top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Eşikte

"Yaşamakta olduğum kemik ve etten olma bu coğrafyayı yadırgıyorum. Öyle uzağım kendime. Üstelik nereyi özleyeceğimi de bilmiyorum."

Serpil Canalan

Belki de arsız bir ayrık otunun inadı, bir ladinin yaprağı, bir köpeğin sesi, bir sandalyenin ayağı, karıncanın soluğu, iflah olmaz yaraların mikrobuyum. Ya da bir kedinin ürkekliği, salyangozun salgısı, bir nehrin kuraklığı, dağlarda göz değmemiş bir çakıl taşının bekleyişiyim. Bundan sebep yaşamakta olduğum kemik ve etten olma bu coğrafyayı yadırgıyorum. Öyle uzağım kendime. Üstelik nereyi özleyeceğimi de bilmiyorum.


Salonda karşımda duran kanepe, kitaplardan örülü duvardan görünmüyor. Her bir kitap, beni çok uzaklara, bir yanıyla da uzaklaştıkça kendime yaklaşmaktan kaçamayacağım yerlere ‘gitmek’ ihtimali. Yaşamı her yönüyle tartıp en nihayetinde bir boşunalığa bağlıyor, ömrümün yaşamak istediklerime yetmeyeceğini hissetmeme karşın uzunca bir zamandır olağanca gücümle sadece duruyor olmama öfkeleniyorum. Elimdeki şarap kadehini var gücümle sıkıp ağzımdaki sigarayı adeta emerken; çocukluğuma ait birtakım kokularla derinlerime doğru büzülüyorum. Adını koyamadığım bir kasvet ve kaygıyla. Ama bilirim hepsi bahane, belli ki kendime zorbalık etmeye yer arıyorumdur. Bir an önce kalkıp hem bu savaş alanına dönmüş evi hem de kendimi toplamalıyım diye düşünürken; zil çalıyor. Benim kapı değildir. Bir daha çalıyor. Benim kapı. Kim olabilir diye düşünemiyorum bile çünkü aklıma gelen biri olmayacak kadar kendiyle kalakalmış biriyim. Belki de “yapayalnızım” demek daha doğru ancak apartmanın üstüme yığılmasına yetecek kadar güçlü olduğuna inandığım bu kelimeyi, zihnimden savmalıyım. Savmaya çalıştıkça kelimenin her bir harfi içimde şeddeli yankılanıp daha bir güçleniyor. Kapı bir daha çalıyor. Kelimeden kaçıp kapıyı açıyorum. Titrek elinde bir tabak dolusu irmik tatlısıyla üst katımda oturan Emine Teyze, pardon Hacı Nine. Bayramda kapıya gelen çocuk sevimliliği ile huzursuzluktan şişmiş gözlerime bakıyor ve gülümsüyor. Besbelli yakını görmüyor, görmüş olsa kandilin mübarek olsun kızım, demezden önce; dilinden evhamlı bir nasılsın, dökülecekti.



Konuşurken avurtları çökük dişsiz ağzında sanki bir şekeri eritiyor. Elindeki tabağı alıp ayakkabılığın üstündeki dağınıklığın üstüne bırakıyorum. “Bir iki kez yokladım, yoktun. Panjurları açık görünce... Hah, dedim dönmüş. Evde.”


Döndüm ya... Kendimden kaçıp yine kendime döndüm. İnsanın kendinden başka dönecek, varacak bir yerinin olmamasını bile bile gitmeye yeltenmesi ne budalalık... Estağfurullah. Sana değil kendime güldüm. Bugünlerde kendime karşı çok saygısızım. Ama hakiki, içten bir saygısızlık, saygı duyma kaygısı ve zorunluluğundan çok daha iyi değil midir? Zaten evdeydim Hacı Nine. Yirmi dört gün, yirmi dört gecedir evdeyim de aydınlıktan korktuğumdan ne panjuru ne ışığı açabildim. Sanki azıcık ışıkta dahi eriyip gidecek kendimden geriye kalan -yine de üstüne titrediğim- bu yokluk. Ki o da savruk... Sanki tükenmişliğimden doğan zavallılığa vurunca güneş, büsbütün parlayacak, kendime olan uzaklığın gerçekliği çoğalarak kanlanacak, katılaşıp bir kemik gibi uzuvlanacaktı gövdemden. Korktum ama gayretle. Yokluğumu olsun yaşatmak istedim. Sahip çıkıp kabullenmeyi denedim ki ne kadar varım? Kandil çarpsın bilmiyorum.


