Kadın, cinayet ve şehir: Esra Türkekul’un izinde
- Litera
- 1 dakika önce
- 5 dakikada okunur
Simge Desen Türk yazdı: "Feminizm üzerinden izini sürdüğüm Esra Türkekul’un yazdıklarını çok önemsiyorum. Hem polisiye edebiyat hem de çeşitli eşitsizlikler açısından oluşturulan tahakkümü kırıyor. O sert, maço dili yok ettiği gibi bize başka bir dilin mümkün olduğunu gösteriyor."

Edebiyat iz sürmektir. Bazen hikâyenin bazen karakterlerin bazen doğanın peşinden gidersiniz. İflah olmaz bir aşık gibi sürükler sizi eğer ona vurulduysanız. Türlerden ve akımlardan bağımsız olarak yaşanılan bu tutku suç edebiyatı için eserin kendisi olur. Polisiye romanlar iz sürmek üzerine kuruludur. Vaat ettikleri heyecanlıdır. Okurla anlaşma baştan yapılır. Hikâyenin sacayağının yani suç, suçlu ve olayı çözecek kahramanın sözünü verir. Klasik bir olay örgüsünde gizemin sonunda mutlaka çözüleceğini bilerek okumaya başlarsınız. Genellikle gerçek dünyadan uzak, duvarları olan, sert mizaçlı, yalnız ve maço bir erkek kahramanımız vardır ve müthiş üstün yetenekleriyle bizim aklımızın ermeyeceği zekasıyla olayı daha ilk bakışta çözüvermiştir. Okurlar ancak sonunda anlar ve o, Tanrı'nın ona bahşettiği karizması ile yürüyüp gidecektir. Bu hikâyede kadın, ya kurbandır ya da o güçlü kahramanın değersizleştirilen beceriksiz yardımcısı. Bozulan toplum düzenini yeniden sağlamaya çalışan erkeklerin dünyasında bir kadına yer yoktur. Hard-boiled olarak adlandırılan bu tarz polisiye metinleri alt üst etmek biraz yürek ister. Bu cesur hamle ancak bir kadına yakışır.
Dünya edebiyatında olduğu gibi Türkiye’deki polisiye kurgularda da kadın yazar oldukça az. Olan da görünmez veyahut ismi bilinmez. Onlardan biri Esra Türkekul. Okuru vardır elbette ancak bir kadın olarak daha tanınır olmasını isterim. On seneyi aşkın süre finans sektöründe çalıştıktan sonra işinden ayrılan Boğaziçi Üniversitesi mezunu olan yazarımız sivil toplum kuruluşlarından seramiğe turist rehberliğinden yazmaya çeşitli iş deneyimleri yaşadığını anlatıyor. Polisiye okumayı çok sevdiği için yazı masasına oturduğunda ilk ürünü bu türde oluyor. 2013 yılında Kapalıçarşı Cinayeti ve 2016’da Cadıbostanı Cinayeti isimli iki polisiye roman kazandırıyor edebiyatımıza. Suç edebiyatının erkek egemen dilinin, sert ve üstten bakan tavrının üslubuna bulaşmasına izin vermeden yazdığı sadece iki eseri var. Ancak her ikisinde de kullandığı dil, yarattığı karakterler ve sınıfsal bakış açısı ile bir kadın gözüyle 1900’lerin başından gelen Anglosakson çıkışlı bu hegemonyayı yerle bir ediveriyor.
Her iki romanda da olayları turist rehberi olan Berna Tokdemir’den dinliyoruz. Kapalıçarşı Cinayeti romanında gezdirdiği yabancı bir çiftten erkek olanı ölü bulununca onunla birlikte araştırmaya tanık oluyoruz ve çözüme ulaşıyoruz. Cadıbostanı Cinayeti’nde ise deneyimli ve hevesli biri olarak mahallesinde yaşanan bir cinayeti merak ediyor ve serüven başlıyor. Hikayeler hakkında detay vermek istemem. İyi bir polisiye okuru iseniz eğer bu kadarına bile sinir olabilirsiniz çünkü daha ilk cümleden takip etmek ve bir dedektif gibi ipuçlarını toplamak istersiniz. Türkekul da iyi okur olmanın deneyimiyle polisiyeye hizmet eden ayrıntıları, muhtelif şüphelileri, tanıkları, delilleri özenle metne yerleştiriyor ve bize sakince sunuyor. Akıcı ve merak uyandırıcı bir hale dönüşmesini sağlayan önemli unsurlardan biri bu oluyor. Suç romanlarının klasik olay örgüsü burada da karşımıza çıkıyor ve sonunda cinayetlerin nasıl ve ne amaçla işlendiğini öğreniyor ve katili yakalıyoruz. Bu aşamada Esra Türkekul çok önemli bir hamle yapıyor ve diyor ki hiçbir dedektif olaylardan azade değil. Onlar da insan ve öldürülen kişilerden üstün değil. Alt sınıfa ve mağdura duyulan bu şefkati fark yaratıyor, bunu ancak bir kadın başarabilir.
Nitekim Berna da başarıyor. Aslında kusurları olan, kendini beğenmeyen, yaşadıklarının onu depresyona sürekliği bir hayatla başa çıkmaya çalışan, orta sınıf, sıradan bir kadın karakter ve asla bir kahraman değil. Ama bu kırılganlığı ve çaresizliklerle dolu yaşamında yola devam edebilme gücü zayıflığını değil direncini gösteriyor. Kendi macerasını yazıyor Berna, yaptıklarıyla gurur duyarken o da bizimle birlikte kendine şaşırıyor. Olay örgüsünü çözerken aslında Berna’nın gelişimini de takip ediyoruz. İçindeki gücü keşfedişini, polis veya dedektif olmadığı halde yaşadığı serüvendeki değişimini, ona kattıklarını daha insani ve daha sıcak bir yerden okuyoruz. İşte bu yazarın hard-boiled akıma kafa tutuşu. Dili, tavrı, kusurları ve eksikleriyle muhteşem bir yol arkadaşı yaratıyor bize, bir lider, ulaşılmaz bir kahramandan öte.
