top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

"Susadığımız şeye ulaşmak için betonu kırmalıyız!"


"İlk romandan itibaren beden-mekan, beden-iktidar ilişkisi üzerine çalışıyorum. Bana göre mekanlar bedenin üzerinde geri dönülmez erozyonlar yaratıyor. Özellikle kurumsal mekanlar. Lojmanlar, devlet daireleri, okullar vs. devletle ilişkisi olan her mekan bedenin üzerine çöküveriyor ve bedeni toplum içinde konumlandırıp isimlendiriyor." Ebru Ojen, üçüncü romanı Lojman üzerinden beden-mekan, beden-iktidar ilişkisine, doğallıktan tamamen uzaklaşmış/uzaklaştırılmış bütün ikili ilişkilere, kış mevsimine ve Erciş ovasının karlarına uzanan düşüncelerini Efnan Atmaca'ya anlattı.




Efnan Atmaca

‘Lojman’da baştan sona bir sıkışmışlık duygusu hakim. Mekandan karakterlere kadar kapana kısılmışlığı vurguluyor. Neden böyle bir vurguyu seçtiniz?


İlk romandan itibaren beden-mekan, beden-iktidar ilişkisi üzerine çalışıyorum. Bana göre mekanlar bedenin üzerinde geri dönülmez erozyonlar yaratıyor. Özellikle kurumsal mekanlar. Lojmanlar, devlet daireleri, okullar vs. Devletle ilişkisi olan her mekan bedenin üzerine çöküveriyor ve bedeni toplum içinde konumlandırıp isimlendiriyor. Siyasi politik bir anlamı olan aile kavramı ise mekanların uzantısı olarak bedenimizi eğip büküyor, bizi organize ediyor ve tat kaçıran bir pasta kalıbının içine yerleşebilmemiz için bizi şekilden şekile sokuyor. Beden ve zihin en güçlü ve karmaşık ilişkisiyle pasta kalıbının içinde kendine özgü şeytaniliğini devşirerek bir yer kimliği ediniyor.


Bu durum bana ilgi çekici geliyor. Diğer yandan kapana kısılmış olmak aynı zamanda bize bu kapandan çıkmak için adım attıracak hareket etme irademizin olduğu bir pozisyon. Biz bunu aşalı çok oldu. Bizi sıkıştıran yapı artık form değiştirdi. Somut olarak etrafımıza örülmüş değil de daha akışkan, görünmeyen ve müdahale edemediğimiz, irade koyamadığımız bir hal aldı. Bu bağlamda bedenimizin bize anlattığı şey nedir? Cinsiyetlerimizden öte bir şey var bedenimizde? Bazı sırlar gizliyor. Bize dokunan düşmanın izlerini sürebilmemiz için en gerçek zemin olarak kendini sunuyor. Lojmandaki sıkışma hissi bize ipuçları verebilir. Takibi zor olsa da o izi sürmeliyiz.


"Kalıplaşmış, klişeleşmiş, yüceltilmiş anneliği sorgulamakla birlikte metnin esas meselesi bunu yaratan koşulların kendisini anlamaya çalışmak."

Kitaplarınızda kabul edilmiş kalıplara karşı bir ton duyuyoruz. Bu kez de anneliği sorguluyorsunuz. Dayatılmış bir annelik tonu olduğunu mu düşünüyorsunuz?


Aslında asıl meselesi bu değil romanın. Anneliği sorgulamak değil. Annelik bu romanda beni çok da ilgilendiren bir konu değildi. Ben ilk başta dediğim gibi beden-mekan, beden-iktidar ilişkisi üzerine yazıyorum. Elbette bu başlık bize çeşitli kavramların kapılarını açacaktır ki bedenin üzerinde tahakküm kuran yapılar doğallığında bir bozulma, deforme olma durumu yaratıyor; annelik kavramı da bu bozulmanın dışında değil. Kalıplaşmış, klişeleşmiş, yüceltilmiş anneliği sorgulamakla birlikte metnin esas meselesi bunu yaratan koşulların kendisini anlamaya çalışmak. Özellikle annelik üzerine düşünmüyorum yani. Ele geçirilmiş bir coğrafyada devletin kurumlarının bedenin üzerindeki etkisini düşünüyor, yazıyorum. Asıl meselem budur.

