top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Yaratıcılık Ritüelleri 16 / Mehmet Fırat Pürselim: "Metinle kavga etmemeyi, olmuyorsa vazgeçmeyi, yazamıyorsam ısrar etmemeyi öğrendim."

"Tek bir mücadele yöntemi var: Yazdıklarınıza ve yazıya olan aşkınıza inanıyorsanız vazgeçmemek gerekiyor ama yazdıklarınızdan vazgeçip onları çöpe atıp daha iyileriyle yeniden denemek de gerekiyor. Beckett’in sözü tüm bu mücadele sırasında temel düsturum oldu: 'Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.'”

Semrin Şahin, Yaratıcılık Ritüelleri'nde bu hafta Mehmet Fırat Pürselim'i ağırlıyor.

 



Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Ritüelleri, yazarı her gün çalıştığı metnin başına oturtan bazen yıllar süren ve sonu gelmeyecek gibi gözüken yola katlanmayı kolaylaştıran lüksler gibi düşünüyorum. Ülkemizdeki yazarların büyük çoğunluğu hayatlarını başka işlerden kazanıp bir şeylerden feragat ederek boşalttıkları zamanlarda yazabildiği için ritüellerden ziyade yazıyla baş başa kalabilmek önceliği(miz) oluyor. Ritüel değil ama genellikle sabah erken saatlerde kalkıp etraf sakinken, kahvemi alıp yazının başına oturuyorum. İşimin durumuna göre bazen bir saat bazen de sıkılıncaya kadar üç, dört saat yazmaya çalışıyorum. Ancak sabahları yazının başına oturma hevesiyle dopdoluyken dilekçelerle cebelleşip aylarca vakit bulamadığım zamanlar da oluyor. 

  

Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

İlk kitabım basılana kadar on bir yıl bekledim, bu süreçte yazamadığım her gün büyük azap çektim, bir suç işliyormuşum ya da birine ihanet ediyormuşum gibi pişmanlık duydum. Bu duyguyu ancak ikinci kitaptan sonra aşabildim ve aylarca yazmamayı tercih edecek olgunluğa kavuşabildim. Metinle kavga etmemeyi, olmuyorsa vazgeçmeyi, yazamıyorsam ısrar etmemeyi öğrendim. Bir kurmaca metin için heybemdeki en güzel fikirleri, betimlemeleri, metaforları tükettikten sonra o heybenin yeniden dolması için okumaya, gezmeye, insanlarla sohbet etmeye, hiçbir şey düşünmeden denize ya da gökyüzüne bakmaya vakit ayırıyorum.  Farklı türde eserler verdiğim için o tıkanıklığı türler arasında şapka değiştirerek gidermeye çalışıyorum. Yetişkinler için yazdığım bir öykü kitabından sonra gençlik romanına yöneliyorum, kurmaca romandan sonra denemelerle uğraşıyorum böylece kendimi tekrarlamaktan ve ilham beklemekten kurtuluyorum. Yazarların tamamı gibi benim defterlerimde de yazılmayı bekleyen hatta kimi yazılmış bitmiş elden geçmesi gereken taslaklar, kurgular, notlar var. Dönüp dönüp bunlara bakıyorum, hazır hissettiğimde defteri kalemi alıyorum elime…     

 

Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

Hepimiz benzer dertler yaşadığımız için ben neler çektim diyemem. Hepimiz iş, aile, sosyal ortamın içinde vakit yaratıp yazmaya çalışıyoruz. Yazdıklarımızın görünebilmesi için senelerce uğraşıyoruz. Tüm bunları da içimizdeki şeker portakalının dallarındaki kuşlar mahzun olmasın diye yapıyoruz. Akıllı insan işi değil ama yazmak da zaten bir delilik halinden başka nedir ki? En büyük mücadeleyi kitabımı bastırmaya çalışırken verdim. Defalarca küstüm, yıllarca yazmadım ama her seferinde yazı beni yeniden çağırdı ve onun sesine karşı koyamadım. Tek bir mücadele yöntemi var: Yazdıklarınıza ve yazıya olan aşkınıza inanıyorsanız vazgeçmemek gerekiyor ama yazdıklarınızdan vazgeçip onları çöpe atıp daha iyileriyle yeniden denemek de gerekiyor. Beckett’in sözü tüm bu mücadele sırasında temel düsturum oldu: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.”