Ama sen, içimin sokaklarında kaybolurken ben, kapıma gelip var mıyım diye bakmışsın. Gözlerim doluyor. Çocukluğu bırakıp aklı başında genç bir kadın gibi davranmalıyım. Şu halime bak, hanım hanımcıklığımdan eser kalmamış. Serseri erkeklere özgü bildiğin tütün ve alkole bulanmışım. Sarılsam sana, günah kokarım. Hiç yoktan abdestin bozulur, şeytan düşer diline. Bütün gece şeker hastalığından sebep kupkuru damağını şaklatıp tüküre tüküre kovmaya uğraşırsın üstüne saldığıma inandığın uğursuzluğu. Dualarla yıkanırsın. Kapıda durma, içeri geç, desem... Evin hali sen gibi kadına küfür sayılır.

-Tarçın sever misin bilmem ama bol serptim.

- Ha …? Tarçın sevilmez mi ya... Çok severim.


Tarçından nefret ederim. Her şey yolunda giderken ansızın seni esir alan bir düşüncenin zihnine çelme takması gibi boğazımı tıkar, nefesim kesilir.

Böyle eşikte kaldın... Evin halinden, kendimden çekinmesem de buyur etsem.


İçeri girmişsin. Etraftaki şişelere, içeriye sinik birbirini doğurmuş kesif kokuya, kitaptan duvara aldırmadan; bazen insan kendini bitirmeye deşer, dağıtır, savurur, kaybeder, arar, bulur, bulduğunu beğenmez. Olur öyle gibilerinden deyip anaç bir bilgelikle aklımın kusmuğu kelimelerle dolu buruşuk kağıtların; anne ve babama yazdığım fakat yıllardır bitiremediğim belki de hiç tamamlanmayacak ve gönderilmeyecek o itiraflarla dolu mektubun yanına ilişmişsin. Tarçının faydalarından başlayıp bugün ettiğin duaların nakaratıyla kaynattığın reçelleri, konserve için şişeleri nereden daha ucuza aldığını iştahla anlatırken; birden bana doğru yakınlaşmış cımbız değmemiş bıyıklarını titreterek senden kaçırmaya çalıştığım yüzümü muayene eder gibi dolaşmışsın. İyi olmadığımı anladığını düşünmüş, günlerdir yazdıkça içinde boğulduğum mektuba bakıp çığlık çığlığa ağlamanın sınırındayken; sen, gözlerinin akı pek sarı be kızım, diyebilmiş, kansızsın belli, sabahları aç karnına pekmez kaşıkla, deyip ben de sen yaşlarda hep gençliğime güvenir bana bir şey olmaz derdim, diye eklemişsin. Öyle inançlısın ki üç kaşık pekmezin beni iyi edeceğine. Ben ise öyle uzağım ki iyiye. Yine de bana da bir bahane gerek. Bir yalan. Üç günlük dünya... Boşlukta salınıp duran isimsiz yokluğuma, kırk yıllık yaşımın elinden tutmuş, beni geçmişin kokularıyla kabustan kabusa dolaştıran, ebeveyn iktidarı altında yaşlanmış çocukluğuma mı ağlayacağım? diye içimde kaynaşıp ümüğüme oturmuş garabet cümlelere posta koymuş, mutfaktaki kırık tabak çanağın içinden geçip ibriği yamuk çaydanlığın altını yakmışım. Nasılsa çay bizi inkarla eşit kılacak. İçimizin saklısını, tenhalığını yok sayan dilimizi gündelik lakırdılarla kendi rengine, bilindik tadına, sıradanlığına boğacak ki; bir evde her şeye rağmen çay demleniyorsa hala umut var demektir. Fakat çay kavanozunu güveler istila etmiş. Umutsuzluğumun meyvesi güvelerin azimli kıpırdanışını kıskanmam gerekir ama aksine içimde köksüz bir sızı depreşiyor. Bir bardak çayın eksikliğini hissetmeyecek kadar tuhaf biri, diyeceksin içinden belki de...