Anneliğin ötesinde kadınlığın sorgulamasına geliyor kitap. Kadına şiddettin sosyal medya sayesinde belki ilk defa bu kadar görülür olduğu dönemde kadınlık için yeni bir tanım gerekir mi?


Anneliği sorgulama derdinde olmadığı gibi kadınlığı da sorgulama derdinde değil Lojman. Adından da anlaşılacağı gibi künt mekanı mesele edinmiş bir metin. Künt mekan sadece kadın olma halini değil insan olma halini de ortadan kaldırır. O sebeple kadınlık için yeni bir tanım aramaktan ziyade bize durmadan tanımlar aratan şeyi görmemiz gerekiyor.


Kitap katman katman örülmüş. Annelik, kadınlık, anne-çocuk ilişkisi, insanlık, yaşam ya da yaşamama hakkı. Anne-çocuk ilişkisinden devam edersek günümüzdeki çocuğu her şeyden üstün tutan ve onunla iletişim kurmak yerine ona hizmet etmeyi tercih eden ilişki şeklinin sahtelik barındırdığını mı düşünüyorsunuz?


Anne çocuk ilişkisi karmaşık bir ilişki. Bizi sarmalayan hareket etmemizi engelleyen şeylerin arasında bu ilişki de var. Bana sorarsanız çok sevmediğim bir ilişki türü bu. Hep altında çıkar alış verişi sezerim. Genetik uzantıya değen gurur dolu bakışlar, çocuğun üzerine serilmiş görünmez iyilik perdesi ve çocuğun bundan sonuna kadar beslenmesi. Bana nedense sevimli gelmiyor. Sahtelik barındıran şey anneliğin kutsanması. Kutsal annelik mahvımıza imza atan yegane kavramlardan biri. Bu lanet olmasa belki de hayatlarımız bu kadar karmaşık olmazdı.


Katmanlardan devam edip kadını da bir tarafa bırakıp insana yönelirsek, insanlar kendilerini dürüstçe ifade etmek yerine toplumsal kabul edilmiş davranış kalıplarına mı giriyor ve bu kalıplar onları tüketiyor mu?


İnsan düşmüş düşürülmüş ve bu hale teslim olmuş bir canlıdır ya da Foucault’un deyimiyle icad edilmiş bir varlıktır. Bu anlamda tek tek bireylerin üzerine düşünmüyorum, bunun yerine onları oluşturan, özneleştiren yapılar üzerine düşünmek daha işlevsel geliyor. Evet insan olmanın bir formu var, her zaman vardı. Ama aynı zamanda da dönemin ruhuyla sürekli değişen bir form bu. Dönemi anlarken insanların sergiledikleri davranış kalıplarını eleştirmeliyiz, fakat bunun bir mekanda zamanda bir dünya görüşünün kanatları altında icra edildiğini de unutmayalım.

Kitap için mekan olarak neden Erciş Ovası’na bakan küçük bir köy okulunu ve atmosfer olarak karlı kışı seçtiniz. Kahramanların kendi içsel sorgularını daha iyi yapmaları için mi?


Erciş ovasını Van’ı çok yakından tanıdığım için seçtim. Beden- iktidar- devlet ilişkisinin en açık şekilde görüldüğü coğrafyalardan bir tanesi Van. Süphan Dağı, Van gölü ve gözalabildiğine düzlük. Uzun yıllarım geçti orada. Babam devlet memuruydu. Lojmanları çok iyi bilirim. Benim üzerimdeki etkileri de yadsınamaz derecede çoktur. Erciş ovası, üzerine düşündüğüm, anlatmak istediğim beden-mekan ilişkisi için, romanın tavrındaki kontrast için çok uygun bir alandı.


