Olamaz, iki genç yazar ünlü oldu!
Latife Tekin ve Orhan Pamuk'la değişik zamanlarda üç söyleşi yaptık. İsteğimiz, biraz tahrif edilmekten, biraz da aynı şeyleri söyleyip dinlemekten sıkılmış iki yazarımızla farklı bir söyleşi hazırlamaktı. Yazma pratiği içinde kendini "yazar, şair olacağım" diye tanımlayan, ya da tanımlamayan binlerce gencin neden yazdıklarını, neler yazdıklarını, bu iki yazarımızın kendi geçmişlerine ve gözlemlerine dayanarak yakalamaya çalıştık. Kesin yargılara varmak yerine, konuşmalar sırasında sezgiyle yakalanan düşüncelere önem vermeye çalışarak...
Orhan Pamuk: Sen hiç şiir yazdın mı?
Latife Tekin: İlkokulda anneme, öğretmenime filan şiirler yazmıştım. Çokluk ilk gençlikte, âşık olmaya başlandığında yazılıyor galiba. Ben öyle bir genç düşünemiyorum; âşık olmasın da essin kafasına salt kendi kendisiyle olmak üzere şiir yazsın. Ancak benim için okumak, yazmak hayatın oyun olmaktan çıkıp, çocukluktan genç kızlığa geçtiğim dönemde çevremin, ailemin beklentileriyle çocukluğumun çatışması, sorumlulukların yüklenmesi, o yükün altında çabalayıp çözüm arama aşamasında önem kazandığını düşünüyorum. Senin için nasıl oldu?
OP: Benim kitap okuma alışkanlığım, yaşadığım hayatın, yaşadığım çevrenin dışında dünyalar arama endişesiyle başladı. Kitaplar benim için yaşadığım hayatı yansıtan değil, bu hayatın dışındaki bir dünyayı duyuran bir araçtı. Daha çok yeni, derin düşünceler aradığım için değil, başka çevrelerde gezinmeme yarayan bir araç olduğu için seçtim okumayı. Kaçış edebiyatı bizi kendi sorunlarımızdan uzaklaştırır diyerek bu tür edebiyatı küçümserler ama, kitaba sevgiyi artıran bir niteliği olduğunu da gözden kaçırıyorlar.
Ama bu tür okuma eğilimimle, yirmi iki yaşında roman yazmaya başladığım zaman arasında çok fark var. Bu eğilimimden doğruca roman yazmaya geçmedim. Romanı "roman" olarak tanıma, ilgi duyduğum edebi biçimi, sorunlarını daha yakından tanıma, bu sorunlara cevap aramaya, bir yanda da çok sevdiğim bir sanat biçiminin sorunlarıyla ilişki kurduğum için yazmayı seçtim. Okurken "ya, ben de böyle şeyler yazabilirim, buna benzer bir şey yapabilirim" diyordum. Bu taklit etme, benzer bir şey üretme isteği edebi bir metin, bir şiir yazmak için çok önemli aslında.
LT: Ben kitapla çok geç tanıştım. On, on iki yaşlarında. Çocukluğumun büyük bölümü köyde geçtiği için okuldaki kütüphane bile çok çekici geliyordu bana. Kütüphanede alfabe gibi şeyler vardı. Evlerde de kitap olmazdı. Daha çok sözlü anlatıma dayalı şeyler vardı. Masallar, cinler, periler falan. Ben yazılı masala rastladığım zaman çok sevinmiştim. Hele babamın, anneannemin anlattığı masalları bulursam müthiş seviniyordum. Çok geç tanıştığım kitap büyülü bir şeydi benim için. Bir de içinde ne yazdığından çok, yazan insanla kitabı arasındaki ilişkiyi merak ederdim. O yanı da çok büyülüydü aslında... Kim yazdı, nasıl yazdı, neler düşünerek yazdı? O hep gelişti bende; o zihinsel süreç. Yazarlar yaşamlarıyla çok etkilediler beni aslında.
HK&GG: Bu arada röportajların çerçevesini oluştururken önem verdiğimiz bir saptama vardı: Gençler yazıyorlar. Belki çoğu şiir, daha azı başka edebi biçimleri deniyor. Yazmadan gençliğini tamamlayanların bir azınlık olduğunu saptayıp bunun nedenleri üzerine konuşmak istedik. Neden yazmak?
OP: Çünkü birincisi, kendimizi kelimelerle ifade etmenin çekiciliği var. Belki kalıcılık yanılsaması, belki kelimeler yoluyla insanlarla daha yakın, daha sıcak ilişki kurabilirim inancı. Bunun yanında maddi sebepler de var. Yazmak için bir kağıt, bir kalem, bir de, belki de bir şey daha gerekiyor; küçük, kimsenin görmediği bir oda. Yazmayı belki de küçük, kimsenin görmediği bir odaya kapanma isteği olarak görebiliriz. Kendi düşünceleriyle yalnız kalmak, kendi üzerinde derinleşme ihtiyaçları.
