top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Tuzlu Su, varoluşsal bir yolculuk metni

Aynur Kulak, Jessica Andrews’in 2019 yılında yayımlanan ilk romanı Tuzlu Su üzerine yazdı: "Hikâye için, yalnızca bir bireyin yetişkinliğe geçiş, büyüme hikâyesi dersek roman adına bütünü işaret edemeyebiliriz. Tuzlu Su, aynı zamanda sınıf, aidiyet, kadınlık ve beden üzerinden şekillenen çok katmanlı bir kimlik inşasını da merkezine alan bir roman."

Jessica Andrews’in 2019 yılında yayımlanan ilk romanı Tuzlu Su, otobiyografik öğeler taşıyan ve parçalı anlatımıyla dikkat çeken bir büyüme hikâyesi. Hikâye için, yalnızca bir bireyin yetişkinliğe geçiş, büyüme hikâyesi dersek roman adına bütünü işaret edemeyebiliriz. Tuzlu Su, aynı zamanda sınıf, aidiyet, kadınlık ve beden üzerinden şekillenen çok katmanlı bir kimlik inşasını da merkezine alan bir roman. Tüm unsurlar üzerine Jessica Andrews’in lirik, şiirsel ifadeleri; hikâyenin geçmiş ile şimdi arasında salınan kurgusu ve karakterin zihinsel dünyasını yansıtan parçalı yapısı anlatıyı biçimsel olarak tematik özellikleriyle bütünleştiriyor. Ayrıntı Yayınları tarafından Sena Dalgıç çevirisiyle dilimize kazandırılan Tuzlu Su tüm tematik unsurları, anlatımı ve kurgusuyla ayakları yere sağlam basan bir ilk roman.


Tuzlu Su, ana karakter Lucy’nin üniversite için memleketi Sunderland’dan ayrılıp Londra’ya, oradan da büyükannesinin öldükten sonra kendisine bıraktığı İrlanda’daki kır evine uzanan bir yolculuğu konu alıyor. Lucy, bu üç coğrafi mekân arasında yalnızca fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da salınıyor. Kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye ait olduğunu sorguluyor sürekli. Andrews özellikle aidiyet temasını sınıf, aile geçmişi ve kültürel kökenlerle iç içe işliyor. Bu içiçelik hiç bitmeyecek bir arayışın kökenlerine doğru bizleri götürürken, eninde sonunda büyüyecek olmanın ve yetişkinliğe doğru yol alışın zorluklarını aşama aşama kuşaklardan kuşaklara aktarılan hikâyeler doğrultusunda gösteriyor. 


Lucy’nin Londra’daki üniversite hayatı, işçi sınıfı kökeninden gelen biri olarak orada “yabancı” oluşunu derinleştiriyor mesela. Elit sınıfa ait öğrenci arkadaşlarının kültürel sermayesiyle kıyaslandığında kendisini sürekli eksik ve yetersiz hissediyor. Böylece nesiller arası hikayelerin büyümeye etkisinin yanı sıra sınıfsal aidiyet, kimliğin inşasında hem sabit hem de çatışmalı bir unsur olarak öne çıkıyor. Sonrasına büyükannesinin vefatıyla birlikte geçmiş ve şimdiki anların yarattığı ruh hali ve gelecek kaygısı Lucy’ye kalan asıl mirasın kır evi değil psikolojik yükler olduğunu aşikar kılıyor.


Romanın en belirgin temalarından biri de sınıf farklılıkları. Lucy’nin kuzey İngiltere’deki işçi sınıfı geçmişi, onun dünyaya bakışını belirleyen ana eksenlerden biri. Annesinin bedeninde ve hayatındaki yorgunluk, çalışkan işçi kadınlarının yükünün gösterilmesi adına önemli. Bu yüzden Lucy için Londra’ya geldiğinde karşılaştığı orta ve üst sınıf dünya hem imrenilen hem de yabancılaşmaya neden olan bir atmosfer yaratıyor.


Lucy, sınıf geçişliliğini arzuluyor aslında, ancak bu geçişin psikolojik açılardan bedelini de ödüyor. Ayrıca bir parantez açmak gerekirse Andrews, Lucy karakteri özelinde sınıf erezyonunu salt maddi değil, varoluşsal bir kırılma olarak da ele alıyor. Jessica Andrews’in sınıf meselesini işleyişinin bütününe baktığımızda sınıfsal gerilimin her aşamasını yalnızca ekonomik farklılık açısından değil, aynı zamanda dilde, zevklerde, kültürel kodlarda ve hatta yemek alışkanlıklarında da görebiliyoruz.


