top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Sırtımıza Yüklenen Yaşam ve "Hep Sondan Başlar"

Tayfun Topraktepe

Sonu Bilinen Roman


Taçlı Yazıcıoğlu’nun ilk romanı Hep Sondan Başlar’ı, isminden de çağrışım yapacağı üzere sondan, ana karakterlerimizden Ece’nin en güncel halini öğrenerek başlıyoruz okumaya. Polisiye meraklısı okur dışında bunun çok da önemli olmadığında hemfikirizdir sanırım. Nitekim Kırmızı Pazartesi’nin sonunu, yazar daha en başında söyler. Anna Karenina’nın başına geleni defaatle duymuşuzdur ama kimse bizi o hacimdeki bir romanı okumaktan soğutamaz. Taçlı Yazıcıoğlu da bu riski almış, kurgusuyla ve anlatımıyla son sayfaya kadar okurun ilgisini canlı tutmayı da başarmış. Sözcük seçimlerindeki derinliği, İstanbul’un yıllar içindeki kültürel - kentsel dönüşümünü, renkler ve kokularla harmanlamış.


Travmaların yükünü taşıyan karakterler


Romanımız, farklı derinliklerden ve toplumsal katmanlardan gelen karakterlerin, bir biçimde birbirlerinin hayatlarıyla kesişmesi, temas ettikleri insanların yaşamlarını olumlu ya da olumsuz yönde değiştirmesine tanık olduğumuz bir kurgu içinde ilerliyor. Bir genelleme yapmanının riskini de bilerek kabaca diyebiliriz ki hemen hemen her karakter, çeşitli travmaların yükünü taşıyor ruhunda. Evin hizmetlisinden, aynı evin tek çocuğu olan bir mirasyediye, diplomat eşinden, aynı diplomatın kızına ve en nihayetinde orta sınıf bir ailenin yatılı okuyan çocuğuna kadar. Tabi bunlar, romanı okuduktan sonra bir okur olarak bizim çıkarımlarımız düzeyinde olabiliyor, yoksa yazarın doğrudan böyle bir karakter tarifi, tanımı bulunmuyor kitapta. Roman kahramanlarını gerçekçi kılan en önemli unsurlardan biri cinsel kimlikleriyle (de) var olmaları, hatta dünyaya bakışlarını erotik bir filtreden geçirmeleri. Her bir karakter için farklı bir dil yaratımı.


Ailenin, toplumsal sınır ve kuralları eşlerin ve çocuğun üzerine uygulama kurumu olduğunu kanıtlayan bir akışa tanık oluruz kitapta. Ancak Ece ve annesinin bu sınır ve kurallara belirli bir süre tâbi olduktan sonra kendi kabuklarını kırdıklarını da görürüz. Fakat bu kırılma her birinde farklı şekilde sonuç verir. Örneğin Ece, sıkışmış bir yayın aniden serbest kalması gibi, belkide öngördüğünden daha farklı bir yere savrulurken, annede bu aslında kendi potansiyelini keşfetme ve kendini gerçekleştirme biçiminde karşılık bulur. Anne Zerrin’in günlüklerinde, sayfalar ilerledikçe “nasıl bir insan olduğu” ile “nasıl bir insan olması gerektiği” konusundaki boşluğun, onda ortaya çıkardığı değersizlik duygusuna da şahitlik ederiz. Kendine yabancılaşma pahasına bir takım değerler elde etmiş, görece başarılar kazanmıştır ama tüm bunlara karşın bir boşluk ve anlamsızlık duygusu da peşini bırakmamıştır. Zaman zaman, o güne kadar kendisini kandırdığını, aslında gerçekten ilgilenmediği şeylerle ilgilenir görünmüş olduğunu fark etmektedir. (Terzilerde, koleksiyonerlerde, ev dekorasyonu ve benzeri işlerde çokça vakit harcamıştır nitekim.) Bu durum, ondaki değersizlik duygusunun yerleşmesine ve pekişmesine neden olmuştur.


