"Bazı dönemler ne kadar çok yazılırsa o kadar çok irdelenir, hatırlanır ve sorgulanır"
- Litera
- 1 gün önce
- 8 dakikada okunur
Çimen Erengezgin, Polat Özlüoğlu ile altıncı kitabı ve ilk romanı, Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar odağında söyleşti: "Roman boyunca bir kadına odaklanıyoruz, Meşhur’a. Yaşanmamış bir hayatın izinden gidiyoruz. Onun yaralarını, kayıplarını, yaslarını, korkularını, tereddütlerini, suskunluğunu takip ediyoruz. Yeryüzünden kendini soyutlayan, dışlayan bir kadının tutunma hikayesini okuyoruz."

Öyküleriyle tanıdığımız, Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar öykü kitabı ile pek çok ödüle layık görülen Polat Özlüoğlu’nun altıncı kitabı bir ilk roman: Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar çıktığı ilk hafta 2. Baskıyı gören romanı ve daha fazlasını konuşuyoruz:
Polat Bey, öykülerle tanınan, sevilen, çok okunan ve ödüllerle taçlandırılan bir yazar olarak, roman türüne geçmek için sizin motivasyonunuz neydi?
Açıkçası türler arasında ayrım yapmayan biri olarak bazı öykülerin başka formlarda yazılabileceğini ve hikayelerin tek bir türe indirgenemeyeceğini düşünüyordum. Bazı karakter ve hikayeler size hangi türde yazılmak istendiğini dayatırlar, başka türlü kaleme alamazsınız. Meşhur karakteri de öyle bir noktaya gelmişti. Öykü olarak yazılıp bırakılamayacak, hakkı uzun uzadıya teslim edilmeden yazılamayacak bir karakterdi. O yüzden roman kurgusu ve atmosferi içinde var olabilecek bir hikâyeye sahipti Meşhur. Öyküleri de kısa yazmayan bir yazar olarak roman formuna geçtiğimde Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar’ı başka türlü hikâye edemeyeceğimi anladım. Bir karakter ve hikayesinin nereye gideceğini, hangi yollara sapacağını, nerede genişleyip nerede daralacağını, peşinden neleri sürükleyip neleri silkeleyeceğini ve geride bırakacağını tahmin edince onun türünü de belirlemiş, bir seçim yapmış oluyorsunuz. Bir hikâye öyküye değil de romana sığacağını bazen en başında bazense yazım sürecinde belli eder. Meşhur daha en başında roman olacağının sinyallerini verdi.
Roman ülke tarihimizin karanlık bir zaman dilimi olan 1980 darbesini mercek altına yatırıyor. Kitabın çıkış tarihi de Eylül ayına denk geldi, tesadüf değil sanırım. Bu yakın tarih hakkında bir roman yazma fikri nasıl oluştu? Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun olmanız, hikâyelerinizin belirlenmesinde etkin midir?
Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar’ın 12 Eylül’de raflarda yerini alması elbette tesadüf değil. Hele üzerinden kırk beş yıl geçmişken. Bazı dönemler ne kadar çok yazılırsa o kadar çok irdelenir, hatırlanır ve sorgulanır. 1980 darbesi de ülke tarihine kanlı bir leke olarak kaydolmuş öyle karanlık ve zor zamanlardan biri. Gazetecilik mezunu olmak sorularınızın, merakınızın, araştırma kabiliyetinizin artmasına sebep oluyor. Bir yazar olarak herhangi bir olayla, bir fotoğrafla, bir karakterle, bir durumla karşılaşınca akla gelen bu fazladan sorular sizin yazma disiplininizi de etkileyip değiştiriyor. Gerisi kişinin dünyaya bakışı, zamana karşı duruşu, toplumsal olaylara, tarihsel belleğe ve hayatın kırılma noktalarına dair duyguları ve düşünceleri ile ilgili. Yani tamamen kişisel duyarlılık alanları önemli olan, diye düşünüyorum. Sadece gazetecilik bölümünde okumanın yeterli olduğunu sanmıyorum. Hayata nereden bakıyorsunuz ve nerede, kimlerin yanında duruyorsunuz sorularını dürüstçe cevaplamanız gerekiyor. Ben haksızlığa uğramış, sürgün edilmiş, vurgun yemiş, mağdur hale gelmiş, toplum dışına itilmiş insanların yanında durmaya çalışıyorum. Yazdığım metinlerde bu gerçekliği gözetiyorum. Hesaplaşmak ve yüzleşmek mecburiyetinde olduğum bazı dönemler var. Öykülerde kenarından, kıyısından değiniyordum ama bu kadar kapsamlı ve geniş geniş ele almak bu romana kısmet oldu. Bazı kapanmayan yaralara, acılara, kayıplara karşı sorumlu hissetmek önemli. 1980 darbesine dair vicdan borcumu bu kitapla ödemeye çalıştım. Toplumsal belleğimize dokunan, yaralayan, acıtan zamanlara ve olaylara dairdi bu hikâye. Meşhur’un hikayesi peşinden sürüklediği hayaletler, yüreğini sıkıştıran karanlıklar, hayatını engelleyen gölgeler, ruhunu tutuşturan olaylar bir öyküyü değil romanı çağırdı metin olarak. Roman boyunca bir kadına odaklanıyoruz, Meşhur’a. Yaşanmamış bir hayatın izinden gidiyoruz. Onun yaralarını, kayıplarını, yaslarını, korkularını, tereddütlerini, suskunluğunu takip ediyoruz. Yeryüzünden kendini soyutlayan, dışlayan bir kadının tutunma hikayesini okuyoruz.
Hem kendi ülkemizde kenarda köşede kalan, bireysel ve toplumsal sessiz çığlıkları hem de Külliyat bölümlerinde dünyanın dört bir yanında ötekileştirilen şiddet görmüşleri aktarmak yedi yılınızı aldı. Nasıl geçti bu yedi yıl sizin için? Hazırlıklarınızdan, araştırmalarınızdan bize bahseder misiniz?
Açıkçası ilk yazılışı 2018 sonbaharı ile 2019 ilkbaharı arasında gerçekleşti. Sonrasında çeşitli yıllarda romanla defalarca hemhal oldum, yeniden yeniden yazdım. Araştırma kısmı son halini aldıktan sonra gerçekleşti. Meşhur tamamen hayal ürünü bir kadın ancak yaşadıkları, yaşadıklarımız tarihsel gerçekliklere dayanıyor. Çok karanlık, şiddet dolu, kötülüklerin ve zorbalıkların yaşandığı, kayıplar, sürgünler ve ölümler verdiğimiz darbe dönemine ait bir zamanın içinde savruluyor Meşhur. Hem bir devrimci hem bir kadın olarak kötülüklere karşı suskunlukla, yalnızlıkla direniyor. Romanı yazdıktan sonra bazı tanıklıklar, romanlar, belgeseller, filmler izleyip okudum. Ancak bunların tamamı dönemi daha iyi anlayabilmek, yaşananları yeniden hatırlayabilmek, belleği tazelemek içindi. Darbe olduğunda çocuktum. Yaşanan karanlıkların farkında değildim. Yıllar sonra belleği geriye çağırmak önemli bir uğraştı benim için. Çetin bir zaman dilimini yeniden canlandırdım. Etkileri ve karanlığı hala devam eden bir zaman dilimine hem geçmişten hem şimdiden bakmak tuhaf ve zorlu bir deneyimdi. Darbe döneminde 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi yargılandı, işkencede ve şüpheli ölümlerin sayısı 300, fişlenenlerin sayısı 1 milyon 683 bindi. Bu rakamların içinde kaybolmak, yeniden anımsamak kolay olmadı.
80 dönemini yetimhanede büyümüş Meşhur’un özelinde okuyoruz. Özellikle şimdiki zamanda yaşadıklarıyla 80 yılında şiddet gördüğü dönem arasında Meşhur’un düşüncelerini bir sarkaç gibi salınırken buluyoruz. Zaman sıçramaları, geriye dönüşler ve paralel anlatımlar hikâyeyi zenginleştirdiği gibi okurun da merakını arttırıyor. Bu tekniği seçmenizin nedenleri nelerdir?