LT: İsteği var diyorsun. Bunun aynı zamanda bir itilme olduğu da düşünülemez mi?
OP: Kendilerini parantez içine almak istiyorlar diyelim. Kendilerine biraz dışarıdan bakmak, toplumu karşıya almak, kendi başlarına kalmak istiyorlar. İnsanlar gündelik hayat içerisinde kendi potansiyellerine kendilerinin kendi hakkındaki düşüncelerine layık yerlerde bulunmadıkları kanısındalar. Dış dünyada yaşadığımız ilişkilerden daha zengin olduğumuza ilişkin bir inanç vardır hepimizde. Ben bunun maddi temeli olduğu düşüncesindeyim. Gerçekten yaşadığımız hayat, bizim özümüzü biraz aşağılıyor. İşte bence sanat bu özümüze dönme, kendi kendimizi bulma ve bunu belirli bir şekilde ifade etme çabası oluyor.
LT: Günlük konuşma dilinde aktarmak istemediğimiz şeyleri daha yoğunlaştırılmış, daha güzelleştirilmiş bir biçimde söylemek için sanatı kullanıyoruz. O zaman günlük konuşma diliyle bizim insanlara bir dolu şeyi aktaramadığımız sonucu çıkıyor. Aktarmak istemiyor değiliz, aktarmak istiyoruz fakat, günlük konuşma diliyle karşımızdaki insana duygularımızı, düşüncelerimizi anlatmak pek mümkün olmuyor. Mümkün olmadığı noktada edebiyata, şiire başvuruyoruz. O zaman günlük konuşma diliyle aktaramadığımız şeyleri şiirin aktarmasını istiyoruz demektir. Ama bu noktada şiir gerçekten bizim günlük konuşma dilinde aktaramadığımız şeyleri doğru biçimde aktarmamıza yardımcı oluyor mu?
HK&GG: İnsanların gençlik dönemi bittikten sonra sanat yapmaktan kopmalarının sebebini genel olarak yaşanan sevgiye karşı bir tür kabiliyetsizleşmeye bağlayabilir miyiz?
OP: Aynı düşünceyi farklı olarak ifade edeyim: Gençlikte şiir yazıyoruz. Çünkü gençlikte "hiçbir şey"iz. Toplumu yargılayabiliyor, dışardan bakabiliyoruz. "Bir şey" olmaya başladığımız andan itibaren belirli bir aptallık çöküyor üstümüze. Zekamızın eleştirel yanı yok oluyor.
HK&GG: Gençlik belli bir potansiyel taşıyor diyoruz. Bu potansiyelin kendini var edebilmesinin, bizi bu gücün somut yapılara kanalize edilebilmesinin koşullarını yaratmaktan ne alıkoyuyor?
LT: Bir güvensizlik var. Bu güvensizlik ilginç görünüyor bana. Ben kendi açımdan hep bu güvensizlik ve korku noktasına sürükleniyorum. Yaşadığım şeyleri, yazacaklarımı, ilişkilerimi düşünürken... Ama sadece yazan, düşünen insanlar için değil, hepimiz için korku boyutu var, değil mi? Korku, inançsızlık, sevgisizlik. Hatta şurada konuştuklarımızın bile işe yaramayacağı düşüncesi. Bezginlik, küskünlük... Ben bunu kendi açımdan çok şiddetli değer kaybetmeye bağlıyorum ve bu noktada tutunmaya çalışıyorum. Öyle kısa sürelerle, öyle hızla her şeyin değiştiği ve hiçbir şeyin değişmediği gibi bir şeyi yaşıyoruz ki, bazen nasıl davranacağımı bilemiyorum. Bizim nasıl bir suç işlemiş olmamız lazım ki, bu kadar kendimizi aşan sıkıntılarla, sorunlarla baş başa kalıyoruz. Ahlakımız yok. Eski değerlerimizin yerine koyacak yeni değerlerimiz yok. Bazen bir ahlaksızlar kitlesiyle yaşadığımı düşünüyorum.
OP: Gençken roman yazılmaz diye bir kanı var. Bence ideolojik baskı aracı bile denebilir. Sen roman yazarken bu baskıyı yaşadın mı?
