top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Katerina Poladjan: "Tarihin sonsuzluğundan anlatılabilir hikâyeler üretmeye çabalıyorum"

Katerina Poladjan’ın Türkçedeki ilk kitabı, Bana Evimizi Anlat, Anahid (Almanca: Hier sind die Löwen) Zehra Aksu Yılmazer’in özenli çevirisiyle 2020’nin Aralık ayında Nebula Kitap tarafından basıldı. Türkiye’deki kitap satış sitelerinde çok satanlar arasında kendine şimdiden yer bulan roman, 2019 Alman Kitap Ödülüne aday gösterilen kitaplar arasında yer alıyor. Tarabya Kültür Akademisinin eski bursiyerlerinden Katerina Poladjan ile Sanem Yardımcı’nın söyleşisine yer veriyoruz..


Başlangıç


Sevgili Katerina, romanın Bana Evimizi Anlat, Anahid üzerine söyleşi yapma fırsatı verdiğin için teşekkür ederiz. İlk önce romanın oluşum hikâyesiyle ilgili bir soru sormak istiyorum. Bildiğim kadarıyla, Tarabya Kültür Akademisi konuk sanatçısı olarak İstanbul’da bulundun. Romanının kendi ailenin hikayesiyle de bağlantısı var. Bu yüzden senden şunu öğrenmek istiyorum. Bu romanı yazabilmek için mi Tarabya’ya geldin, yoksa romanı yazma fikri İstanbul’da mı oluştu?


Birkaç aylığına İstanbul’da yaşama ve çalışma fırsatımın oluşması –ki o zamanlar başvuruda bulunulamıyordu henüz, aday gösteriliyordunuz- büyük bir şanstı benim için. Kitabın konusu ana hatlarıyla uzun zamandır kafamda şekillenmeye başlamıştı esasen, hatta bir kez Ermenistan’a da gitmiştim. İstanbul’daki sürecin ortaya çıkmasıyla birlikte, romanı Boğaz kıyısında geliştirip yazmaya karar verdim diyebiliriz.


Yolculuklar


Romanını yazarken, Türkiye’de Kars’a ve Ermenistan’a gittin. Bu seyahatler kitabını ve hatta seni nasıl etkiledi?


Bu seyahatler romanım için büyük bir önem taşıyor. Goethe-Institut, Tarabya’da geçirdiğim süre zarfında, Çiğdem İkiışık’la birlikte Ordu’yu, dedemin doğduğu kenti ziyaret etme fırsatı verdi bana. Romanın geçtiği yeri kendi gözlerimle görebildim, oradaki atmosferi hissedebildim. Sonrasında kurgusal bir biçimde romanıma dahil olan çok sayıda karşılaşmaların gerçekleştiği unutulmaz bir seyahatti.


Yine Goethe-Institut sayesinde gerçekleştirebildiğim bir diğer yolculuk, beni Kars’a götürdü. Orada, babaannemin memleketinde, incelemelerde bulunma fırsatım oldu. Ermenistan sınırında bir köyü ziyaret ettim mesela. Roman, bu seyahatten de çok sayıda izi bünyesinde barındırıyor.


İki yolculuk da halen içimde yankılanmaya devam ediyor. Sanki keşfettiğim bu kentler, kendi parçalarımı da yeniden keşfetmemi sağladı. Zannedersem her araştırma, her inceleme, insanın aynı zamanda kendisiyle ilgili de bir şeyler öğrenmesine yol açıyor. Deneyimlediğimiz her yeni şey beraberinde sorular getiriyor çünkü – yeter ki yeni olan karşısında önyargısız olup gözlerimizi kapamayalım.


Kitap Restoratörü Helen


Romanın ana kahramanı Helen’in sıradışı bir mesleği var: Kitap restoratörlüğü. İlginç bir karakter yapısı da var; insanlara, hatta kendi aile hikâyesine karşı mesafeli. Diğer tarafta, eski bir İncil aracılığıyla izini sürebildiği kişisel hikayelere büyük ilgi duyuyor. Türkiye’deki okurlarınla da Helen’in oluşum hikayesini paylaşabilir misin? Bir kitap restoratörünün hikâyesini anlatmak nereden aklına geldi?