Geleneksel aileye karşı çıkışlar


Romanda 1970’li yıllardaki geleneksel aile modeline karşı çıkışın, özellikle orta sınıf aileler üzerindeki etkisini de görürüz: Sınırlayıcı, düzenleyici olup yasayı temsil eden babanın rolünün gittikçe azaldığı bir dönemdir. Her ne kadar baba figürüne ve onun korumasına/sınırlamasına olan ihtiyaç devam etse de dönemin bu kabul üzerindeki aşındırıcı, yer yer çöküşe neden olabilecek değişim talepleri ve bu talebin ortaya çıkardığı sonuçlar, çocukluktan ergenliğe geçen bir birey için kimi olumsuzluklara neden olur. Psikanalitik söyleme göre yasayı, sınırları, çerçeveyi çizen, “hayır”, “yapma” diyen, bu anlamda model olan kişidir baba. Aynı zamanda çocuğun anneden kopuşunu da sağlayıp onun birey olabilmesinin katalizörüdür de diyebiliriz. Suat özelinde baktığımızda, annesiyle ilgili tanık olduğu bir olay nedeniyle, henüz kopamadığı anne imgesi/modeli zihninde parçalanır. Ve bundan sonra neredeyse tüm hayatını kadına değer vermeyen, yalan söyleyen, aldatan bir erkek tipi olarak sürdürür.


Freud Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabında “Sırtımıza yüklenen yaşam bizim için fazla ağırdır; pek çok acı, hayal kırıklığı ve üstesinden gelinemeyecek görevler içerir. Yaşamı çekilir hale getirmek için müsekkinlerden vazgeçemeyiz” der ve şöyle devam eder: “Üç tür müsekkin vardır: Zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar; bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler; bizi buna karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler.” Roman karakterlerimizden Timur, tam da bu tanımın canlı örneği gibidir. Zengin, aristokrat bir ailenin tek çocuğu olmasına karşın, özel hayatında yaşadığı bir takım çalkantılı olaylar onu hayatın genelinden koparmış, kendi küçük dünyasında pek de önemli olmayan meşguliyetler icad etmek zorunda bırakmıştır. Örneğin parfüm ve giyim konusunda çok dikkatlidir, bu konuda sınırsız harcama yapar. Cinselliği satın alarak hem kendini hem de karşı cinsi bir nevi aşağılama eğilimindedir. Bunlar hayatın cilveleriyle farklı nedenler yüzündendir ve romanda bunun her bir parçasını farklı yerlerden öğreniriz.


Parçalarından kendini yaratan kadınlar


Romandaki hemen hemen tüm kadın karakterler için denilebilir ki yaptıkları, yaşadıkları, dökülen parçalarını yeniden toplama, onlardan yeni bir hayat çıkarma çabasının hikâyesidir. Nitekim kadınların paramparça olmuş bir ömürden bile daima işe yarar bir şeyler çıkarabildiğini görürüz. Mavis Gallant’ın söylediği gibi, “Kadın onarmayı ve yama yapmayı sever, kenarlar ille de düzgün olsun ister. Son kırpıntıyı iyice yayıp ölçülerini alır: ‘Elimde kalan bu parçayla ne yapabilirim? Ne kadar dayanır?’ Erkekler ise hazır alıp sırtına geçirir ömrünü. Uymuyorsa, bir başkasıyla değiştirmeye çalışacaktır. Kolları düzeltmeye, düğmeleri değiştirmeye kalkan erkek olsa olsa aptaldır; bilmez ki nasıl yapılacağını.”*


Gerçeği anlatmak istediğinde, konuşulan dilin yetersiz kalacağını, bir yazarın yapabileceği en iyi şeyin ise, gerçeğe yaklaşmaya çalışmak olacağını düşündüğünden midir bilinmez, kitabın en başlarında otobiyografik bir roman yazmaktansa bir yaşam öyküsü yazmak ister Ece. Kitabın son sayfasını çevirdiğimizde her bir karakterin zihnimizdeki pırıl pırıl imgesini bırakarak veda eder biz okurlara...



*Mavis Gallant - Paris Öyküleri, (Çeviren: Özden Arıkan) Yüz Kitap Yayınevi. 2016.






HEP SONDAN BAŞLAR

Taçlı Yazıcıoğlu

İletişim Yayınları, İstanbul

2.Baskı / Ocak 2020




bottom of page