top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Aynalar ve melekler şehrinin elçisi bir yazar: Janet Frame

“Frame, özkurmaca aracılığıyla kendi anlatısı üzerinde estetik bir denetim kuruyor. Zorlu bir çocukluğa, ruhsal hastalık ve dışlanmayla mücadelesine ve her türlü kurumsallaşmaya dair gerçek bir içgörüyü, estetik ehliyetiyle yakalıyor.” Nilay Kaya, Janet Frame’in artık modern klasikler arasına girmiş yapıtı Soframda Bir Melek üzerine yazdı. 


ree

Özkurmaca (autofiction) türü denince benim aklıma son zamanlarda en çok Nobelli yazar Annie Ernaux geliyor. Bu görece yeni keşfedilmiş ya da son zamanlarda çok konuşulmaya başlanan türü, Türk edebiyatından da bir yazarla, Tezer Özlü'yle birlikte düşünmeye meylediyorum sık sık. Şimdi özkurmaca yazan kadın yazarlar kümeme sapasağlam bir şekilde üçüncü bir yazar yerleşti. Ve bunun müsebbibi, her daim sinemanın en güçlü yönetmenlerinden biri olarak gördüğüm Jane Campion oldu. Geçtiğimiz günlerde hâlâ külliyatında izlemediğim filmler kalmış mı diye bakınırken 1990 tarihli Soframda Bir Melek'le (An Angel at My Table) karşılaştım. Geç olsun güç olmasın ve sağolsun Jane Campion, bu keşif çarpıcı biçimde özgün ve sınıflandırılması zor bir yazarla beni buluşturmuş oldu: Campion gibi Yeni Zelandalı olan Janet Frame ile. Edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamaların işte bazen böyle olumlu sonuçları olabiliyor: Film uyarlaması ahım şahım olmasa da hatta kötü bile olsa, en kötü ihtimalle insanı orijinal metne, kitaba döndürüyor. Kaldı ki Jane Campion'ın uyarlaması "Janet Frame'e giriş" niteliğinde son derece etkili bir eser.


Jane Campion'ın sinemaya uyarladığı metin, Janet Frame'in kimilerinin otobiyografi dediği ki özkurmaca adlandırması daha doğru olur, üçleme olarak yayımlanan kitapları. Sırasıyla To the Is-Land (Şimdiki Zaman Ülkesine, 1982), An Angel at My Table (Soframda Bir Melek, 1984) ve An Envoy from Mirror City (Şehrin Yansımasından Gelen Elçi, 1985). İlk başlarda ayrı ayrı yayımlanan bu kitaplar 1989'da üçü bir arada bir cilt olarak yayımlanmaya başlıyor. Türkçede ise toplama olarak Yapı Kredi Yayınları tarafından, Ayça Çınaroğlu çevirisiyle yayımlanmış durumda ve yeni baskıları yapılmaya devam ediyor.


Jane Campion'ın An Angel at My Table adlı filminde Janet Frame'i canlandıran oyuncular bir arada. Kaynak: janetframe.org
Jane Campion'ın An Angel at My Table adlı filminde Janet Frame'i canlandıran oyuncular bir arada. Kaynak: janetframe.org


Bu üçlemeyi sinemaya aktaran Jane Campion bir de kitaba önsöz yazıyor. Campion, Janet Frame ile küçük yaşlarda edebi bir figür olarak tanışmasının yanı sıra gerçek hayatta tanışmalarını ve izlenimlerini de önsözde anlatıyor. 29 Ocak 2004’te lösemi nedeniyle hayata veda eden Frame, belli ki Campion için yaratıcılığıyla, kendi ülkesinden çıkan özgün bir ses ve özgürleşmeyi başarmış bir kadının sesi oluşuyla hem rol model olarak görebildiği hem de ulusal bir gurur duyduğu bir figür. 