LT: Tabii. Roman yazma isteğimin ortaya çıkmasıyla bunun benim kişiliğime hiç uygun bir şey olmadığı tartışıldı. Birçok fazla kararlılık istediği, uzun ve çabalı bir zaman gerektirdiği söylendi. Çünkü kişiliğimle de bağdaştıramıyorlardı. Bunu ben de biliyordum. O tavra karşı çok şiddetli bir mekanizma oluşturdum. İspatlama arzusu... Çok gençtim. Önce öykü yaz, sonra roman yazarsın dendi. Önce neler okumalıyım ki sonra roman yazayım... Hafif bir gülümsemeyle karşılandı, ama ciddiye alanlar da oldu.
OP: "Roman gençken yazılmaz, hayatı tanımak lazım. Kırk yaşına gelip, hayatın sillesini birkaç yedikten, birkaç şirket kurup batırdıktan, hapse girip çıktıktan vs. sonra yazılabilir..." Bunlara tepki duyuyordum. Aksine gençken roman yazmanın avantajları var. Her şeye dışardan bakabileceğime inanıyordum. Belki o zamanlar içe kapanık olduğum için de, daha iyi gözlem, daha iyi iç gözlem yapabiliyordum. İç gözlemin roman yazabilmek için çok önemli olduğunu düşünüyorum. "Genç yaşta roman yazılmaz" biraz da Türkiye'ye özgü bir ideoloji sanırım. Batı edebiyatında çok genç yaşta roman yazan yazarlar var: Hemingway, Camus... 25-26 yaşlarında yazmışlar ilk ve en önemli romanlarını. Bu cesaret bize nereden geliyor? Belirli bir sanatlı söyleyişten herkes zevk alıyor da kimisi buna devam ediyor, kimi bırakıyor. Ben yetenek diye çok önemli bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Bu işle uğraşacak cesareti, tutkuyu taşıyanların, üretenlerin üzerinde bir zırh var. Bir yenilmezlik, bir korunma gücü. Mücadele etme isteğinden doğuyor bu. "Allah vergisi, şu yapar, şu doğuştan romancı" gibi baskıların çok fazla maddi temeli yok. Dışarıdan gelen, insanın içselleştirdiği inançlar bunlar. Sen roman yazacağım derken aslında roman yazma sorununu göze almak dışında, çevrendekilere şunu söylüyorsun: Ben roman yazacak ve bunu yayınlatacak bir adamım ve yapacağım bunu. Göreceksiniz. Bu inançların dışardan geldiğini öğrendikçe insan bir baskıdan kurtulur. Kendisi de yazar, çizer. Bütün insanlar sanatçıdır. Bana mimarlık yerine sanatı seçtiren ikilemde, ben gerçek hayatla düşsel hayat arasındaki seçimimi yapıyordum. Her sabah kıravatımı takıp, belirli biçimlere girerek, bunu sürekli olarak yinelemek beni son derece itiyordu. Yazı yazmak düşlerle, kendimle kalmaya daha çok olanak sağlayan bir varoluş tarzıydı.
LT: Günlük hayatın dışına çıkma isteği, birazcık da günlük hayatı etkileme isteği taşımıyor mu? Bende biraz öyle. Yazmaya karar vermem, artık hayatı böyle etkileyebileceğim ve değiştirebileceğimi hissetmemle ortaya çıktı. Hayatımın bir noktasında sezdim ki, insanın kendi dışındaki hayattan, mekanizmalardan, yapılardan oluşmuş hoşnutsuzluklarına, mutsuzluklarına karşı kendimi çok daha ciddi ve yoğun bir biçimde ifade etmemiştim. Bir mücadele aracı elime geçirmediğimde hayat boyu istemediğim biçimde biçimlendirilmem mümkün.
OP: Bence roman yazmak da, şiir yazmak da politik bir görüşü aktarmak için çok yeterli araçlar değil. Özellikle Türkiye'de sanıldığı kadar yeterli değil. Politik bir şey yapacaksam roman yazmam, doğrudan siyasetle uğraşırım. Romanın daha teknik, daha sanatsal olduğu hiç düşünülmüyor. Bütün Türkiye'yi kurtaracağım isteğine itiliyor yazar.