Romanın tüm imkanlarını kullanmaya çalıştım. Sanırım romanın en özgürleştirici yanlarından biri de bu sınırsızlık duygusu. Üçüncü tekil şahısla bir romanı yazarken birdenbire başka seslere, bakışlara yer bulabilmek ve o anlatı tekniklerinden yararlanmak hikâyeyi daha yoğun, güçlü bir şekilde hissetmeyi sağlıyor. Meşhur’un yaşadığı olayları tek bir ağızdan değil de başka ağızlardan aktarmak romanın akışını değiştirdi. Onu zenginleştirdi hatta çoğalttı. Okura başka kapılar araladığını düşünüyorum bu çoklu anlatımın. Bazı bölümlerin her zaman yapıldığı gibi mağdurun ağzından değil de failin ağzından yazılmasının önce irkiltici sonrasındaysa merak uyandırıcı bir yönü var. Romanın aksını değiştiren bazı yöntemlerin Meşhur’un yalnızlığını, içindeki karanlığı, korkuları, tenindeki yaraları, izleri, ruhundaki yangını, kafasındaki sesleri, yüreğindeki tedirginliği, acıyı daha güçlü hissetmemizi sağladığını düşünüyorum.
İşkenceyi görenle işkencecinin düşünce ve duygularını eş zamanlı yazma fikri nasıl oluştu?
Bunun planlı, programlı bir şey olduğunu söyleyemem. Yazarken aklıma gelen bir fikirdi. Sadece Meşhur’a yapılanları onun ağzından değil de bu defa failin dilinden yazmak istedim. Kötülüğü, zalimliği, şiddeti yapanın bakışından aktarmak bir yandan mağdurun duygularını daha yoğun hissetmemizi diğer yandan failin kafasının içine girmemizi sağladığını düşündüm. Bir de insanın içinde bekleyen, pusudaki canavarın nasıl uyandığına tanıklık etmek istedim, okuru da bu tanıklığın ortağı yapmak. Ele geçirilen ya da verilen bir görevle, güçle, emirle insanların nelere dönüşebileceğini ilk ağızdan okuyalım istedim. Kötülük ve iyiliğin sınırlarının belirsizleştiği halleri görmek adına bu hikâye önemli. İnsanlar seçimler yaparlar ve bunun sonucunda sıradan bir insan içinden bir canavar, cellat, katil çıkabilir. Yer kabuğunda karşımıza çıkan kötülükler hep bu sıradan dediğimiz insanların güçle zehirlenmesinden kaynaklanmıyor mu?
Bir insan olarak o şiddeti yazarken neler hissettiniz?
Bir an önce yazıp kurtulmak istedim ilk başlarda. Çünkü hayal etmesi, orada oyalanıp vakit geçirmesi hiç kolay değildi. Çünkü bir karanlığa, şiddete ve kötülüğe gözlerinizi açıyorsunuz ve onu kaleme alıyorsunuz. Bir de bunları yapanın gözünden, işkencecinin ağzından aktarıyorsunuz. Ancak bunlar yaşandı sadece bu topraklarda değil dünyanın dört bir yanında gerçekleşti. Kötülükler birbirine benziyordu, failler birbirini andırıyordu, yaptıkları işkence yöntemleri bile aynıydı. Kayıplar benzerdi, ölümler benzerdi. Tutulan yaslar bile aynıydı. Yani tüm yaşanan acılar ve yaslar ortaktı. Yazılması zor olsa da yazılmalı diye düşündüm hep. Hayali bir karakteri etiyle kemiğiyle canlandırıp gerçek bir zamana ve döneme hapsediyorsunuz. Yaşanan şiddetin hacmi ve ağırlığı o kadar fazla ki ruhunuz tutuşuyor okurken. Tanıklıkların sizin yazdıklarınızdan daha şiddetli olduğunu görmek içinizi daha da acıtıyor. İnanmak istemiyorsunuz. Bir insan bir insana bunu yapar mı diyorsunuz? Nasıl başını yastığa koyar o fail, nasıl karısına bakar, nasıl kızını öper diyorsunuz? Utanç duymazlar mı hiç? Duymamışlar.
