Yaratıcılık Ritüelleri 7 Irmak Zileli: "Yazılacak olan metin kendi ihtiyacı olan yazma hallerini de yaratıyor, belki de dayatıyor!"
"İnsanın yazma alışkanlıkları da pek çok şey gibi sabit değil. Hem yaşam koşullarına bağlı olarak değişebiliyor, hem de insanın yazıyla olan ilişkisine göre. Hatta her metinde yeni alışkanlıklar kazanabiliyor insan." Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu Irmak Zileli.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
İnsanın yazma alışkanlıkları da pek çok şey gibi sabit değil. Hem yaşam koşullarına bağlı olarak değişebiliyor, hem de insanın yazıyla olan ilişkisine göre. Hatta her metinde yeni alışkanlıklar kazanabiliyor insan. Sonrakinde onu bırakıp bir başkasını edinebiliyor. Örneğin Gölgesinde romanımı yazarken romanı en çok yürüyüşler sırasında kurdum, düşündüm, hayal ettim. Bu doğaldı tabii. Ne de olsa karakterlerden biri şehirde fink atacaktı. Benim sabit durmam tuhaf olurdu. Gerçi yürüyüş günlük rutinimin her zaman bir parçası oldu ama Gölgesinde yazılırken başka bir anlam kazandı. Metnin kâğıda aktarıldığı aşamada yürüyüşler o günkü bölümün yazımından önce zihni odaklamamda, yazıldıktan sonra da yazdıklarımı demlememde bana yardımcı oldu. (Buna bir ritüel demek mümkün mü bilemedim ama…) Sorunuz üzerine düşününce fark ettim ki, yazılacak olan metin kendi ihtiyacı olan yazma hallerini de yaratıyor, belki de dayatıyor. Son Bakış’ı sabahları çok erken bir vakitte, hayatın hay huyuna dalmadan yazmaya oturuyordum. Yatak ile yazı masası arasındaki mesafe kısalmıştı. Acaba bunun roman karakteri Tina’nın yatar vaziyette olmasıyla ve ölümle arasındaki mesafenin çok kısa olmasıyla bir ilgisi var mı? Ölümün bir tür uyku olduğunu düşünürsek, ölüme yaklaşan birinin zihninin çok da uyanık olmaması beklenebilirse eğer, benim de kendimi fazla uyandırmadan metnin başına oturmayı tercih etmem bir tesadüf olmasa gerek. Fakat yine de bilemedim, bu da bir ritüel değil galiba. Neyse, düşünmeye devam edeyim ben… Bende Ölen Sensin’i de sabahları erken yazıyordum ama onun da bir eylemle bağı oluştu yazarken; bisiklete binmek. Romanı sabah yazsam da gün içinde 1-2 saat bisiklete biniyor ve o gün yazdıklarımı, ertesi gün yazacaklarımı bisiklet üzerinde düşünüyordum. Hatta romana bisiklet üstünde başladım desem yeridir. İlk sahne ve ilk cümleler bisiklet sürerken gelivermişti, az daha düşecektim. Romanın kahramanının erkek olması, sportif bir eylem içindeyken onunla daha kolay bağ kurmamı sağlamış olabilir mi? Belki böyle söyleyerek normatif bir bakışa fazla prim veriyor olabilirim, ne yani sportif faaliyet erkeklere mi mahsus değil mi ama? Fakat bu benim fikrim. Volkan’ın dünyasına girebilmek için onun kendi erkekliğini güçlü şekilde hissettiği bir anın benzerini yaratmaya ihtiyaç duymak da anlaşılır bir durum. Ama yine olmadı sanırım. Bu da bir ritüel değil sanki. Yok, galiba benim yazmaya başlamadan önce ya da sonra bir ritüelim yok. Girdiğim birtakım haller var o kadar.