Destekler de oldu tabii ki, olmaz mı? İnsan o destekler sayesinde yeniden ayağa kalkma gücünü bulabiliyor. Özellikle iki kişiyi anmak isterim. Eşik Cini gibi müthiş bir derginin editörü olan çok iyi bir yazar ve insan olan Nalan Barbarosoğlu, en kötü zamanlarımdan birinde iyi bir yazar olduğuma beni ikna ederek içimdeki küllenmeye dönmüş yazı ateşini yeniden ateşlemiştir. Aya Kitap’ın sahibi, edebiyatın emekçisi, sevgili Derya Ayyıldız da, bana inanarak ilk kitabımı basarak yolumu açmıştır. İkisine de şükran borçluyum, bu vesileyle sevgilerimi gönderiyorum.

 

Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Yazmaya başladığım dönemde, hep bir yetişme telaşı duyuyordum. Bir şeyleri kaçırdığımın tedirginliğini yaşıyordum. Kitaplarım çıkmaya başladıktan sonra dinginleştim, o ruh halinden sıyrıldım. Belki de o peşinden koşup durduğum yazı perisini yakaladığım için kaçıp kovalama yerine oturup sohbet etmeye başladık. Yazının peşinden koşmak yerine gelip onun beni bulmasına fırsat vermeye başladım. Böylece obur gibi yemektense az yiyip haz almaya başladım. Cemil Kavukçu’nun dediği kedi metaforunu kendime ilke edindim: “Öykü kedi gibidir, siz onu sevmek istediğinizde değil o kendini sevdirmek istediğinde yanınıza gelir.”   

 

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

İşte bu benim sorum.Aynı  J. Cameron gibi düşünüyorum. Sabah, dinginken beynime çer çöpü doldurmamışken herkes uyurken ama yazının aşkıyla ben uyanıkken, masanın başına geçip yazmak, sadece yazmak değil benim için bir nevi ibadet. Eskiden geceleri de ev halkı, konu komşu yattıktan sonra yazardım ama bir süredir geceleri okumayı dahi beceremiyorum, günün yorgunluğunu yazının dinginliği bile alamıyor.

Kitapların altını çizmeyi, notlar almayı, güzel sözleri bir deftere yazmayı, çok beğendiklerim üzerine düşünmeyi, kıskanmayı, oradan bir fikirle bambaşka kurmacalar yaratmayı seviyorum. Elimin altında sürekli tuttuğum kitaplar yok ama Bruno Schulz’u, Sait Faik’i, Cemil Kavukçu’yu, Raymond Carver’ı ara ara dönüp okurum.

 

Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Dünya üzerinde tek bir yazılı metin kalsa, bunun Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri olmasını tercih ederim. Çöp adam bile çizemezken Pieter Bruegel’in tek bir tablosu için tüm yazdıklarımdan vazgeçebilirim. Reha Erdem sinemasında bir karakter ama ille de Hayat Var’da figüran olmaya bile razıyım. “Diyeceğim şu ki / Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler / Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi / Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse…” diyen Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinde bir dize olmak bile yeterdi.

Daha bunlar gibi binlerce eser var ve iyi ki varlar. İnsanlık tüm bu yaratılan eserler sayesinde, kendi eliyle yarattığı felaketlere rağmen hâlâ yaşıyor ve umudunu diri tutabiliyor. Sevdiğimiz eserleri severiz, bazen bir nedeni olması da gerekmez, tıpkı birini sevmemizin illa nedeninin olmaması gibi. Belki de şudur sevdiklerimi sevme nedenim; yanlarında konuşmaya ihtiyaç duymam, onların konuşmalarına da gerek yoktur, birbirimizi konuşmadan anlarız ama bunun adı sessizlik değildir. 

                                                                                             

bottom of page