Hastaydım, ciğerlerimi üşütmüşüm deyip içimin zehrine ihanet etmiş, yalan söylemişim ustalıkla. Kitaptan duvarı birkaç kalıp eksiltip karşındaki kanepeye; saatler önce makarna olarak tanınan safran sarısı kusmuğun üstüne oturmuşum. Ses etmiyorsun halime ama ben yine de utanmış, içimden çıkanı saklamışım. Oysa utanmamayı başarmak, bileğinde sallanan tespihin aramıza saldığı soğuk duvarı yıkmaya istekliyim. En nihayetinde sen de insansın üstelik de bir kadınsın ki biz; sezgiden kemiklenmedik mi? Senden saklanabilir miyim? Ya sen, saklana saklana unutan, unutulan! Hiç mi düşman olmadın kendine, hep mi şükrettin iyi ki varım, nefes alıyorum, sağlık olsun diye? Hep mi tanıdın kendini? Bir an olsun, bu et kimin? demedin. Bir gün olsun, saçlarını yolasıya delirmedin? Camı ardına kadar açıp bir hayvan gibi böğürerek, kendine, dünyaya, Tanrı’na kızıp, öfkeni kusmadın? İçinden geçti de tövbe estağfurullah çekip, kovdun mu içini?


“Hav hav da hav hav! Ah! Ah! Kulaklarıma işlemiş. Şu benim karşıdakinin iti, uyutmuyor be kızım. Merhamet edip almışsın iti eve ama ya komşu hakkı? Sabahlara kadar gözüm uykusuz, bana edilen eziyetin günahı kime sorulacak?

Kimi zaman o köpeğin sesinden istifade havlıyorum. Hav hav da hav hav! Tutamıyorum içimin isyanını. Ne kadar yürüsem ne kadar koşsam da hayata ve kendime hep geç kalacağım gerçeğini bir anlasam. Hayat, hiçbir zaman kol kola aynı yolda yürüyeceğimiz bir dost olmayacak. Ya gerisinde ya ilerisinde kalacağız. Ama her ikisi de bir yetişememezlik...


Bu bilgiye rağmen neden sakinleşip, kendimi ve yaşamı olduğunca, senin yaptığın gibi kabul etmeyi başaramıyorum? Ah! Hacı Nine, ağzımın tadı yok nicedir. Dilim pas, sözüm mekruh. Yaşam, bitimsiz bir yolculuk ve ben bir saksı gibi pencere kenarında oturup kendimi bekliyor, imkansızı mırıldanıyorum. Belki her insan, yüzünü bir mevsimde görür. Benim aynam da sonbahardır. Yaklaşırım, şöyle bir buğusunu alırım yansımın. Yüzümün izi, geçmişi hikâye eder, anlatmaya başlarım. Anlattıkça ah’lanırım ki insan, kendinin meddahıdır. Kurgular, işite işite inanır diline. Hiç inanmamış gibi yeni bir kurguya bozar dinlediğini. Geçmiş, geçip gitmez. Alacaklıdır. Geleceği istila eder, hakla. Az sonra bir yağmur gelir, suyunda soluklanırım. Bazen ağlar, bazen kederimden paklanırım. Bir bakarsın baştan aşağı seni örten şu entari gibi griye çalmışım. Alıp başımı rengin karanlığına yaslarım. Orada bir rüya görürüm. Karanlık bana bir korku doğurur. Al da yaşat bu piçi, der. Yorulur, yorulurum. Yorgunluk anadır, zulmü pışpışlar... Zulüm babadır, buyruk olur. Baba ağacı öldürür, yontar. Ana, el nuru, korku hüneri sivriltir. Ölü ağaç, kargı olur. Kargı, yara açar. Yara, evlattır; kanamaya yaşar.