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Öncelikle sihirden, büyüden uzak duruyorum. İlham çalışana gelir. Tabii beklemek de çalışmanın bir parçası. Demlenmek. Zaman tanımak. Beyni sürekli doldurursanız, içi tıka basa eşyayla dolu bir çekmeceye döner. Hiçbir şeyinizi bulamazsınız içinde. Yazma sürecimin iki aşaması vardır. Birinci aşama romanın meselesi, konusu, hikayesi üzerine düşündüğüm, bilgi ve fikirleri geliştirip derinleştirdiğim aşama. Bu aşamada bolca okurum, film izlerim, müzik dinlerim. Zihnimde hep roman vardır, arka planda işlerken, hayatta karşılaştığım her şey oraya hizmet eder hale gelir. Baktığım her yerde romana bağlanacak bir şey bulurum. Fakat bu şu anlama gelmesin, beynime sürekli bir şeyler yüklüyorum, onu bilgilerle ve fikirlerle dolduruyorum. Hayat bir yandan kendi doğal akışında ilerlerken, başka işlerle meşgulken, ailemle, arkadaşlarımla vakit geçirirken, romana dair çalışma da akar. Bu sırada beynim sanki bir yeraltı faaliyeti yürütürmüşçesine kendi kendine, dışarıya pek çaktırmadan işini yapar. Yaklaşık iki üç yıl içinde, fikirler o yeraltından dışarı küçük patlamalarla çıkar. Böyle böyle de birikirler. Bu aşamada hiçbir fikrin üzerine gitmem. Hikâyenin, karakterlerin, olay örgüsünün, anlatıma dair teknik kararların ortaya çıkması için uygun zemini hazırlarım sadece. O da okumak, düşünmek kadar, düşünmemektir de. Yani düşünmüyormuş gibi görünmektir. Beyin, kuliste bir şeyler yapar eder ama ben gözümü dikip ona bakmam. Gözümü fazla dikersem, yani elime kâğıdı kalemi alıp hadi hikâyeyi kuralım dersem, hadi karakteri oluşturalım, hadi olay sıralaması çıkaralım dersem, işte o zaman tıkanırım. Çünkü zihnin ihtiyacı aklın onu didiklemesi değil, rahat bırakılmaktır. Biriktirdiklerini işleyebilmek için rüya görmesi gerekir. Tıpkı gözlendiğini hissedince oyunu bırakan ya da tutuklaşan bir çocuk gibidir zihin. O nedenle tıkanmalara karşı önlemim, bilincin, bilinçdışının, sezgilerin, aklın, duyuların hep beraber çalışması için benliğin tüm parçalarına alan açmaktır. Bu da bir tanesini hâkim kılmamakla olur bence. Ben bu süreci hamarat tembellik olarak adlandırıyorum. Toplayıcılıktan hamarat olmak gerek, topladıklarını ürüne dönüştürmekte tembel.
Yazının başına oturduğum, yani romanı cümlelere dökmeye başladığım süreçteki olası tıkanmaları aşmanın yolu farklı tabii. O aşamaya geldiğimde roman kafamın içinde yazılmış gibidir. Tabii ki ana hatlarıyla. Sahne sahne değil. Ama karakteri iyi tanıyorumdur, o iç dünyamda oluşmuştur. Romanı içselleştirdikten sonra yazıya dökeceğim için tıkanmalar bence en aza indirgenmiş olur. Yine de eğer bir tıkanma yaşarsam öncelikle bunun çok üzerine gitmemeyi, kendi haline bırakmayı denerim. Hatırlamaya çalıştığınız bir ismi düşündükçe hatırlama ihtimalinin uzaklaşması gibi. Ne zaman ki düşünmeyi bıraktınız ve ev işine daldınız, lavaboyu temizlerken bir anda isim gelebilir mesela.
Birinci soruya verdiğim yanıttan da anlaşılacağı gibi hareket etmek bende odaklanmaya yardımcı oluyor. Ama odaklanmak derken de anladığım gözü oraya dikmek değil. Zihni doğru zamanda uzaklaştırmak da odaklanmaya hizmet ediyor. Bu uzaklaşmayı da kendi yaşantımda kurmaca sahneler yaratarak yapmak hem eğlenceli oluyor hem de kolay. Yani romanda herhangi bir sahneyi düşünmemek için, kendi hayatımın içinde hayal ürünü konuşmalar, olaylar yaratır, onları tüm ayrıntılarıyla hayal ederek senaryolar yazarım. Bu da beynimin hayal kuran bölümündeki tıkanıklığı açmamı sağlayabilir.