Romanda geçmişten bugüne tüm acılara ve acı çekenlere yer vermeniz, hikâyenin sadece tarihi değil aynı zamanda güncel kalmasını da sağlıyor. Böylesi kısa sürede bu kadar çok okunmasının nedenlerinden biri de bu olabilir mi?
İnsanlar acılarında ve dertlerinde buluşup teselli buluyor. Bir de anlatmak ihtiyacı duyduğumuz gibi aynı şeyleri yaşadığımızın da ortaklığını görmek istiyoruz. Yalnız olmadığımızı, dünyada o acılara bizim gibi yüz binlerce insanın da katlandığını bilmek önemli. Henüz tam anlamıyla o acılarla yüzleşilmedi, hesaplaşılmadı, failler yargılanmadı, aramıza karıştılar, kalabalıkların içinde görünmez oldular, ceza almadılar, yüzlerine vurulmadı utançları. Kötülüğün, şiddetin tümü anlatılmadı, özellikle devrimci mücadele içinde yer almış kadınların maruz kaldığı karanlık çok az dillendirildi. Tanıklıklarımız, hatırladıklarımız paylaşılsın, tekrar gündem olsun, konuşulsun, hakkıyla yüzleşilemese de bildiklerimiz gelecek nesillere aktarılsın istedim. Bunların her biri nedenler arasında olabilir. Tarihsel belleği edebiyatın belleğine taşımanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Metinde sanatın pek çok alanından referanslar okuyoruz. Edebiyat, resim, müzik, filmler bizi o dönemlerin içinde yoğuruyor sanki. Böylesi geniş bir perspektif kullanmak sizin de sanatın farklı alanlarına ilginizi mi açıklıyor, ne dersiniz?
Tarihsel dönemleri sanatın farklı disiplinleri ile hatırlamayı seviyor ve önemsiyorum. Bir hikâyeyi bir dönemin gölgesine sığdıracaksam o zamanlarda yaşamış şairlerin sesini duymanın, şiirlerini okumanın, şarkılarını dinlemenin, filmlerini izlemenin, romanlarını hatırlamanın, resimlerini anmanın yazdığım metne sızmasının bir yakınlık ve duygudaşlık kuracağına inanıyorum. Özellikle bazı şarkılar, filmler ve romanlar o dönemi çağırır. Yani o dönemin sesini yakalamak için o şarkıyı anmanız yeter. Metin size hatırlatır o zamanları. Çeşitli sanat disiplinlerini takip etmeyi, çağdaş sanatın peşinden sürüklenmeyi, izini sürmeyi seviyorum. İnsan pek çok hatırasıyla sanatın içinde kendine yer bulabilir.
Meşhur’un çevirmenliği ve edebiyata olan ilgisi sizin bu hikâyeyi örmenizde hareket kabiliyetinizi nasıl etkiledi?
Anlatmak istediğim meseleyi daha kolay işlememe olanak verdi Meşhur’un edebiyat tutkusu ve diğer dillere olan yatkınlığı. Çevirmenlik zor bir meslek ve maalesef hakkı tam anlamıyla teslim edilmeyen bir konumda ülkemizde. İyi bir okur olarak çok şanslı olduğumuzu harika çevirilere imza atan çok sayıda çevirmene sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bunu elbette dilimizi hakkıyla kullanan, pürüzsüz çevirilere imza atan çevirmenlere borçluyuz. Külliyattaki bu çeşitliliği sağlayan Meşhur’un çevirmen kimliğini ve edebiyat tutkusunu vurgulayan bir yapı oluşturmaktı. İşkence Külliyatı sayı olarak arttıkça Meşhur çevirmen olarak önem kazandı beklenen, takip edilen biri haline geldi. Kendimden biliyorum, bazı çevirmenlerin yeni çevirilerini heyecanla bekleyenlerdenim. Ülkemizde sağlam bir çeviri geleneği mevcut. Haklarının tam teslim edilmediğini düşündüğüm için romanın çeviriye tekabül eden külliyat kısmını da kitap içinde kitap formatında oluşturdum. Bunu okurlara ve yayıncılara tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor sanırım.