LT: Ben sanatı insanın kendini savunma aracı olarak görüyorum. Dünya yüzündeki tüm mekanizmalara karşı kendini koruma aracı. Bütün o yapıların kendi içindeki yansımalarına karşı bir savaş olarak karşıma çıktı. Ne kadar biçimlenmeye çalışmasak da, bütün o yapının bizim için de yansımaları var. Ona göre korunmalar kuruyoruz. Müthiş kalıplar vardı tepemde ve bütün o kalıpları yok sayıyordum. Aslında o kadar şiddetli etkilenebileceğimi sanmıyordum. Yazmaya karar verdikten sonra bunlarla çok yoğun çatışmalar yaşamak zorunda kaldım. Yani diyelim ki bir ev kadınının roman yazmasının tuhaf karşılanması, çocuğu olan bir kadının, üstelik genç bir insanın. Ayrıca edebiyat dünyası sanki kapıları çok zor açılabilecek kapalı bir yer. Oraya girmek, o kata yükselebilmek zor, hatta imkansız görünüyordu. Bir dolu şeyle karşılaştım. Onları zorlarken aslında kendi içimde de bir dolu şeyi zorladığımı, ayıkladığımı ve kendimi savunduğumu düşünüyordum. Bütün sanat biçimleri için denebilir ki, geri olanı değil, hayatı yeniden üretebileni, ileriye doğru değiştiren yanı insanın içinde diri tuttuğunu düşünüyorum.
OP: Öyle bir direnç olduğu için mi sanatı seçiyoruz, yoksa sanatı seçtiğimiz için mi öyle bir direnç geliştiriyoruz?
LT: Öyle bir direnç olduğu için.
OP: Politika ile uğraşmak ya da dolaysız olarak bu alana girmek bizi kendi korumak istediğimiz şeylere yakınlaştırır. Sanatı bir sürü nedenden seçiyoruz. Ama bir de başka bir şey var: sanatı seviyoruz, onu değerli görüyoruz...
HK&GG: Gençleri ayrı bir kategori olarak incelemeyelim. Ama gençler yaşadıkları pratikle, çevresindeki insanlara göre biraz farklılar. Edebiyat alanında ise yaşlılar belli bir etkinliğe sahip. Gençler daha olgun düşüncelere ihtiyaçları olduğu kanısındalar. Ve bu kanıyla her zaman o yazarlık, yaşlılık, olgunluk katına çıkma eğilimindeler. Halbuki sezgiyle yakalanan ve henüz tümüyle normlara yakalanmamış olan bazı şeyler var gençlikte. Bunlar hayatı değerlendirmede birtakım şeyler kazandırabilir. Burda bir kayıp var. Düşünce ürünü yayınlatmaya, bunlardan etkilenmeye sıra geldiğinde gençler olumsuz cevaplarla karşılaşıyorlar. Halbuki gençlerin hiç değilse gençlere gönderebilecekleri sezgileri, kaygıları geliştiricidir kanısındayız. Gençlerin şiirlerinin yayınlanmaması da bu bağlamda ele alınsa...
OP: Kabaca gençler yaşlı şairler tarafından etkileniyor ve kendi özleri, değerleri olan şeyler yaşlı şairlerin etkisi altında biraz siliniyor gibi...
LT: Yani o potansiyel biraz eriyor.
OP: Edebi etkilerle o potansiyel eriyor. Fakat ben başkasından etkilenmeden, bir şeyler öğrenmeden gençlerin kendilerini ifade edebilmelerinin çok zor olduğu kanısındayım.
LT: O potansiyelin erimesinin bir yansıması da masanın başına çekilip kendi hakkındaki düşünceleri ile baş başa kalmak... Böyle bir istek genç insanda doğuyorsa, o zaman ilişkilerin bütünü içinde insanın tam olarak kendisi olamaması diye bir şey var.
OP: Bu gençlikte de yaşlılıkta da sorun. Gençlikte hiç olmazsa insan bu soruna bir tepki duyma eğilimi gösteriyor. Çünkü insan aslında gençlikte "hiçbir şey" olmak istemiyor. Gençlik bir "hiçbir şey olmama" hali. Uzlaşmama, düzenin hiçbir yerine girmemek.
LT: "Hiçbir şey olmama" hali diyoruz ya, bir de gençliğin korkusuzluğu var. Belki de insan gençken dünyayı bütünsel olarak kavramamış olduğu için bütün o ilişkilerin ve yeryüzündeki bütün o mekanizmanın örtücü yanının pek farkında olmadığı için bir başkaldırı potansiyeli taşıyor. Giderek yaşlanmayla ortaya çıkan uzlaşma, mesela şiir yazmama durumunu da ortaya çıkartıyor.
OP: Belki de felaketin korkunçluğunun, başına gelebileceklerin farkında olmadığı için. Fakat bence daha çok dışarda bulunduğu, kaybedecek çok az şeyi bulunduğu için fazla cesarete sahip olabiliyor. Kaybedecek bir şey yok gençliğimizde. Ama biraz yaşlanmaya başladığımızda "karım ve çocuklarım var" oluyor.
---
Kaynak:
Kemal Gürses & Hakan Keni, "Olamaz! İki genç yazar ünlü oldu", Gençlik ve Toplum, Sayı 2, İstanbul: İletişim, Nisan 1984.
Commenti