top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Yaratıcılık Ritüelleri 22 / Ayla Burçin Kahraman: "Güneş enerjisiyle çalışan saatler gibiyim!"

"Yavaş yavaş duruldum. Zaman geçtikçe daha dingin bir hâlde yürümeye başladığımı hissediyorum bu yolu. Her şeyi okumak zorunda olmadığımı kabul ettim mesela ya da seçerek izlemenin özgürlüğü hoşuma gitti.

Panikle değil keyifle yol almayı öğrendim belki de."

Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin bu hafta Ayla Burçin Kahraman'ı ağırlıyor.

 


Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Öyle kulaklık takıp klasik müzik dinlemeli veya afili fincanlarda türüm türüm tüten kahve kokusunu içine çekmeli, şık yazma ritüellerim yoktur ne yazık ki. Sigara kullanmadığımı da düşünürsek tek gözümü kısıp uzaklara bakarak düşünebileceğim ortamlarım da olamıyor. Yazma eyleminin mutlak yalnızlık istediği de bir gerçek. En azından benim için. Bunun için tek ihtiyacım olan şey sessizlik. Öykü yazıyorsam sabah saatlerini tercih ederim. İnceleme yazıyor veya röportaj hazırlıyorsam herhangi bir saatte telefonumu sessize alıp bilgisayar başına otururum. Sessizliği sağlamışsam “an”da kalmak için bilgisayarımın kucağımda olması yeterli benim için.

 

Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

 Bir öyküyü bitirmeden başka bir öykü fikrini zihninde gezdiren biri değilimdir. Düşüncelerim dağılmasın, odağım kaymasın isterim. Kendimi yazdığım öykünün atmosferinde tutabilmek, karakterlerle daha yakından ve kesintisiz hemhal olabilmek adına tercih ettiğim bir yol bu sanırım. Elimdeki metnin ilk cümlesini yazmamla arkama yaslanıp “bitti” dediğim zaman arasında geçen sürenin de birkaç ay sürdüğünü varsayınca masaya yeniden oturmam bazen haftalar hatta aylar sonra bile olabiliyor. Adına tıkanma hâli mi, tükenme hâli mi demek doğru olur bilemiyorum fakat bu yazmadığım süreleri okuyarak, izleyerek ve en çok da çevremi gözleyerek değerlendirmeyi tercih ediyorum.

 

Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

 En büyük engellerle yazmaya yeni başladığım zamanlarda karşılaştığımı söyleyebilirim. Yazma isteği, etrafınızdaki insanlar tarafından ilk zamanlar geçici bir heves olarak görülüp önemsiz bulunuyor. Kendinizi sosyal hayattan soyutlayıp masa başında geçirdiğiniz süreler uzayınca sıkıntı büyümeye başlıyor. Abarttığınız düşünülüyor, değiştiğiniz öne sürülüyor, ilgisiz olmakla suçlanıyorsunuz. Yazma konusundaki ciddiyetinizi kabul ettirene kadar akrabalarınız, komşularınız hatta dostlarınızla bile sorunlar yaşayabiliyorsunuz. Sebebi bilemiyorum. Yazma işi az önceki soruda da değindiğim gibi yalnızlık istediği ve hayatınızda çok geniş bir alan kapladığı için yakımızdaki insanlar onlardan azalmamıza tahammül edemiyorlar belki de. Bu işteki istikrarınızı kabul ettirdikten sonrası daha rahat bir süreç. En azından yalnızlığı tercih ettiğiniz zaman az da olsa anlayışla karşılanabiliyorsunuz.

 

Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Yazmaya başladığım zamanlardaki duygularımı yağmurlu bir havada yalınayak koşmaya benzetiyorum. İçimde acayip bir telaşla, nereye yetişmeye çalıştığımı bilmeden ayaklarım acıya ıslana koşmaya. Yazayım, biraz da okuyayım, klasikleri bitirmedim, günceli de takip etmeliyim, izleme yapmasam olmaz, arkadaşlarla fikir alışverişi yapayım, diyalog çalışayım, çapraz okuma yapayım, en iyisi biraz şiir bakayım… İçimdeki bu hengamenin arasında yazıyordum öykülerimi. Yavaş yavaş duruldum. Zaman geçtikçe daha dingin bir hâlde yürümeye başladığımı hissediyorum bu yolu. Her şeyi okumak zorunda olmadığımı kabul ettim mesela ya da seçerek izlemenin özgürlüğü hoşuma gitti. Panikle değil keyifle yol almayı öğrendim belki de.

 

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Sonunda kendim gibi yazan birini buldum. Julia Cameron. Ben güneş enerjisiyle çalışan saatler gibiyimdir. Hayatım tamamen sirkadyen ritim üzerine kurulu. Çocukluğumdan beri gün ağarır ağarmaz açılır gözlerim, hava kararınca uyuklamaya başlarım. Böyle olunca sabah saatleri benim için şahane bir fırsat oluyor. Herkesin uykuda olduğu o sessiz, huzurlu zamanlarda masanın başında oluyorum. Evdekiler uyanıp da ortalık hareketlenmeye başladığında ben kafamdakileri kâğıda geçirmiş olmanın verdiği keyifle dolanıyorum. Yazarken elimin altında tuttuğum kitapların içinden, onları ben yazmadığım için kıskandığım metinleri döne döne okurum. Oğuz Atay’ın Unutulan, Ayfer Tunç’un Fehime, Ferit Edgü’nün Kör ve Oğlu bunlardan birkaçı.


Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Bu soruda kitaptan farklı bir seçenek sunmuş olmanıza çok sevindim. Bugüne kadar ben yazmış olsaydım dediğim metinlere pek çok söyleşide değindim çünkü. Bruegel’in “Çocuk Oyunları” tablosunu ben çizmiş olmayı isterdim. Çocuk gibi resmedilen ancak yaşsız olduğunu düşündüğüm figürlerin oyun oynarkenki hâlleri beni çok etkiliyor. Kompozisyondaki hayatın kendisini taklit eden sahneler yaşamak zorunda olduğumuz gerçekliğin “oyun değil”liğini yüzüme vuruyor.

 

bottom of page