Peruk dükkanındaki işi ile çevirmenliği arasındaki bağı kuran Külliyat Bölümleri için ayrı kurgular, öyküler yazmak gerektiği anlaşılıyor. Bu da kitap içinde kitap yazmak demek. En baştan nasıl bir yol haritası çizdiniz bu kitap için?
Kitap içinde kitaplar fikri kahramanın çevirmen kimliğini benimsedikten sonra ortaya çıktı. Peruk dükkanındaki dışa dönük dünyası ile edebiyat camiasındaki gizemli, kapalı hali arasında bir paralellik kurmak kitaplar aracılığı ile mümkün oldu. Külliyatla birlikte dünyadaki tüm işkence vakalarına değinmek mümkün olmasa da yapılanların aynılığı, yapanların benzerliği ve yaşanan acıların ortaklığı hikayeleri birbirine bağladı. Şiddeti sadece fiziksel olanla sınırlamak yerine tüm yönleri ile ele almak yerinde bir karardı roman için. İşkencenin ve kötülüğün evrensel boyutuna değinip buradan hareketle bireysel acılara ve kayıplara dokundu metin. Bir yapbozun eksik parçalarını birleştirmek gibi bir şeydi külliyat bölümleri.
Bu kitabı yazarken sizi en çok ne zorladı?
Romana başlamak önceleri bilinmeyen sulara atlamak gibiydi ancak sayfalar ilerledikçe, yüzmeye başlayınca suyun içinde her şey o kadar tanıdık ve bildik geldi ki adeta kulaç atmak keyif verir oldu. Sonuçta bir metnin peşinden gitmek hangi tür olursa olsun yazma sonsuz bir haz verir bize.
İsim ve kapak seçimlerinde nelere dikkat ettiniz?
12.İsim bulmakta zorlanan, hatta metni yazdıktan haftalar sonra isim bulan biri olarak bu romanda da yaklaşık bir yıl boyunca isim arayışım sürdü. Romanın yoğunluğunu, dönemin karanlığını, yaşananların ağırlığını, Meşhur’un yalnızlığını ve çaresizliğini, hikâyenin dilsizliğini, anlatının gücünü vurgulayacak bir isim araştırdım. Neyse ki yazar dostlar imdadıma yetişti. Tiyatro oyun yazarı ve yönetmeni Şamil Yılmaz romana bu güzel ismi verdi. Kapak seçiminde ise editörüm Bilal Acarözmen’in çabası ve yardımı etkili oldu. Görür görmez kapağın Meşhur’a ve kitaba yakıştığını düşündüm.
Kitabın başında Agota Kristof’un alıntısında ‘Acılar diniyor, anılar köreliyor’
‘Diniyor, köreliyor dedim, evet, ama kayboluyor demedim’ diyor. Bu kadar şiddeti anlatan, yakın geçmişi ele alan cesur bir kitaptan sonra bizi okurlar olarak neler bekliyor. Kaybolmayan başka çığlıklar da duyacak mıyız sizden?
Acılar ve anılar hiçbir zaman kaybolmuyor, hatta daha derine işliyor. Yer kabuğunun kayıpları her daim çok fazlaydı, asla azalmadı, çoğaldı, yaralarımız hafiflemedi, korkularımız kaybolmadı, şiddet yok olmadı, karanlık bitmedi. O yüzden yazacak çok fazla acımız, paylaşacak çokça derdimiz ve ortaklık kuracak, duygudaşlık kuracak çok fazla yasımız var. Yazarın yaşadığı çağ ile ilgili bir savaşı olmalı diye düşünenlerdenim. Bir meselesi, tasası, derdi olmalı yazarın.
Teşekkür ederim bu incelikli sorular için.
Bu röportaj için çok teşekkürler. Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar’ın yolu açık olsun.