top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Yaratıcılık Ritüelleri 17 / Vildan Külahlı Tanış: "Tutkuyla bağlandığınız şey bir süre sonra sizin pranganız haline gelebiliyor."

"Yazmaya başladığım zamanlara dair en çok özlediğim şeylerden biri sanırım o tecrübesizliğin verdiği saf özgüven. İyi yazdığınızı sanıp sık sık mutlu olabilmek. Ne zaman ki yazdıklarıma uzaktan bakabilmeyi başardım işim zorlaştı."

Edebiyatçıların yazma deneyimlerine odaklanan Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu Vildan Külahlı Tanış.



Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Günlük yazma rutinlerimin olduğu geniş bir zamana sahip olmayı çok isterdim ancak durum maalesef benim tarafımda pek öyle değil. Hayatımı idame ettirmek adına çalıştığım bir işim, bunun yanında annelik, ev işleri, çocukların ödevleri gibi günlük rutinimi oluşturan, hatta oluşturmak değil bizzat ele geçiren meşgalelerim mevcut. Sizin de belirttiğiniz gibi “kendimizi yaratma anımız” sanırım mecburiyetlerimizin arasına sıkıştırdığımız anlardan ibaret. Bu yüzden rutinimi tanımlayan belki de en doğru cümleyi “vakit bulabildiğim her an” olarak tanımlayabilirim.


Yazmaya başlamadan evvel mutlaka kalemimin mürekkebini tazelerim, Bach’ın en sevdiğim parçası yazarken daima fonda bana eşlik eder, kedim Üzüm ilham perimdir o etrafımda yoksa asla yazamam gibi fiyakalı ritüellerimin olmasını çok isterdim ama maalesef yok. Hatta benim bir kedim de yok. Sessizlik kâfi diyebilirim.


Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

Şapka meselesini çok sevdim. Unutamayacağım bir bilgi öğrenmiş oldum, teşekkür ederim.

Yaratım tıkanmasıysa bu bahsettiğimiz elbette yaşıyorum. Her ne kadar görece kimine uzun kimine kısa gelse de bir öykünün ilk cümlesi ile son noktası arasındaki zaman benim için neredeyse iki-üç ayı buluyor. Öncesinde zihnimde gezdirmem çok daha uzun sürelere tekabül ediyor tabii. Bazen bu süreler de uzayabiliyor. Bu tıkanma mıdır, yoksa taşmak için bir dolma hali midir bilemiyorum. Yazamadığım zamanlarda buna hayıflanmak yerine bu “tıkanma” zamanlarının da yolculuğa dâhil olduğunu düşünerek rahatlıyorum. İnsan bir makine gibi sürekli aynı performansta üretemez ki. Mesela bu benim için güzel bir avuntu cümlesi. Ki bir makine bile dişlilere takılır, bozulur, ömrünü doldurur vs. Bu da peşi sıra gelen destekleyici cümlelerim. Her daim aynı motivasyonla yazabilmek de bu yüzden zor olmalı. Başarabilenler elbette vardır ve bence büyük bir alkışı hak ediyorlar. Ben alkışı bu kadar hak etmiyorum sanırım. Bu gibi durumlarda bir lavabo-aç etkisi yaratır belki diye izlemeye, okumaya daha fazla vakit ayırmaya çalışıyorum. Çoğu kişi için bunlar zaten zihin açıcı şapkalardır. Yine çok farklı bir fikirle gelemedim sanırım. Bunların dışında farklı olarak söyleyebileceğim, kıyısından köşesinden tuttuğum ve zihnimin bir yerlerinde bir nokta olarak duran fikirleri boşluğa bakarak düşünmeyi, genişletmeyi seviyorum.

 

 

Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

İlk soruda biraz değinmiştik ama biraz daha açmak gerekirse yazmak büyük bir sabır ve aynı zamanda sebat da gerektiriyor. Eğer bir kitabınız varsa insanlar yazdınız ve oldu sanıyorlar. Fakat arka bahçemiz pek öyle değil. Defalarca bu işten, bu çabadan, bu yazma uğraşından vazgeçerek özgürleşmeyi istedim yalan değil. Tutkuyla bağlandığınız şey bir süre sonra sizin pranganız haline gelebiliyor. Ama yine günün sonunda sizi bundan daha fazla mutlu eden bir şey olmadığını anlıyorsanız vazgeçmek de zor oluyor. Kitap çıkmadan evvel bir yerlerde yayımlanmak, isminizin edebiyat çevrelerinde az da olsa duyulması, yarışmalar, seçkiler hepsi birer eşik aslında. Daha doğrusu benim yolculuğum için durum böyleydi. Elbette farklı yollar izleyen yazarlar da olmuştur. Sonra dosya oluşturma, gönderme ve en zoru müspet ya da menfi bir cevap alabilmek için aylarca beklemek, tamam kabul edildi iş bitti derken basım süreci, sürecin uzayabilmesi, enflasyon, kâğıt zamları… En nihayetinde okurla buluşma kısmı. İlk tepkiler, beğeniler, eleştiriler… Yazarken bile yorucu. Sanırım bunları itidalle karşılayabilmemin en önemli dayanağı sürecin doğasının bu olduğunu kabullenmekti. İnsan çoğu zaman yayınevlerinden, dergilerden gelecek bir olumsuz maile bile hasret kalıyor. Dosyam kabul görmeyebilir, beğenilmeyebilir, hatta bir kara delik tarafından yutulup yok bile olabilirdi. Bu ihtimalleri aklımın bir köşesinde hep tuttum. İyi geldi.


Ve bir de halden anlayan, nazınızı şifaya dönüştürecek dostlarınızın olması önemli. “Basmıyorlarsa kendileri kaybeder,” diyerek söyleyenin bile inanmadığı bu tarz cümlelerle acınızı azaltacak en azından sizi kendi gerçekliğinizden o anlık da olsa uzaklaştırabilecek arkadaşlar lazım. 

 

Yazmaya başladığınızdaki dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Yazmaya başladığım zamanlara dair en çok özlediğim şeylerden biri sanırım o tecrübesizliğin verdiği saf özgüven. İyi yazdığınızı sanıp sık sık mutlu olabilmek. Ne zaman ki yazdıklarıma uzaktan bakabilmeyi başardım işim zorlaştı. 


Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Genellikle geceleri masanın başına geçiyorum. Gecenin bir büyüsü olduğuna inanıyorum ben. Ya da en azından benim için öyle. Sessizlik bunun en önemli sebebi. Gecenin, o hareketsizliğin, kımıltısızlığın ardına gizlenen esrarlı bir hâkimiyeti var gibi. Daha çok hesaplaştığımız, daha fazla düşündüğümüz, sınırlarımıza daha da yaklaştığımız saatler. En tehlikeli düşüncelerin gelip burnumuzun dibine girdiği, olmaz denilenlerin mümkünlü olabileceğine dair umudu yeşerten saatler. Bütün bir günü o vakte erişmek için yaşıyorum desem abartmış olur muyum bilmem. Günün bütün telaşından bana kalacak bir zaman dilimine teşne geçirilen gündüzler. Ve şairin dediği gibi geceye yenilmeyen her insana, ödül olarak verilen bir sabah, bir gündüz ve bir güneş var. Ben bunların yanına bir de öykü ekleyebiliyorsam güne ve geceye yenilmedim var sayıyorum.

 

Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo, öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

O kadar fazla ki. Güzel olan her şeye hayranlığımız ve hayretimiz baki. Fakat birini söyleyecek olsam ilk aklıma gelelerden biri “Kara Kitap” olur. Ben yazsam mutlu olurdum.

Commentaires


bottom of page