Evet, Helen’in kendi hikâyesine karşı belli bir mesafe koruduğu doğru. Belki de bunu yapmasının altında yatan sebep, geçmişle yüzleşmenin çoğu zaman ne kadar zahmetli ve sancılı bir süreç olduğunu sezinlemesinde saklı.


Ermenistan’a yaptığım ilk araştırma seyahati esnasında Erivan’da bulunan Eski El Yazmaları Müzesi’ni ziyaret ettim. Orada kitap restorasyon atölyelerini tanıma fırsatı buldum. Eski kitaplara gösterilen ihtimamın, sessizliğin ve derinliğin yarattığı atmosfer ve sergilenen zanaat beni görür görmez etkisi altına aldı. Ermenistan’a ikinci gidişimde bu atölyelerde bütün bir hafta geçirme fırsatı buldum. Bu süre zarfında restoratörlerin çalışmalarına, yazıların ne denli bir itinayla yeniden okunabilir hale getirildiklerine şahit oldum.


Bu süreç, tarihle olası bir yüzleşmenin muhteşem bir mecazı gibi geldi bana, biraz da tarihin sonsuzluğundan anlatılabilir hikâyeler üretme çabamı hatırlattı kısmen. Bu görevi romanın kahramanına devretme kararı aldım. Böylece Helen kitap restoratörü oldu. Eski bir İncil üzerinde çalışırken, sadece nesneyi restore etmekle kalmıyor, esasen tarihin katmanlarını ortaya çıkarıyor ve görünür kılıyor. Nesneyi tekrar canlandırıyor ve kitabın hikâyesini, anlatıyı yeniden okunabilir hale getiriyor. Kitaba değen her el, aslında kitabın hikâyesini yazmaya devam ediyor – kağıttaki yağ lekelerinde, kitap sayfalarını çevirirken ağızda ıslatılan parmakların bıraktığı izlerde, veya bazı sayfaların kenarlarında bulunan karalamalarda. Ve ben de hikâyemi, bir kitap restoratörünün elindeki hazinenin yaralarını sarmaya çalışırken gösterdiği dikkat ve hassasiyetle yazmaya çalıştım.


Hrant ve Anahid/ Soykırım/ Edebiyatın Gücü


Helen, eski bir İncil üzerinden Anahid ve Hrant kardeşlerin izini sürüyor. Bu hikâye, Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan soykırım, tehcir ve ihraçlarla bağlantılı. Türkiye’de tarihsel olarak da, toplumsal olarak da bu konuyla ilgili boşluklar var. İki kardeşin hikâyesini sakin ve etkileyici bir dille anlatıyorsun. Konuya son derece hassas ve itinalı bir şekilde yaklaşıyor, belki de bu şekilde mevcut boşlukları doldurabiliyorsun. Senin bakış açın nedir? Sence edebiyatın bu denli bir gücü de var mı?


Edebiyatın boşlukları dolduracak gücü olup olmadığını bilmiyorum, ama öyle olmasını umuyorum. Edebiyat öncelikli olarak alanlar açmalı. Açılan bu alanların okurda yarattığı his sarsıcı, rahatsız edici olabilir. Ancak aynı zamanda bu alanlar okurun şefkatli ve güvende hissetmesine de yol açabilir.


Yapmaya çalıştığım şey, bir yandan büyük bir insanlık suçundan bahsederken, diğer yandan genel kutuplaştırıcı eğilimlere ve araştırmalarım esnasında beni çoğu kez nefessiz bırakan korkunç görüntülere yenik düşmemek. Geçmişte de günümüzde de beni meşgul eden, insanların, tarihin her döneminde neden birbirlerine şiddet uyguladıkları ve halen neden uygulamaya devam ettikleri sorusu. Bir sürü insan gibi ben de hâlâ, şiddeti hatırlamanın, günümüzde ve gelecekte şiddeti azaltabileceği, belki de önleyebileceği umudunu besliyorum. Çünkü hatırlama yetisi, insanın düşüncelerinin ve duygularının temelini oluşturuyor aslında. Hatırlamamamız mümkün değil ki zaten, ancak inkâr etmek veya unutmak mümkün. Hatırlamak olumsuz sonuçlara da yol açabilir, hatta travmatik etkiler oluşturabilir, intikam ve hesaplaşma arzusu doğurabilir. Hatırlamanın sessizliğini, suçlamanın, yas tutmanın ve öfkenin çığlıklarına tercih ettim ben. Şayet bu kitapla hatırlamaya açılan küçük bir pencere aralayabildiysem, ne mutlu bana.


