top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Havuzda Yaprak Falı

"Havuz tarafına bakmadı yine. Oysa ne güzel olmuştu örgüsü."

Davut Elçi


Kendine doğru çektiği asma dalından bir iki koruk koparıp attı ağzına. Ekşilikle beraber acı bir tat alınca ağzındakileri güllerin üzerine tükürdü. Hala acılık vardı ağzında. Holü süpüren annesi tükürük sesine döndü. Bir elinde çalı süpürgesi, diğeri belinde:

- Yeme kız onları, baban dün böcek ilacı sıktı hepsine. Git ağzını çalkala.

Ağzındakinin zehir acısı olduğunu öğrenince tükürmedi daha fazla. Ağzını da çalkalamadı. Merak ediyordu.


İki tarafı güllerle, üstü asmayla, altı betonla kaplı dikdörtgeni, pembe güllerin olduğu kısımdan aşarak havuza yöneldi. Havuz dediği, yerden dört briket boyu yükseltilmiş, bire iki metre dört duvardı. Küçükken girerlerdi de şimdi anca bahçeyi sulamaya, yağmur sularını tutmaya, yosun bağlamaya yarıyordu. Havuzun kenarına oturdu. Ceviz yapraklarından arta kalan boşlukta sudaki yansımasına baktı. Ablasının sabah ördüğü saçını omzundan aşırıp kucağına aldı. Yüzünü, gözünü, örgüsünü inceledi uzun uzun. Aynadaki yansıması annesini andırdığı için havuzda bakabiliyordu anca kendisine.


Elini suya daldırıp karıştırdı. Yapraklar suda gezindi bir süre. Yansıması da dalgalandı. Su duruldu yavaş yavaş. Bazı yapraklar örgüsünü kapatıyordu. Onları kenara aldı. Kalan yapraklar karmaşık şekiller oluşturmuştu. Aklına bu şekillerden fal bakmak geldi. Havuzda yaprak falı. Yansımasının sağ tarafında yediye benzer bir şekil gördü. Yedi gün mü, yedi yıl mı yoksa yedi koruk mu? “Yedi koruktur” deyip annesine çaktırmadan yedi koruk aldı asmadan. Hemen attı ağzına. Çiğnedi, çiğnedi. Acısına ve ekşiliğine rağmen yuttu hepsini. Yüzü ekşidi. Baştan ayağa titredi. Başını yukarı kaldırmıştı. Gözlerini açtığında yeşil gökyüzünü gördü. Asma, ceviz ve dut yaprakları, ne güneşin sarısına ne de göğün mavisine geçit vermiyordu bahçede. Bu kadar yeşil; doğanın, canlılığın değil, kasvetin rengiydi onun için.


Sabah, ilk olarak babası çıktı evden. Arkasına bastığı yumurta topuk ayakkabısının betonu döven tak-tuk sesiyle fark etti babasını. Buğday pazarına gidiyordu. Saçlarını sağ kaşının üzerinden aşırıp, beyazlamaya başlayan şakağına doğru yatırırdı. Elinde sarma sigarası. Her sabah yaptığı gibi kırmızı, beyaz, pembe gülleri kokladı önce. Reyhanların başını okşadı şefkatle. Eline bulaşan kokuyu çekti içine. Asmayı inceledi sonra. İyi üzüm tutmuştu bu yıl. Gözü gibi bakmıştı ne de olsa. Gururla yürüdü kapıya doğru. Havuz tarafına bakmadı yine. Oysa ne güzel olmuştu örgüsü.


Babası gittikten sonra tekrar karıştırdı suyu. Yapraklar elini takip ediyordu. Çıkardı elini. Yaprakların durulmasını bekledi. Annesinin sesi geliyordu içerden.

-Ben ne bahtsızmışım ki Allah bana bu çocukları verdi. Güya üç kızım var. Birinden bile hayır görmedim. İkisi fabrikaya gider. Öbürü desen, koca kız ama akşama kadar havuz başında, çocuk gibi. Ahh! Babalarında iş yok. Ne gönderirsin kızlarını dışarıya. Akşama kadar el âlemin arasında, tövbe tövbe. Allah canımı almıyor ki. Her sabah yüzlerini görüyorum mecburen. Kız! Avluyu süpürsene suyla oynayacağına.