Diyelim metni yazarken yaşadığım tıkanmayı aşmamda bütün bu yaptıklarım bir işe yaramadı. O zaman iki seçenek olur önümde. Ya oturup iyi kötü bir şeyler yazmayı denerim ve kötü olmasını umursamadan devam ederim. Böylece kalemim de zihnimde yazarken açılabilir. Nasılsa sonradan geri dönüp kötü kısımları değiştirme şansım her zaman var.
Bir diğer çözümüm de tıkanmayı metnin içine taşımak olur. Örneğin Eşik’te Eylül’ün babasına mektup yazarken yaşadığı bir tıkanmaya dönüştürürüm kendi tıkanmamı. Bir konuşma esnasında karakterin aklındakileri söyleyemeyişine dönüştürebilirim. Ya da duygularıyla arasında bir tıkanıklığa, kopuşa, engellere. Böylece tıkanmanın kendisi hikâye olur.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Engelsiz hayat var mı ki? Sadece yaratıcı bir çalışma yaparken değil, insan büyürken, okula giderken, iş hayatında, aşkta, arkadaşlıkta, sağlıkta sürekli birtakım engellerle karşılaşır. Bu doğaldır. Hiçbiri olmasın ekonomik koşullar vardır insanı sınırlayan, sıkıştıran. Elbette kastınızı anlıyorum, sanat ve edebiyat alanında destekleyici bir sistem kurulmuş değil, ne ülkemizde ne dünya üzerinde. En basitinden, geçimini sağlamak için başka işlerde çalışmak zorunluluğu, istediğiniz zaman yazmanızın, ihtiyacınız olduğu saatlerde keyfinizce okumanızın önünde bir engel. Elbette ben de bu tür engellerin, sınırların içinde kendime yazacak alanı ve zamanı yaratarak geldim bugüne dek. Yine de herhangi bir iş yerinde çalışan yazar arkadaşlarıma göre daha şanslıydım. Nihayetinde bir yayınevi çatısı altındaydım ve çalışma saatlerimi esnetme, kendi işime gelecek şekilde eğip bükme şansım vardı. Her şeyden önemlisi kitap okuyarak para kazanıyordum ve profesyonel işimi yazarlığımın hizmetine verme şansım oldu. Ya da şöyle diyelim, işimi yaparken, bir yazarın ihtiyacı olan entelektüel birikimi de sağlamış oldum. Dergiler için yazarlarla ve sanatçılarla röportajlar yaparken onlardan çok şey öğrendim örneğin. Editörlük yaparken eleştirel okuma becerimi geliştirdim ve sonrasında bunları da kendi metinlerimde kullanabildim. Yine de elbette sadece roman yazarak geçinmek mümkün olmadığında, her ne kadar aynı sektörün içinde editörlük, dergicilik gibi işler yapsam da, yazma arzumun ya da romanım için okuma arzumun çok yüksek olduğu anlarda, bir dergi yazısı yetiştirmek zorunda kalmak bende de bir sıkışma hissi yaratıyordu. Fakat bu engellerin varlığı, yakalanan yazma fırsatlarını en verimli şekilde kullanmamı da sağlamış oldu. Sonsuz zamanım olsaydı, vakti bu denli verimli geçirir miydim emin değilim. Buradan hareketle söylersem, bana öyle geliyor ki belli dozda engellenmek yaratıcılığa köstek değil destek.
Uzun lafın kısası zamanın kısıtlılığından, para kazanma mecburiyetinden şikâyet ettiğim zamanlarda, yazma arzum bir şekilde yolunu buldu. Daha az uyudum mesela. Sabah erken kalkıp yazarak aştım zaman engelini. Düzenli bir gelirimin olmadığı, roman yazdığım zamanlarda ekonomik zorlukların çok sıkıştırdığı da oldu. Böyle zamanları da borç yazarın kamçısıdır diyerek atlatmaya çalıştım. Ekonomi ve zaman gibi engeller bir sistem sorunu elbette. Bireysel çözümlerin şakasını yapabiliriz ama başka bir yönden de önemsenmesi gereken meseleler bunlar. Telif haklarında yazarın daha fazla gözetilmesi, bağımsızlığını koruması koşuluyla yazarın desteklenmesi gibi politikalara ihtiyaç var. Bunlar da üzerine düşünülmesi, tartışılması gereken konular. Başta yazar örgütleri olmak üzere, bu alanda emek veren herkese iş düşüyor.