Uçsuz bucaksız doğa manzarasının ortasına yerleştirilmiş bir lojman bize ne yapar? Roman kahramanlarının fiziksel ve zihinsel olarak geldikleri noktadan lojmanın bize yaptıklarını açıkça görüyoruz. Hareket etmemizi engelleyen asıl şey nedir? Ve biz bu mekanizmaya neden maruz bırakılıyoruz? İngilizcede bir kavram vardır; institutionalized. Kurumlaşmak diye çevirebiliriz. İnsanların içinde bulundukları yapıların fiziki ve idari kurallarına zamanla intibak ederek onun aynısı olması yahut ondan kopamama durumu. Bu bağlamda romanda Yasin karakterinin lojmanın dışında olduğu halde bir dürtüyle lojmanın etrafında dönüp durma isteğini görürüz. Bu bize Yasin’in çoktan kurumlaştığını gösterir. Lojmanlar bizi kurumlaştırır ve oraya ait kuralların bekçisi oluveririz. Lojmanın kapısından dışarı adım attığımızda karşılaştığımız doğaya teslim olamayız ve çok geçmeden kendimizi tekrar lojmanın içinde oraya tutsak halde buluruz.


Kışı seçmemin sebebi ise tamamen kendime işkence etmek. Kış mevsimini özellikle de karı hiç sevmem. Soğuktan nefret ederim. Kendimi kaçışı olmayan bir atmosfere sıkıştırmak için en uygun mevsim kıştı. Ayrıca Lojman denilince benim aklıma zaten harika bir bahar ayı gelmiyor, bu bakımdan kış ve lojman çok uyumlu ikili oldular.


Kitaptaki anne çocuklarının birincil ihtiyaçlarını dahi yok sayıp kendiyle meşgul olmayı seçiyor. Siz bunu anlatırken bencillikle dürüstlük arasında bir tahteravalli gibi anlatıyorsunuz. Aynı şekilde çocukların anneleriyle ve birbirleriyle ilişkilerinde de sevgi, nefret ile ihtiyaç arasındaki gidip gelen tahteravalli var. İnsanların öfke birikimine bunlar sebep oluyor?


Anne çocuk ilişkisi de dahil şu anda bütün ikili ilişkiler doğal olmaktan uzakta. Bu dengesizlik ve dengesizlikten kaynaklı ruhsal git-geller bu yüzden. Tahakküm altındaki bedenlerin geldiği nokta bu. Bundan kaçamayız. Yapılması gereken şey yıkmak. Susadığımız şeye ulaşmak için betonu kırmalıyız.



"Sürreal alan bana göre okuyanı yahut göreni daha fazla gerçekle yüzleştiriyor. Bana bunu neden yaptığımı sorduğunuzda size en basit örnek olarak dili verebilirim. Dil dediğimiz şey sürrealdir. Onu kullanmaya adım attığım andan itibaren beni bildiğim gerçeklerden ayırıyor."

Albert Camus, “Hakiki ve ciddi bir tek felsefi sorun vardır: İntihar” der. Siz de kitapta bunu sorguluyorsunuz. Neden böyle bir sorgulamaya giriyorsunuz?