Kulaklarını kapatmıştı ama olmuyordu. Her sabah aynı saatte tekrar ederdi bu nakarat. Ama bugün cevap vermeyecekti ona. Örgüsü ne güzel olmuştu. Süpürdü avluyu, ağzındaki zehir acısıyla. Annesi şimdi de ablalarıyla tartışıyordu içerde. Asmaya uzanıp yedi koruk kopardı yine. Etrafı kontrol edip hızlıca attı ağzına. Öncekiler midesini bulandırmaya başlamıştı. Bu seferkileri dışarı atmamak için çok zorladı kendisini. Güçlükle de olsa yuttu hepsini. Ağzındaki acılık, uyuşukluk hissi verdiğinden musluk suyuyla ağzını çalkalayıp reyhanların üzerine attı acı suyu.


Havuz başına geçti tekrar. Az önce karıştırdığı su durulmuş, yapraklar karmaşık bir şekil oluşturmuştu. Kediye benzetebildi en fazla. Babasının huylandığı, annesinin korktuğu kedisine. Bir çuvala konup derenin öbür tarafına bırakılan. Bu ikinci kedisiydi çuvala konulan. Ne zamandır kediler uğramaz olmuştu zaten bu eve.

O, kedisine bakarken ablaları çıktı içerden. Hala cevap yetiştiriyorlardı annelerine. En çok da büyük ablası.

-Bak bu kızı darlama, rahat bırak.

-Tabii, hanımefendi çalıştı, eve para getirdi ya, evin patronu oldu. Emredersiniz. Akşama ne yemek istersiniz?

-Ciddiyim anne, yeter!

Ayakkabılarını giyen ablaları yanına geldiler. Büyük ablası yaklaşıp saçını okşadı.

-Ne alayım sana çarşıdan, ne istersin?, dedi ablası.

İyi ki ağaçlar karartmış burayı diye düşündü. Yoksa anlardı ablası yüzünün solgunluğunu. Midesi bulanıyordu zaten. Israr ettirerek ablasını kuşkulandırmak istemiyordu.

-Beyaz leblebi abla, dedi.

-Tamam ablacım. Sen bakma anneme. Akşama film açıp beraber izleriz, dedi ablası.

Kafasını salladı sadece. Çıktı ablaları. İmreniyordu onlara. Onu da alacaklardı yanlarına da anneleri izin vermemişti. Ev işlerinde ona yardım etsin diye. Bütün gün dışarda olacaktı yoksa. Anneden uzak, yeşilden uzak.


Ağzındaki acılık ve midesindeki bulantı şu an ölüme, yaşamdan daha yakın olduğunu hatırlattı ona. Bu sakinlik karşısında şaştı kendine. Hâlbuki geçen gün ölümü düşündüğünde tüyleri ürpermiş, nefesi kesilmişti bir an için. Oysa şu an ölüme birkaç koruk uzaklıktaydı sadece.


Çok yoruluyordu bu aralar. En çok da düş kurarken. Bütün benliğiyle dalıyordu bu düşlere. Kâh yaramaz bir çocuk oluyordu okulda, kâh damdan dama kedi kovalayan bir genç kız. Ya da at sırtında Turabdin Dağını* aşan bir koçer kadını. O damları, o dağları aşmak değil de kasvet yeşili bahçeye dönmek yorardı en çok.


Ağırlaşmaya başlayan hareketlerle suyu karıştırdı yine. Su durulunca yansımasının hemen yanında bir göz oluştu. Babasının gözlerine benzetti. İşte o zaman uzun bir süredir babasıyla göz göze gelmediğini fark etti. Küçüktü en son. 5-6 yaşlarında. Babasının kamyonuyla buğday yüklemeye gidiyorlardı. Babasının kucağında direksiyonu çevirmeye çalışıyordu. Buğdayı yükledikten sonra kamyonun tepesine çıkarıp buğdayların arasına atmıştı babası onu. Dizlerine kadar buğdaya batıp çırpındığını gören babası, gülerek elini uzatmıştı ona. İşte o zaman göz göze gelmişlerdi. Aynı ele ihtiyacı vardı şimdi, aynı bakışa. O el gülde, reyhandaydı; o bakış koruklarda. O koruklardan biraz daha aldı. Bu sefer saymadı. Bir avuç dolusuydu. İkişer üçer attı ağzına. Arkasına dönüyordu ikide bir. Annesine. Birkaç adım kala bile…