“Yazdıklarımın görünürlüğüyle” ilgili engeller ise pazarlama ve piyasanın konusu. Yazar olarak yazdıklarımın okura ulaşmasını elbette isterim. Ama kitapların görünürlüğünün yazarın kontrolü dışında faktörlere bağlı olduğunun farkındayım. Bunlarla mücadele etmeyi yersiz hatta zarar verici buluyorum. Yayın piyasasını belirleyen bir ekonomik sistemin ve politik iktidarın yarattığı kültürün içinde görünür olmanın yolu bu popüler kültürün beklentisini karşılamaktan geçiyor. Hem metinde hem yazar kimliğinde. Tabii görünürlüğün ölçüsü de başka tartışma konusu. Eğer bu kapıyı açarsak şunu da sormamız gerekir, ne ölçüde görünür olmak insanı tatmin eder? Ben yazar olarak dikkatimi buraya vermektense yazdığım romanların niteliğini yükseltmeye, kendimi yazar olarak beslemeye odaklanmayı tercih ediyorum. Böylece benim açımdan başka bir ihtimal doğuyor. Yazdıklarımın niteliksel olarak dönemini aşma ihtimali. Çünkü hem biçim hem de içerik olarak arayış içinde olmak, bu yönde beslenmek ve metinleri bu perspektiften oluşturmak, güncel edebiyatın, popüler olanın sınırlarına hapsolmamayı sağlayabilir.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
İlk romanımda otobiyografik malzememi kullanmıştım. Bu da yazıyla ilişkimin başlama noktasına dair bir şey söylüyor. Yazar bakışımı önce kendime yöneltmişim demek ki. Virginia Woolf yazma eylemini, içten dışa dıştan içe bir bakış olarak niteler. Ben de önce içe bakmışım ama orada takılıp kalmak için değil. O zaman roman olmazdı zaten. İçe bakıp ordan topladığım malzemeyi dışarı aktardığımda, dışarıdaki malzemeyle kaynaştırdığımda ortaya roman çıktı. Kendi malzemeni romana dönüştürmek, deneyimi hikâyeleştirmek o deneyime olan bakışı da kuşkusuz dönüştürdü. Sonraki iki romanımın (Gözlerini Kaçırma ve Gölgesinde) hikayesi otobiyografik olmasa da meselesi otobiyografikti. Karakterlerim benim bir benzerimdi; dertleriyle, ait oldukları kültürle, sınıfla, kentli oluşlarıyla vb. Dolayısıyla o iki romanda da başlangıç noktası içe bakıştı. İçten dışa doğru hareket buraya kadar devam etti. Fakat sonra başlangıç noktam bir gençlik romanıyla değişti. Bozuk Saat’te çok sayıda karakterin nabzına atlayarak onların hikayesini aktaran bir anlatıcı karakter yarattım, Bozuk Saat’in kendisi. Bu empatik saat, başkalarının duygularından etkilenerek bozulan bir saatti. Ve bence hem yazarın hem anlatıcının metaforu olarak okunabilirdi. Bozuk Saat, yazar olarak benim yazıyla ilişkimi dönüştürücü bir etkide bulundu. Başkalarının hikayesine atlayan saat gibi, ben de bu romandan itibaren başkalarının hikayelerine yönelttim bakışımı. Yani bu kez başlangıç noktam dışa bakış oldu. Yazma eylemimin yönü dıştan içe içten dışa olarak değişti. Yön değişti ama içe bakıştan vazgeçtiğim için değil. İlk üç romanda kendimi anlayarak başkalarını anlama çabam, bu andan itibaren başkalarını anlarken kendini anlamaya evrildi. Son Bakış’ta bana tamamen yabancı bir karakterin hikayesini anlatırken, onu anlamaya çalışırken, bakışımı ondan kendime çevirdim. Böylece aslında onu da daha iyi anladım. Tina’nın kendini bu ülkede bir yabancı gibi hissedişini anlamak için kendimi bu ülkede yabancı hissettiğim anlara dönüp bakmam gerekti. Ya da Tina’nın hata yapma korkusunu anlatma çabası, benim kendi içimdeki korkuyu keşfetmemi sağladı. Önce dışa, sonra içe yönelen bu bakış; her iki tarafı da anlama ve anlatma imkanını doğurdu. Bende Ölen Sensin’de bir erkeği yazarken de, erkeklik inşası üzerine düşünürken, yani bir kadın olarak benim ötekim olan erkeği kavramaya çalışırken, kendi içimdeki eril yanları keşfettim.