İntihar ilgimi çeken bir konu. İnsanların çoğu gibi ben de içsel barışımı intiharı düşünerek sağlıyorum. Bu elbette intihar edeceğim anlamına gelmiyor ama demem o ki Lojmanlar ve onun türevleri bedenimi, dolayısıyla zihnimi tahrip etti. İntihar için başlangıçta benden daha detaylı düşünen insanlar bedenin patalojik anatomisinden kaynaklanan marazi bir eylem olduğunu söylüyorlardı, sonra her düşünce gibi bu da değişti ve şöyle konuşmalar duyuldu; intihar bir yozlaşma semptomu ya da yapısal bir zayıflıktır. Bunları kabul edebilirim. Hepsi benim varoluşumla ilişkimi bir şekilde açıklıyor. Ben tutkularımı uygun sınırlar içinde tutmaya meyilli biriyim. İntihar için ne denirse densin benim düşünsel kartezyenimde intihar libidinal bir alanda yer alıyor. Belki de hiç gerçekleşmeyecek olan ama dipte bir yerde beni olmadık anlarda dürten bu hisse sebep ne? Sebebinin iktidarın bedenimdeki etkisi olduğunu düşünüyorum ve bu etkiden kurtulamıyorum. Dokunduğum hiçbir gerçeklikte bu derece yüksek bir boşalma duyumsamıyorum. Çünkü Künt mekanı manzarama diken güç şunu istedi; kendi istemediği sürece ölmememi ve ona en uygun şekilde hizmet etmemi. Bense intiharı düşünerek buna karşı çıkıyorum. Çünkü onun üzerine düşünmenin bir başkaldırı gibi beni özgürleştirdiğini hissediyorum.


Romanlarımda karakterlerin bir şekilde intiharla ilişkili olmasına şaşırmamak gerek. Selma’ya ve intihar düşüncesine gelirsek burada şunu görmemiz gerekiyor; Selma arzuları, tutkuları güçlü bir karakter. Ancak intihar fikrinin doğduğu yer tam da bunlara ulaşamadığı, arzularını tatmin edemediği, hareketsizce, eylemsizce nesnelleştirildiği yer. Burada aklıma Nietzche'nin aslanı geliyor. Parıl parıl parıldayan ejderhanın “yapmalısın’ı” karşısında “istiyorum’u” dayatan aslanı.


Ama yine de kitaplarımdaki asıl mesele bu değil. Özellikle "Lojman"ı kadın meselesi ve intihar üzerinden okumak başımızı belaya sokabilir. Lojmanların bize yapmak istediği şey de bu zaten. Bize yaptığı gizli işkenceyi, kültürel, dilsel asimilasyonu meşgul olacağımız başka şeyler önümüze koyarak unutturmak. Bir jöle gibi etrafımızı sarmak ve parmağımızı bile oynatmamızı engelleyerek bizi oyalamak. Bu tuzağa dikkat edelim. Elimizden alınan ilk şeyin düşündüğümüz ilk şey olmadığını görmek zorundayız.

‘Lojman’da da gerçeklik ile sanrılar birbirini tamamlıyor. Gerçeklik çizgisine sanrıyı eklemeyi neden tercih ediyorsunuz?


Bu sorunun cevabını tam olarak kestiremiyorum. Kendimi bir noktadan sonra gerçekliğin dışında buluyorum. Gerçek, gerçekliğini yitireli çok oldu. Hem jölenin gerçek olmadığını, bir sanrı olduğunu kim söyledi? Böyle düşünüyorsak jöle görevini çoktan tamamlamış demektir. Orada olduğunu bilmediğimiz ama sürekli orada işleyen bizi belirleyen - yok- bir şey olma misyonunu. Sanrı diye tanımlamıyorum ben bu gerçek dışı alanı. Avangarda dönük bir taraf demek belki daha yakın. İşin içine bildiğimiz anlamının dışında bir deneysellik katmak. Mantığın hakimiyeti altından çıkmak. Sürreal bir alana cesaret etmek.


Sürreal alan bana göre okuyanı yahut göreni daha fazla gerçekle yüzleştiriyor. Bana bunu neden yaptığımı sorduğunuzda size en basit örnek olarak dili verebilirim. Dil dediğimiz şey sürrealdir. Onu kullanmaya adım attığım andan itibaren beni bildiğim gerçeklerden ayırıyor, bana cesaret veriyor ve hikayelerimi gerçeğin dışına taşırıveriyor. Gerçek olan ne? Jöle mi gerçek? Lojman mı gerçek? Buna kim, nasıl karar veriyor?

Yazar:Ebru Ojen, Everest Yayınları, İstanbul, 2020, 200 s.


--

bottom of page