martin’i kızlarına yakıştıramayan Ruth’un anne ve babasının onu yemeğe davet etmesini, Ruth’un evindeki bir yemekte son derece sert biçimde tartıştığı yargıcın bu kez ona saygılı yaklaşmasını, onu evden atan eniştesinin bu kez koşulsuz bir sevgi göstermeye başlamasını sağlayacaktır. Çevresindeki tüm bu değişim Martin Eden’de farklı bir yabancılaşmaya yol açar. 

Kitaplarını alan ve kesesine paralarını akıtan kesim burjuvaziydi, ama onlar hakkında bildiği üç beş şeyden, yazdıklarını anlayıp yeterince değerlendirip değerlendiremeyeceklerini net olarak göremiyordu. Martin’de içkin olan güzellik ve güç, onu baş tacı edip kitaplarını alan yüz binlere hiçbir şey ifade etmiyordu.”


Çok öncelerde yazdığı metinler yayın dünyasında değer görmeye başladıkça gelişen ve dönüşen bu ilgi onu burjuva ahlakı ile yüzleştirir, bu sınıfın değer yargılarının düşündüğünün aksine ne kadar sığ ve yüzeysel olduğunun farkına varır, isteklerinden uzaklaştırır. Öyle ki edebiyat, onu pazarlayacak yayınevleri ve dergilerin biçtikleri değer kadar kıymetlidir. Toplum, sanatın niteliğinden ziyade onu dolaşıma sokacak piyasanın tavrı ile alakadardır. 

En başında yaşam biçimlerinden, seçkin hayatlarından, kültürel birikimlerinden son derece etkilendiği burjuva sınıfını gözünde fazla büyüttüğüne hatta neredeyse tamamen yanıldığına ise Ruth’un, ailesinin telkini ile tekrar kendine dönmek istediğinde emin olacaktır.


Hikâye boyunca, Martin Eden’e yol gösteren tek karakter sosyalist şair Bressondon'dur. Jack London’un yol gösterici olarak kurguya dâhil ettiği bu karakterin tavsiyelerini kulak ardı eden Martin, bu popülerliğin ardından yüzleştiği gerçeklerle onun haklılığını anlar. Savunduğu bireycilik ise onu yalnızlık ve amaçsızlığa sürüklemiştir. Roman boyunca Martin'e her şeye karşın yardım etmiş olan, onun gibi alt sınıfta bulunan yoksul ev sahibi ile eski çete arkadaşlarından başkası değildir.


Hikâyenin sonunda Martin Eden’in intiharı bireyci felsefenin boğulmasını simgeler. Jack London’a göre bu boğulma aynı zamanda kaçınılmaz bir sonuçtur ki romanın sonuna dair yöneltilen bir soruya verdiği cevaptan bu rahatlıkla anlaşılmaktadır:

“Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir Sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü. Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayâlleri kaybolduğunda, uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.”

Ve tıpkı Martin Eden’in o gece gemiden kendini karanlık denize bırakmadan önce okuduğu şiirde yazdığı gibi:

Ölü adam hiçbir zaman dirilmez…


MARTIN EDEN

Jack London

İş Bankası Yayınları, 2014

Çeviri: Levent Cinemre

528 s.



bottom of page