Lucy’nin kendi bedeniyle kurduğu ilişki de romanın ana tematik damarlarından biri. Beden, hem annesinin hastalık ve tükenmişliğiyle sembolleşen hem de Lucy’nin kendi deneyimlerinde anlam bulan bir metafor. Kadınlık bedeni; utanma, arzu, kırılganlık ve yabancılaşma gibi duyguların taşıyıcısı. Anoreksiya belirtileri, cinsellik deneyimleri, hastalıklar ve bedenin mekâna olan tepkileri roman boyunca işleniyor. Lucy’nin bedenle ilişkisi hem kontrol arzusu hem de kaçış isteği üzerinden şekilleniyor. Bu da kadınlık deneyimini yalnızca dışsal değil, içsel bir mücadele alanı olarak işlenmesine sebebiyet veriyor roman boyunca.


Anne; hem hayranlık duyulan hem de kaçılmak istenen bir figür olarak roman boyunca son derece etkili işleniyor. Lucy’nin annesiyle ilişkisi, büyümesi ve kişisel gelişimindeki en belirleyici dinamiklerden çünkü. Andrews, annenin kuşaklar arası aktarımını özellikle kadınlar arasında süregiden görünmez bir bilgi ve yük devri olarak ele alıyor. Anne-kız ilişkisi, toplumsal koşulların nasıl biyografik bir kader haline gelebileceğini göstergesi niteliğinde. Lucy’nin annesi için çalışmak, çocuk büyütmek, yorulmak ve yavaşça tükenmek olağan bir yaşam döngüsüyken; Lucy bu döngüyü kırmak istiyor. Ancak bu kopuş da suçluluk duygusu, bitimsiz boşluklar ve yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Bu bağlamda roman, kadınlar arasında kurulan karşıtlıklar ve aynılıklar zincirini de işliyor.


Romanın anlatı yapısına gelecek olursak Tuzlu Su, klasik bir kronolojiyi takip etmiyor. Anlatı parçalı; kimi zaman birkaç satırlık bir anı, kimi zaman uzun bir iç monolog ya da geçmişten kopan bir sahneyle örülü. Bu biçim, karakterin zihinsel karmaşasını ve içsel çözülüşünü birebir yansıtarak romanın tematik yapısıyla da örtüşüyor. Zihinsel çözülmeler, travmalar, çocukluk anıları, annesiyle geçen sahneler ve Londra’daki yabancılaşma deneyimi iç içe geçerek geçmişle bugünü bulanıklaştırıyor elbet. Böylece roman yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmıyor; hikâye anlatmanın olanaksızlığını ve parçalı halini de göstermiş oluyor.


Romanın üç ana mekânı –Sunderland, Londra ve İrlanda kırsalı– değinmekte fayda var, çünkü buralar yalnızca fiziki alanlar değil, Lucy’nin ruh halinin dışavurum alanları olarak şekilleniyorlar. Sunderland boğucu ama köklerin mekânı; Londra bir tür “sahte özgürlük” alanı, nihayetinde Lucy bu şehirde yalnız hissediyor. İrlanda’daki kır evi ise sessizliğin, yüzleşmenin ve yeniden doğuşun alanına dönüşüyor onun için. Dikkat çekilmesi gereken bir unsur olarak Andrews, bu mekânları sadece betimlemiyor; onların taşıdığı tarihsel, kültürel ve duygusal yükleri karakterin deneyimleriyle harmanlıyor. Bu da romanı coğrafi olduğu kadar varoluşsal bir yolculuk metnine dönüştürür.


Lucy’nin hikâyesi, aynı anda bir yalnızlık anlatısı, bir kaçış güncesi ve bir yüzleşme metni olarak okunabilir. Tuzlu Su, kim olduğumuzu belirleyen unsurların –beden, sınıf, aile, mekân ve hafıza– iç içe geçmişliğini güçlü bir biçimsel yapı içinde sunarak çağdaş dünya edebiyatında özgün bir yer ediniyor ve  Jessica Andrews’in romanı, açık bir şekilde otobiyografik katmanlar barındırıyor. Andrews, bu romanın kurgusal olduğunu belirtse de, anlatının birçok yönü doğrudan kendi yaşam deneyimlerine, özellikle de sınıfsal kökenine, üniversite hayatına ve bedenle kurduğu ilişkiye dayanıyor olması biyografisine biraz detaylı baktığımızda okuduğumuz ayrıntılardan yalnızca birkaçı. Fakat roman ve yazarı adına bağlantı kurmamız için en önemli olanları. 


Kitabı yayına hazırlayan Elif Kalfa’ya, romanı İngilizce’den çeviren Sena Dalgıç’a teşekkür ederim. 



TUZLU SU

Jessica Andrews

Ayrıntı Yayınları, 2025

Çeviri: Sena Dalgıç

Tür: Roman

240 s.

コメント


bottom of page