Ter basmıştı her tarafını. Nefes almakta zorlanmaya başladı. Kusmak istemiyordu. Zor tutuyordu kendini. Havuzun suyuyla elini yüzünü yıkadı. Babasının gözlerine de veda etti böylece. Yansımasını da göremedi bir daha suda. Az sonra kardeşi çıktı içerden. Aralarında iki yaş vardı Hasanla. O da nasibini almıştı annesinden. Sert kapanan kapının ardından holden gelen “offf” sesi. Dershaneye gidecekti. Severdi ablasını. Ablası da onu. En çok da onu. En çok da onun için üzülüyordu. Daha karşısına alıp gizli bir veda konuşması yapacaktı. Okşayacaktı bıttım kokan saçlarını ve kulağının arkasına alacaktı uzayanları. Öpecekti yeni tüylenen yanaklarından. “Bak Hasan” diyecekti. “Haberin olsun, seni yalanlarla büyütecekler. Annen, baban, öğretmenlerin. Zihnin yalanlarla dolacak. Evlat dediğin….., erkek dediğin…., öğrenci dediğin…., asker dediğin…., yurttaş dediğin…. diyecekler. Boşlukları onlar dolduracak, sen de yapacaksın. Yaşayacaksın. Ama o yaşadığın senin hayatın olmayacak. Büyüdüğün zaman o yalanları sen de başkalarına söyleyeceksin. Artık yalan olduklarını bilmenin bir faydası olmayacak sana. İnanma onlara.” diyecekti. Sonra da annesinin uyku ilaçlarından alacaktı. Hazırlıksız yakalanmıştı. Koruklar çelmişti aklını.


Geldi sokuldu ablasına Hasan. Başını ablasının dizlerine koydu. Ablası saçlarını kokladı. O an fark etti ölümden daha zor bir şeylerin de olabileceğini. Yokluğuyla birilerini üzmek gibi, bıttım kokulu saçları tekrar koklayamamak gibi, gözyaşlarını tutamamak gibi. Tuttu ama. Hasan son anda bir şey hatırlamış gibi ablasına sarılıp hızlıca çıktı evden. Derin bir iç çekti. Biraz daha koklasa o saçları, her şeyi anlatırdı Hasan’a.


Son olduğunu biliyordu artık. Son nefes, son an, son bakış, son acı, son yeşil, son koruk. Kapanmaya başlayan göz kapaklarının kendisini sürüklediği bilinmezi düşünmüştü bir süre önce. En az kendisi kadar merhametli bir tanrı, her halükarda affederdi onu. Yoksa sıkıntı yoktu zaten.


Son isteği sorulsaydı, hayatına değdiği herkesin hafızasından, hiç olmamış, hiç yaşamamış gibi çıkmak isterdi. Kimsenin ağıtına nakarat olmadan. Kimsede en ufak bir acı uyandırmadan. Kimsenin ‘keşkeli’ cümlelerinin nesnesi olmadan. Sonra…


Neredeyse öğlen olacaktı ama bulaşıklar hala duruyordu. O zaman fark etti annesi onu.

-Bütün gün suyla oyna, yetmezmiş gibi havuz başında uyuyakal. Kalk kız, yolmayayım saçlarını.


Havuzun öbür tarafına geçtiğinde kızının ağzından havuza dökülen köpükleri gördü. Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi. Telaşlandı. Dürttü kızını. Hareket yok. Havuzdan su alıp ağzını temizledi kızının. Yüzünü yıkadı. Köpükler yine belirdi ağzının kenarında.

-Yetişin komşular, kızım ölüyor.

Geldi komşular. Doldu havuzun etrafı. Çiğnendi reyhanlar, güller. Sonra apar topar hastaneye.


İkindi vakti eve geldi babası. Kapıyı açar açmaz dehşete düştü. Reyhanların tenekeleri devrilmişti. Güller yoktu dalında. Asmanın altından geçerken korukların azaldığını fark etti. Evdekilere seslendi. İçeri girip odaları aradı. Kimse yok. Bahçeye çıktı tekrar. Gök karardı birden. Kırkikindilerin sonuncusu yaza saklanmıştı kendini. Şiddetli bir rüzgâr çıktı. Kalan korukları dökmeye başladı. Civardaki bütün renkler siyaha meyletti sonra. Yeşil dünden razıydı. Gözünün akı kaldı beyazda sadece. Yukarı baktı. Asmanın, koruğun ötesine. Hissetti. Bir şey kopmuştu gökten. Tek bir yağmur damlası, onca karanlığın içinde geldi buldu beyazlığı. Yağmur damlası düşünce kapattı gözlerini. Artık her yer kapkaraydı. Gözünün akında dolandı yağmur damlası. Örgüye benzedi önce. Saç örgüsüne. Sonra minik bir ele. Kamyon tepesinde. Gözünü açtı. Başından aşağı koruklar dökülüyordu. Yağmur damlası gözyaşına dönüştü bu sefer. Yağmur damlası gibi, içinden de bir şeyin koptuğunu hissetti. Eksildiğinden emindi artık. Sonra kırkikindilerin sonuncusu eşlik etti gözyaşlarına. Sonra bir daha üzüm tutmadı asma.

*Turabin Dağı: Mardin’de bir dağ

bottom of page