Hikâyeden ayrı Berna’nın da izini sürerken buluyoruz kendimizi. Bir erkeğe bağımlı olmayışı, yeni boşanıp aile evine dönen kırklarında bir kadın olarak kendi hatalarını sahiplenişi, kararlarının arkasında durması, kadınların geleneksel rollere sıkışıp kalmasını eleştiren bakış açısı ve çevresiyle olan sosyal ilişkisi, toplumun ona bakışı karşısında bağımsız ama şefkatle vicdanlı duruşunu izlerken yazarın manifestosunu okuyoruz aslında. Feminist bir duyarlılığı doğrudan bir söylev ile aktarmaktan ziyade karaktere ve hikâyeye yedirerek içimize işleyen bir metne dönüştürüyor. Bu kadar doğal ve etkileyici bir hikayecilik karşısında ne söylenebilir ki? Yollara dökülüp Berna aslında biziz ve burası İstanbul demek geliyor içimizden. Biz de korkuyoruz onun gibi geç saatte kapımızı çalandan, her gün yürüdüğümüz yollarda üstelik görece üst sınıfın yaşadığı bir muhitte ölü görmekten. Erkeklerin bize ne yapıp etmeyeceğimizi söylemesine biz de sinirleniyoruz. Yaptığımız işleri sevmiyoruz ama mecburuz. Duygusalız ve bundan utanmıyoruz. Kadınların güçlü olmak için erkeklere benzemesi gerekmediğini, kendi koşullarında güçlü ve kararlı olabileceklerini dikte ediyor bize Berna. Hayatla, başına gelenlerle, kusurlarıyla ilk önce kendisi dalga geçiyor. Edemediği küfürler, tekrarladığı hayret nidaları, öfkelendiğinde kullandığı ayrımcı dil için kendini affedişi öyle güzel yazılmış ki cinayeti çözerken okura molalar verdirerek gülümsemesine neden oluyor. Berna herkes gibi biri ancak pasif bir kurban değil harekete geçen bir özne ve o hayranlık duyduğumuz ulaşılmaz dedektiflerden daha gerçek. Onu tanıdıkça sımsıkı sarılma isteği uyandırıyor.
Her iki romanda İstanbul önemli bir karakter olarak varlık gösteriyor. İstanbul’un tarihi ve kültürel dokusu ile günlük yaşam ve insan sırları iç içe geçiyor. Şehrin önemli mekanları ve görkemli silüetinin yanı sıra arka sokaklarında dönen suçları, güç ilişkilerini görüyoruz. Şehirdeki sınıfsal farklılıkların, cinsiyet, ırk, yaş temelli eşitsizliklerin, engelli olması nedeniyle toplum dışına itilenlerin farkına varıyoruz. İstanbul’daki alt sınıfın görünmezliği, geleneksel yapılar içinde kadınların sıkışmışlığı ve şehirdeki ekonomik bağımsızlık mücadelesini anlatıyor yazar. Bu tavır Postmodern feminizmin öncülerinden, eserin özünü vurgulamak için adını küçük harflerle yazan bell hooks’u hatırlatıyor. Biz de burada yazarı göremiyoruz. Ancak Berna ve diğer karakterler ile oluşturduğu dünya bize kadın olmanın zorluklarını, kendine ait bir oda yaratmanın önemini ve kadın başına yapamazsın ithamlarına kulaklarını tıkayışlarını haykırıyor. Kadınların kendi alanını oluşturmasının erkek egemen bir sistemde bile mümkün ve değerli bir mücadele oluşunu kafamıza kazıyor. Bir kadın birliği oluşturuyor. Berna’yı tüm çürümüş sisteme, yapılara ve insanlara karşı tutarlı bir tavır içerisinde görmek, sessiz kalmadığını ve yüzleştiğini bilmek gücümüze güç katıyor. Kadınların hiçbir suretle sistemin mağduru olmaması gerektiğini, sistemi sorgulayan ve değiştirebilen bir gücü olduğunu söylemesi çok cesurca.
Feminizm üzerinden izini sürdüğüm Esra Türkekul’un yazdıklarını çok önemsiyorum. Hem polisiye edebiyat hem de çeşitli eşitsizlikler açısından oluşturulan tahakkümü kırıyor. O sert, maço dili yok ettiği gibi bize başka bir dilin mümkün olduğunu gösteriyor. Klasik kurguyu da etkiliyor. Karakterlerin hikayelerine kaptırıp cinayetten uzaklaştığımız anlar oluyor. Hikâyeye duygusal ve kişisel bir boyut katması metnin akıcılığı ve akılda kalması açısından etkili bir yöntem seçmiş olduğunu gösteriyor. 2019 yılında henüz ellisinde aramızdan ayrılan yazarın bu düşünsel yapıda nice eserini okuyamadığımıza üzülüyorum. Kendi kararlarını verip arkasında duran bir Berna Tokdemir kolay yaratılmıyor. Ölümü anlatırken yaşamın heves ve heyecanlarına kapılmamızı sağladığı ve kadın dayanışmasının önemini vurguladığı için, eril dilden bizi kurtardığı ve cinayet çözerken bizi neşeye boğduğu için ona teşekkürü borç biliyorum. İyi ki yazmışsınız Esra Hanım iyi ki geçmişsiniz bu dünyadan.
Comments