Janet Frame, “deliliği araştıran” ama gerçek hayatında son derece talihsiz bir biçimde yanlış bir teşhisle deli yaftası yiyen bir yazar – ancak bundan çok daha fazlası olduğu çok açık. Uluslararası çapta tanınan, dil üzerine düşünen ve onu dönüştüren, aynı zamanda postkolonyal dünyayı ve Yeni Zelanda’nın o kendine özgü yalıtılmış diyar imgesini keskin bir zekâyla sorgulayan bir araştırmacı. Gerek yerli Māori halkı gerekse yerleşimciler için ada ulusunun çoklu değerlerini dil aracılığıyla keşfeden bir kâşif ve görünen o ki 20. yüzyılın başlarından ortalarına dek Yeni Zelanda edebiyatına egemen olan, Pākehā (beyaz Avrupalı) erkek yazarların “Man Alone” olarak bilinen milliyetçi gerçekçilik geleneğine karşı bir panzehir gücünde. Frame, şiir, kısa öykü, roman ve özkurmaca türlerinin tamamında ulusal düzeyde ödül kazanan tek Yeni Zelandalı yazar. 1951’de kısa öykülerden oluşan The Lagoon adlı kitabı yayımlanıyor. Ertesi yıl, Yeni Zelanda’nın tek edebiyat ödülü olan Hubert Church Anı Ödülü’nü kazanıyor. Modernist romanı Owls Do Cry'ı (Baykuşlar Öterken, 1957), 1961 tarihli romanı Faces in the Water (Sudaki Yüzler) takip ediyor. Üçüncü romanı The Edge of the Alphabet (1962) ve ölümünden sonra yayımlanan novella'sı Towards Another Summer (Bir Başka Yaza Doğru, 2008)en bilinen eserleri arasında. 1988’de The Carpathians adlı romanıyla Commonwealth Writers Ödülü’nü alıyor, Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi Onur Üyesi oluyor ve 1990’da Yeni Zelanda Nişanı’na layık görülüyor. Özellikle ilk dönem eserleri, kardeşleriyle birlikte büyük bir merakla dinlediği radyo oyunlarının da izlerini taşıyor. Bu eserler, Büyük Buhran Dönemi ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yeni Zelanda’nın küçük kasabalarındaki işçi sınıfına ait domestik dille kamusal söylemi birlikte yansıtıyor.


1924 doğumlu Janet Frame'in bu başarılarının gerisinde, özkurmaca metninden öğrendiğimiz kadarıyla hayli çetin bir hayatı olmuş. Maddi açıdan sıkıntı yaşayan bir evde büyüyen bir çocuk olarak Frame, çok küçük yaşlardan itibaren duygusal olarak acı çekiyor. Pek fazla arkadaşı olmadan büyüyor, -kocaman dağınık kıvırcık kıpkızıl saçları, iri ve tombul bedeni, pespaye giysileriyle zorbalık mağduru olmaktan kaçamıyor, kendisini izole hissettiğini ve yalnızca kendini ifade etme yeteneğiyle baş başa kaldığını belirtiyor. Bir yandan çalışkan bir öğrenci; erken yaşlardan itibaren Keats, Shelley gibi şairleri şiirlerini ezberleyerek okuyor, şair olmaya karar veriyor ama yoksul bir ailenin çocuğu olarak kızlara en uygun görülen (fazla seçenek de olmadığı için) mesleği edinmesi için Eğitim Fakültesi'ne yönlendiriliyor. Hayatı boyunca Brontë kardeşleri çok seviyor, benzer izole ve yabani coğrafyalarda yaşamaları, hepsinin de sınırlı imkânlarla yaratıcılıklarının peşine düşen kızkardeşler olmaları nedeniyle onlarla kendi kardeşleri arasında bir benzerlik hissediyor. Yeni yeni yakınlık kurmaya başladığı kız kardeşi Myrtle’ın ani ölümü üzerine Frame, yasını yaşayamayarak hayal gücünün sınırlarına çekildiğini söylüyor. Kitabında bu erken dönem kayıp deneyimlerinin, yaşamının ilerleyen dönemlerinde kötüleşen ruh sağlığının bir dönüm noktası olduğunu belirtiyor. Nitekim bir noktada Yeni Zelanda’daki Dunedin Hastanesi’nin psikiyatri servisine yatıyor, hayatının uzun bir dönemini Dunedin ve Londra'da çeşitli akıl hastanelerinde geçirmek zorunda kalıyor.


ree

Janet Frame, kitap boyunca “Ayna Şehir” (Mirror City) -YKY çevirisinde "Şehrin Yansıması", diye adlandırdığı bu iç dünyaya sığınıyor. Bu şehirden ve o şehrin "elçisi" olmaktan aldığı güçle kendi hikâyesini anlatma hakkını yeniden sahipleniyor ki bu hak, yaşam deneyimleri tarihsel olarak değersizleştirilmiş ve silinmiş olan birçok ruh sağlığı hastasından esirgenmiştir. Frame, özkurmaca aracılığıyla kendi anlatısı üzerinde estetik bir denetim kuruyor (dikkat, bu metin tam da bu nedenle bir otobiyografi değil); böylece hem deneyimlerinin hem de kimliğinin karmaşıklığını temsil etmiş oluyor ve bunu kısmen, yaşamı ile eserleri etrafında oluşmuş birtakım nahoş efsanelere karşı koymak amacıyla yapıyor. Zorlu bir çocukluğa, ruhsal hastalık ve dışlanmayla mücadelesine, yanlış teşhise ve her türlü kurumsallaşmaya dair gerçek bir içgörüyü, estetik ehliyetiyle yakalıyor.