Yazarlığımda aldığım yolu sormuştunuz. Yolun başında güzergahım kendine bakarak başkalarını anlamak ve bu anlayış ışığında kendini yeniden yorumlamaktı. Bugün artık başkalarını anlamaya çalışırken kendimi anlama yolunda da adım attığımı, bu iki bakışın kaynaşmasıyla dünyayı yorumlamaya çalıştığımı söyleyebilirim.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Sabah çok erken saatte yazma alışkanlığım zaman içinde oluştu. Bu durum insanın zihninin günün hangi saatlerinde daha iyi çalıştığıyla ilgili bir şey sanıyorum. Kimi gece insanıdır, kimi gündüz. Ben sabahları hem daha dinç hem de daha berrak bir zihne sahip olduğumu hissediyorum. Sabah 6.30 gibi yazının başına oturuyorum. Haberlere bile bakmadan, sosyal medyada hiç oyalanmadan, yani aslında zihnimi gündelik hayatın keşmekeşine sokmadan, herhangi bir bilgi ya da haber ile odağımı kaydırmadan. En fazla 1,5 saat yazıyorum. Daha fazla yazmaya kalktığımda dilin savruklaşma, hikâyenin aceleye gelme riski olduğunu fark ettim çünkü. Günlük yazma rutinimin sonuna geldiğimde, yazı masasından kalkarken bütün malzememi tüketmediğimde, yani ertesi gün yazacaklarıma dair bir fikrim olduğunda çok daha yüksek bir moralle devam edebiliyorum. Hem yarın masaya oturduğumda ne yazacağımı bilmek güçlü hissettiriyor, hem de her şeyi tüketmemiş olmak şevk veriyor. Aynı zamanda ertesi günün malzemesini gün içerisinde yoğurmaya, üzerine düşünmeye olanak sağlıyor. Bir gün sonra masaya oturduğumda fikirler çok daha olgunlaşmış oluyor. Sabah 1,5 saat yazdıktan sonra gün içinde her ne yaparsam yapayım, yazdıklarımın zihnimde demlendiğini hissediyorum. Fakat asla dönüp bakmıyorum. Üzerinden zaman geçmesi, yazdıklarımı daha nesnel bir gözle değerlendirmemi sağlıyor. Ertesi gün bir gün öncenin malzemesini okuyup, yazmaya devam ediyorum. Böyle böyle haftanın beş günü, birer ikişer sayfa yazarak romanın sonuna kadar varıyorum. Diğer iki gün dinleniyorum. O hafta yazılanların demlenmesine ihtiyaç duyuyorum. Bu sırada editörüm Melisa, yazdıklarımı okuyor ve yeni haftaya başlamadan önce onunla üzerine konuşma imkânı buluyoruz. Güvendiğim bir dış gözün yorumları ışığında yazdıklarıma bakmak hem metnin devamını getirirken bana fikir veriyor, hem de önceki yazdıklarıma yeni bir bakış kazanmamı sağladığı için üzerinde çalışırken bana yardımcı oluyor.
Yazarken elimin altında özel bir kitap olmaz. Okuma faslını yazmaya başlamadan önce tamamlamış olurum. Yazarken roman okumam. Daha çok kuramsal kitaplar okurum. Onlar da yazmakta olduğum romanla doğrudan bağlantılı çalışmalar olmaz. Yine de eğer bir tıkanma yaşarsam, ya da akışta bir fikre ihtiyaç duyarsam elbette metnimi besleyecek kaynaklara döner bakarım.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Yok. Ben kendi yapıtlarımı elimden geldiğince derinleşerek iyi hale getirmeye çalışıyorum. Başka yapıtları da kendi yaratıcılarıyla birlikte seviyorum. Onları onlar yaratsın ki, biz de beslenelim.
Comentarios