Uyanırım, o rüyayı örtünür, bir de öyle aldanırım kendime. Peki sen? Sen hangi mevsimde açar, hangisinde kapanırsın kendine? Neyi dert edersin yüreğine?

“Hayvanla derdim yok benim, Allah’ım şahit. Ama evin içinde olmaz be kızım! Vallahi haram, eziyet!”

“İnsanın kendine ettiği eziyet… Sahi kime sorulacak bu eziyetin?”

“...Değil mi ya? Köpeğin salyası necistir yavrum, melekleri savar a kuzum. Olmaaz!”

Meleklere inanmışlığım vardır. Yedi yaşlarındayken, gökte yaşar sandığımdan boynum ağrıyasıya meleklerin yuvası bildiğim göğe bakardım. Parlayan yıldızları yuvanın açılan pencereleri sanırdım. Işığına fısıldayıp melekleri; annem ve babam ölsün diye uyandırmaya çabalardım. Anne ve babam benim ilk tanrılarımdı. Yapma, etme, kalk, otur, kırma, dökme, kesme, bağırma, ağlama, gülme! Emirlerine kulluk etmekten caydığım, putlarını yıktığım tanrılarım. Ama yıldızlar uyanamayanmış. Kızma, onlara ölüm dilemiyorum artık ama yaşamış olmalarına da sevinemiyorum. Bu daha ayıp daha mı günah?


“...Sevabından eksiltirsin. Olacağı bu. Günah… Bu dünyanın öte dünyası da var…Unutmamak gerek.”

Unutuyorum… Bazı geceler, sol kolumu yok olasıya unutuyorum. Ah! gece, insanı her şeye inandıran, o her şeye gebe, her şeyi mümkün kılan karanlık. Onca karanlık içinde bunca şey nasıl görünür olur? Asıl aydınlık mıdır ki saklayan? Bilemiyorum. Sabah ise şöyle der; kolun var iken kolsuz gibi yaşamak niye? Geceye kanmış olmaktan utançla şaşırarak uyanırım. Gecenin kendine özgü gerçekleri var işte, desem de koca bir geceyi kolsuz geçirmişliğimle kalakalırım. Parmaklarım küser, bilekten bilir suçu. Bütün gün, tanrısı bileğe itaatsizlik eder ya da buyruğun tersini eyler. Kırar, döker, keser, kanatır. Ah! Hacı Nine, ben mi eziyet ederim bu ete yoksa; etin kurbanı mıdır şu delibozuk ruh?


“Şu poşetlere bir el atıversen de yukarı kadar çıkarsak?”

Taze kokan, özenle seçilmiş tarla biberi, domates, nane, roka, bal kabağı dolu poşetlere eğiliyorum. Merdivenlerden çıktıkça, kambur bedeninden yayılan hacı misinin her bir notası yaşlılığının özgül kokusuna karışarak genzimi dolduruyor. Bu koku bana çocukluk zindanımın gardiyanlarını; annem ve babamı anımsatıyor. Midem bulanıyor. Bir aralık tırabzanlara dayanarak nefeslenince sen, otomat ışık sönüyor. Aşağıdan bakıyorum sana. Griliğin içinde yüzün, beyaz bir ampul gibi. Minicik gül kurusu saten şortuma gözlerini imalı kısıp; git de bir eteklik çek altına, der gibisinden bakıyorsun bana! Bacaklarımdaki çizikleri fark ettiysen beni anla! Anlamasan da ne oldu? diye sorma. Temizlik yaparken masaya çarptım diye yalan söylemeye gücüm yetmez ama aldım elime meyve bıçağını tahta ustası gibi usul usul oydum tanrıların diline dolanmış etimi diye doğruyu da diyemem sana. Hoyrat bir sevişmeden kaldı, derim havlar gibi ‘pat’ diye. Bekar kadınlar da sevişir, diye hiçbir işe yaramayacak cümleler kurarım! Ahlaksızlık mideni bulandırır, kaldıramazsın namussuzluğu. Başın döner, kukla bir bebek gibi merdivenlerden tepetaklak düşersin.