“Soframda Bir Melek'in, okurla diyaloğa girmediğini, aksine, tek ve son söz olmayı hedeflediğini de söylemek mümkün. Bu tavrın son derece haklı nedenlerinin başında, şüphesiz Frame’in uzun süre “deli” etiketi taşıdığı için kendi hikâyesinin kontrolünü geri alma ihtiyacı geliyor.”

Frame’in anlatısı, dışarıdan bakıldığında kişisel bir anlatı gibi görünse de aslında yazar kendini esasen “sabitlenmiş, uzaktan görünen bir imge” olarak sunuyor. Yine de bu bilinçli mesafe yaratma tercihi tek tip bir şekilde ilerlemiyor: Geçmişte başkaları tarafından onun hakkında kurgulanmış yanlış hikâyeleri “düzeltmek” için konuştuğunu söylerken bir süre sonra "otobiyografiyi" “dürüst bir kayıttan" çok, kurmaca ile benzer biçimde şekillendirilmiş bir anlatı olarak tanımlıyor: işte bu anlatıya biz bugün "özkurmaca" diyoruz. Frame'in gelgitli anlatı stratejisinde yazma sürecindeki Janet Frame ile yıllar sonra geçmişine bakıp yazan Janet Frame'i bir arada görebiliyoruz: 

Genellikle geriye dönüp bakmak olarak düşünülen otobiyografi yazmak, zamanın geçişini göze röntgen niteliği kazandırmasıyla aynı zamanda karşı tarafa ya da içinden bakmak anlamına da gelebilir. Ayrıca, geçen zaman kaybolmuş zaman demek değil, biriktirilmiş zamandır ve konakçı, yol boyunca birçok başka karakterin ona katıldığı ve bunların hiçbirinin birbirinden ya da konakçıdan ayrılamadığı, bazılarının da varlıkları fiziksel acı verecek kadar sıkı sıkıya yapıştıkları masaldaki karaktere benzer. Bütün bu karakterlere olayları, düşünceleri, duyguları eklerseniz ortaya zaman karmaşası çıkar; bu artık yapış yapış bir karmaşadır, artık gezegenlerden ve yıldızlardan da büyük bir mücevherdir (Frame 238).

Bu yekpare zaman anlatısı içinde zaman ve söz üzerinde "otorite" kuran bir yazar var. Frame, kendisini anlatırken dışarıdan bakan, tam bilgiye sahip (transgredient) bir anlatıcı konumu alıyor. Bu konum, yazılan Janet’in içsel dünyasının doğrudan temsil edilmesini engelliyor ve onun yerine tüm yaşamının, her sahnesinin, anlatıcı tarafından çerçevelenmiş “tamamlanmış bir portre” hâline gelmesine yol açıyor. Yazan Frame sürekli olarak yazılan Frame’in üzerine kapanıyor.  Aslında, özellikle kadın otobiyografilerinde sık görülen “kendini hem açma hem saklama” stratejisi Frame’de de var: kişisel detaylar sunuluyor, ancak içsel bilinç kapalı tutuluyor.


Soframda Bir Melek'in, okurla diyaloğa girmediğini, aksine, tek ve son söz olmayı hedeflediğini de söylemek mümkün. Bu tavrın son derece haklı nedenlerinin başında, şüphesiz Frame’in uzun süre “deli” etiketi taşıdığı için kendi hikâyesinin kontrolünü geri alma ihtiyacı geliyor. Toplumsal ve kurumsal kayıtların ona zorla yüklediği “öteki” kimliğini düzeltme çabası, metni tartışmaya kapalı bir söyleme dönüştürüyor ve bunda hiçbir sorun yok. Son söz niyetine; Frame’in özkurmacası muazzam edebi dünyasının ve dilinin yanı sıra yaşam yazını, ruh sağlığı ve delilik hakkındaki sosyo-kültürel kurguların kesişimini derinlemesine ve kişisel bir biçimde araştırmaya olanak tanıdığı için tıp, beşerî bilimler ve ruh sağlığı çalışmaları perspektifinden de verimli bir şekilde okunmaya müsait, zengin bir edebi dünya sunuyor.

Yorumlar


bottom of page