Helen’in Annesi/ Aile


Öte yandan, Helen’i Ermenistan’daki akrabalarını bulmakla görevlendiren annesi de rahatsız ediyor, aynı şekilde Ermenistan’daki yeni sevgilisinin militan duruşu da. Buna rağmen Anahid ve Hrant’ın Ordu’ya giden izlerini takip ediyor. Kendi ailesine karşı olan ilgisiz tavrını, tanımadığı bu iki kardeşe karşı göstermiyor. Bu tereddüt, rahatsızlık duygusu, tepki nereden kaynaklanıyor? Bunu nasıl açıklarsın?


Helen’in ilgisiz olduğunu düşünmüyorum. Daha ziyade bastırmaya çalışıyor, zaman ve mekân bağlamında belirsiz konumuyla çatışıyor. Annesinin verdiği göreve direnişi de bu yüzden. Belki de Helen, temsilen ailenin yaralarıyla yüzleşmek için annesi tarafından kullanıldığını düşünüyor. Belki de Nietzsche’nin şu sözü aklında: “Gerçeği öğrenme isteği – belki de gizli bir ölüm isteği.”


Romanda, Helen’in hikâyesiyle Anahid ve Hrant’ın hikâyeleri yan yanalar, ve hiçbir zaman, aralarındaki bağlantı tam olarak anlaşılmıyor. Helen eski kitabın girdabına kapılıyor. Tabii ki, Hrant ve Anahid’in hikâyesini o kitapta okuyamıyor, okuyabilseydi zaten mucize olurdu. Peki, bu hikâye Helen’in hayal ürünü mü? O kadar basit değil elbette. Aslında işin esası daha karmaşık: Tarihin katmanlarıyla sürdürdüğü yüzleşme, Helen’i kendi (ailesinin) hikâyesiyle yüzleşmekten muaf tutuyor. Fakat aynı zamanda, iki çocuğun hikâyesi, aslında kendi hikâyesini ve tüm zamanlarda insanların çektiği acıları anlatıyor.


Başlık


Romanının orijinal başlığı Hier sind Löwen (Burada Aslanlar Var). Geçmişte haritalar üzerindeki boşlukları doldurmak için kullanılan bir söz. Kitap, Türkiye’deki okurların karşısına farklı bir başlıkla çıkıyor: Bana Evimizi Anlat, Anahid. Bu isim değişimini nasıl buluyorsun?


Ben Türkçe başlığını çok sevdim; ki başlık zaten romandan alıntılanmış bir cümle. Ordu’dan kaçarken, Hrant ablası Anahid’e sürekli “Bana evimizi anlat, Anahid,” diyor. Anahid de anlatıyor; evlerini, annelerini ve babalarını, kardeşlerini, yitirdikleri yaşamlarını. İki çocuğun kendilerini teskin ettikleri bir öz-olumlama hali aslında. Yok olma korkusu her zaman mevcut. İnsan hatırladığı sürece, hikâyeler anlatıldığı sürece, yok olunamaz.


Son bir şey?


Türkiye’deki okurlarına son olarak neler söylemek istersin?


Bu romanı Türkiye’de yazabilmiş olmak ve kitabın orada okunabilecek olması beni çok mutlu ediyor, çünkü Türkiye ile güçlü bağlar kurdum ve artık orası evim gibi oldu. Kitap bu arada çok sayıda dile çevriliyor. Ancak Türkiye’deki harikulade yayıncım sayesinde, kitabın Türkçe çevirisinin okurlarla tüm diğer dillere yapılan çevirilerden daha önce buluşması benim için ayriyeten bir onur ve mutluluk kaynağı oluşturuyor.

 

Röportaj: Sanem Yardımcı





bottom of page