Dizlerini tuta tuta çıkıyorsun basamakları. Nefesin tiz bir ıslık çalıyor. Bacaklarımın çıplaklığından uzaklaşmak için steril günlük hayatını anlatmaya koyuluyorsun yeniden. “Sabah namazından beridir ayaktayım. Lokma dökeyim, dedimdi. Hamurunu et, kızart derken ezan okundu öğlen namazına abdest aldım. Sonra bizim Hacer’ e kadar vardım. Karakol sokağında oturur. Üç çocuklu dul bir kadın. Az biraz lokmayı, biraz da geçen yıldan kalma kuru dolmalığı poşetleyip evlerine vardım. Görsen perperişanlar. Dayanamadım çıkarken biraz da para bıraktım. Emekli maaşının sadakası ne olursa işte. Öyle de olsa fukarayı sevindirmek ibadettir. Rabbimin hoşuna gider. İyilik et ki iyilik bulasın, ahiretin temellensin değil mi ama? Ama Hacer’den umut yok. Allah var midem bulanıyor o karıyı görünce. Çocuklarının alnına kara çalan ana mı olurmuş heç? Yine fingirdeşiyormuşsun Metin’le! diye eşikte yosmanın kulağına fısıldayıp bir yoklayıverdim. Yok tövbe Hacı Nine, yok öyle bir şey, deyip lafı savsaklayarak parayı o aşüfte kırmızısı elbisesinden taşan memesine iştahla sokuşturuverdi. Ah! Ah! İnanır mıyım? Allah korkusu yok ki...Nikahsız, usulsüz herifle hayat yaşıyor, tövbeliyim diyeli üç ay oldu ama lafı geliyor kulağıma. Görenler var. Aman ocakta yemeğim var deyip bahaneyle çıktım. Eve vardım. Abdest aldım. Derken ikindi namazına durdum. Üç dua da Hacer’e okudum. Allah affetsin, doğru yolu bulsun inşallah, diye.”


Mütevazi bez çantandan çıkardığın anahtarla önce kapının demir siperini, başka bir anahtarla da Arapça ve Türkçesi ile yazılı “Allah’ın dediği olur.” tabelasıyla kapının kendisini açıyorsun. “Oh! Çok şükür.”


Ne garip... Bu kapıdaki cümle; itiraz etme! Anne-babanın dediği olur, diye yankılanıyor bilincimde. İçeriden beyaz sabun, naftalinle karışık yine o hacı misi ve yaşlılık kokusu çarpıyor yüzüme. Yaşlılık düzenli olmana engel olmamış. Aynasız portmantonun bölmelerinde kar gibi dantelaların üstünde pötikare gri muflon hiç giyilmediği belli terlikler. El değmemiş, ayak basılmamış bir yaşam... Yerde serili kahverengi motifle kaplı otantik bir halı, tertemiz. Yıllar önce aldığın ancak bir türlü eskitemediğin, bir başınalığının genç kalan halısı. Beyaz badanalı duvarda sarkaçlı saat, yedinin üstünde bağırıyor. Telaş ve kaygıyla poşetleri elimden yaşından beklenmez bir çeviklikle kapıp içeri alıyorsun.


“Oh! Çük şükür. Aman akşamı kaçırmayayım. Böyle eşikte bıraktım seni de kusura kalma.”

diyerek kapıyı kapatıyorsun. Hacer’in tanrısı olarak, tanrıların tanrısı yüce tanrına doğru yola çıkıyorsun.


Kapı kapanınca, zihnimi bulandıran bütün kokular bıçak gibi kesiliyor. Özgürleşiyorum. Yirmi basamak, bir kat inip eve giriyorum. Güvelerin kaynaştığı çay kavanozunu açıp suyun altına tutuyorum. Birkaç ürkek güve, havalanıp uzaklaşıyor. Kavanozda kalanların suyun yüzeyindeki çırpınışlarını seyrediyorum bir süre. Birkaç dakika sonra artık hiçbiri hareket etmiyor. Ayakkabılığın üstündeki irmik tatlısını kucağıma alıyor, salonda kanepenin üstündeki kusmuğun yanına oturuyorum, göz ucuyla da mektubun sayfalarına bakıyorum bir süre. Bu sayfalardaki itiraflar mı beni iyileştirecek olan?


Ayak sesleri işitiyorum. Gözlerimi tavana çeviriyorum. Kulaklarımla Hacı Nine’nin oradan oraya sürüdüğü adımlarını takip ediyorum. Banyodaki borulardan duayla karışık akan suyun gürül gürül sesine odaklanıyorum. Islık çalan nefesi arada bir gök gürültüsü gibi öksürüklerle boğuluyor Hacı Nine’nin. Namazı kaçırmamak için var gücüyle çiğ beyaz ayaklarını ovuyor, ovdukça eti gıcırdıyor. Pörsümüş parmaklarından dizine kadar siyah bir çorap geçiriyor. Nasırlı ellerinin çorabın dokusunda gezindikçe çıkardığı tırtıklı sesler, ağzında mırıl mırıl işlenen duaları bir makas gibi kesiyor. Salona doğru yürüyen ayakların peşine takılıyorum. Duvarı gören güney cephede duran sıska titrek beden, arada bir ikiye katlanırken yaşlılığın ayrı bir yaşam olduğunu imleyen sırtında vücutlaşmış, kendisini doğuran ömre itaat etmekten başka çaresi kalmayan kamburdan hım hımlı sesler yükseliyor. Gözler, seccadenin üstündeki cami minaresinde. Minareden sarkan bir sarkaç, sarkacın ortasında Arapça bir yazı, Hacı Nine’nin zaten kapanmakta olan gözlerini iyiden iyiye yoruyor. O sırada ağız; kapısı olduğu vücudu, vücut ise çatısı olduğu bu ruhu saklayacağına ve sakladıklarını unutacağına yeminler ediyor. Aşüfte Hacer’i de unutmuyor ve şöyle anıyor: “Rabbim, Hacer’i de biz gibi saklanabilenlerden eyle! Âmin” Hacı Nine, namazdan yorgun kalkıyor. Hemen iki adım ötedeki divanın üstüne unutacaklarından geriye kalanların güçsüzlüğüyle yığılıyor. Parmaklarına doladığı tespih, otuz üç kere “Süphanallah” diye şıngırdıyor. Yirmi dokuzuncu “Elhamdülillah”da tespihin şıngırtısı kesilirken, Hacı Nine’nin horultusu başlıyor. Bıyıkları titreye titreye bir rüyaya hicret ediyor. Rüyada, gündüz midesi bulanarak terk ettiği o yerde, Hacer’in evinde sofra hazırlıyor. Sırtında Hacer’in degaje yaka o aşüfte kırmızısı elbisesi, yakasından fırlamış göğüsleri hoplayıp duruyor. Masada küçük bir şişe rakıyı bir tencere dolu dolma ve bir tabak helvayla özenle buluşturuyor. Çay bardaklarındaki rakıya suyu ekleyip şöyle ucundan keyifle yudumlarken; namussuz Metin, camı tıklatıyor. Hacı Nine, başındaki örtüyü omuzlarına indirip saçlarını şöyle bir havalandırırken adama kapıyı açıyor. Adamı yakasından tutup tutkuyla içeri çekiyor. İçtiği bardaktan ona da içiriyor, helvadan kaşık kaşık bıyıklı ağızdan içeri tıkıyor. Çok geçmeden anason kokusunun baygınlığıyla oracıkta sevişmeye başlıyorlar. Hacı Nine, sayıklayarak içini, içini gıdıklayan kösnül sızıları, gençliğini, itaatsizliğini, adamın sesini, soluğunu, dokunuşlarını, özlediklerini rüyadan “Estağfurullah” çekerek kovmaya çalışırken ben; panjurları kapamakla, balkondan sarkıp avazım çıktığı kadar havlamanın eşiğinde, kucağımdaki irmik tatlısının tarçınını ayıklamaya koyuluyorum. Bir yandan da az önce çay kavanozunu musluğun altına tutarken kaç tane güveye tanrılık etmiş olduğumu düşünüyorum.

-gamma.jpg
bottom of page