Yaratıcılık Ritüelleri 33 / Ethem Baran: “Yazmak, tek çaresi yazmak olan bir derttir.”
“Yazarın görünür olması meselesi ayrı bir konu başlığı, çok şeyler söylenebilir. Kimi değerli yazar beş-sekiz kitaptan sonra ancak görülüyor, hatta hiç görülmeyebiliyor. Yazarın derdi bu olmamalı. Yazmak, tek çaresi yazmak olan bir derttir.”
Semrin Şahin Yaratıcılık Ritüelleri’nde bu hafta Ethem Baran’ı ağırlıyor.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Kurala dönüşmüş bir alışkanlıktan söz edemem ama yanımdan eksik etmediğim defterlerim, dolma kalemlerim vardır. Bunlar olmazsa yazamam diye bir şartım da yok. Her günüm yazma isteğiyle başlar. Disiplinli olmayı gerektiren, ciddi bir iş olarak görürüm yazmayı. Doğrudan bilgisayarda veya deftere, kâğıtlara yazarım. Roman ve öykü için ayrı defterlerim vardır. Üzerinde çalıştığım birkaç metin vardır her zaman, o yüzden aklıma gelenleri not alırım. Asıl çalışmayı bilgisayarda yaparım. Çay içmeyi severim. Yazdığım metne uygun olduğunu düşündüğüm, beni o atmosfere taşıyacak müzikler seçerim.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Kafamda yazmayı düşündüğüm konularla dolaşırım gün içinde. Yazma hevesi hep vardır ama yazı bazen kaçar, uzak durur, o anlarda farklı kitaplara, daha çok şiir kitaplarına yönelirim. Film izlerim. Zor yazan biriyim, daha doğrusu her cümle üzerinde ayrıntılı olarak dururum. Bazen bir cümle etrafında günlerce dolaştığım olur. Konuya ilişkin araştırma yapmam gerekiyorsa bu da epey zamanımı alır, ona göre okumalar yaparım. Bir öykü ilerlemediğinde önceden notlarını aldığım başka bir öyküye yönelirim. Böyle başlanmış ve tamamlanmamış pek çok metnim vardır. Zaman içerisinde kimi tamamlanarak bir öyküye dönüşür, kimi de taslak olarak kalır. Ama roman yazarken başka bir metinle uğraşamıyorum. O süreçte öyküyü aklımdan uzak tutuyorum beni bölmesin diye. Bazen günlerce, hatta aylarca yazamadığım olur. Okumak için sanırım bu tür aralara ihtiyacımız var.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Otuz üç yıl devlette çalıştıktan sonra emekli oldum. O açıdan şanslı bir çalışma hayatım oldu; yıllarca yayıncılık dünyasının içinde oldum, Millî Eğitim Bakanlığının dergilerinde çalıştım, okuyup yazmak hep hayatımın merkezinde yer aldı. Bakanlıktan sürülüp okula gittiğimde de gençlerin dünyasına yakınlaşma fırsatı yakaladım ve yazmaya her zaman vakit bulabildim. “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı”nı bitirdiğimde ne yapacağımı bilmiyordum. Bakanlık yayınları arasında çıkan iki kitaptan sonra başka bir adım atmalıydım. Bu konuda beni cesaretlendiren iki kişi oldu: Cemil Kavukçu ve Selim İleri. İkisi de dosyamı okumuşlardı ve iyi bir yayınevinden çıkması için teşvik etmişlerdi. O cesaretle Doğan Kitap’a gönderdim. Asıl sürpriz sona kalmıştı: Kitap çıktığında Selim İleri’nin arka kapak yazısıyla karşılaştım. Onun bu inceliğini ve Cemil Kavukçu’nun bir söyleşi vesilesiyle merhabalaşmanın ardından tanımadığı halde dosyamı okumasını, beni arayıp cesaretlendirici sözler söylemesini unutamam. Aynı şekilde Selim İleri ile de bir söyleşi için bir araya gelmiştik ve beni tanımıyordu. Yazıp yazmadığımı sorduğunda iki kitabımdan, “Kurutulmuş Gül Mevsimi”nin aldığı ödülden, yeni dosyamdan söz etmiş ve dosyamı vermiştim. Hemen o akşam mesaj geldi Selim İleri’den. İlk öyküyü okuduğunu ve çok beğendiğini yazıyordu. İki değerli yazarımıza da şükran borçluyum. Yazarın görünür olması meselesi ayrı bir konu başlığı, çok şeyler söylenebilir. Kimi değerli yazar beş-sekiz kitaptan sonra ancak görülüyor, hatta hiç görülmeyebiliyor. Yazarın derdi bu olmamalı. Yazmak, tek çaresi yazmak olan bir derttir.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Benim yolum dergilerde başladı. Önce çizdiğim resimler sonra yazılarım yayınlandı. Günümüzde basılı dergilerin yerini dijital olanları aldı. Eskisi kadar izleyemesem de dergiler her zaman ilgi alanımdadır. Yazmaya başladığım dönemden bugüne çok zaman geçti. Okudukça, yazdıkça ve öğrendikçe ne çok eksiğim olduğunun farkına varıyor, bilmediklerimin çokluğu karşısında şaşkına dönüyorum. Bilmediğim, her gün okuduğum halde okumadığım çok kitap var. Yazmaya başladığım çocukluk yaşlarımdan beri aynı hevesi taşıdığımı hissediyorum. Kimse yayımlamasa da yazmayı sürdürürüm ben. Yazının içinde olmayı seviyorum.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Sabahın erken saatlerini severim. Hava çok kötü değilse sabahları yürür ve öykü ya da roman dinlerim. Pek çok kitabı bu yürüyüşler sırasında ‘okumuşumdur.’ Buna klasiklerin yeniden ‘okunması’ ve yeniler dahil. Okumakta olduğum ve beni çok heyecanlandıran bir kitap varsa bu yürüyüşler kısa süreliğine aksayabilir. Kahvaltıyı ben hazırlarım. (Yemek yapmayı çok severim. Gurme programlarının hepsini takip ederim.) Çay demleme işini sabah da olsa akşam da olsa başkasına bırakmam. Kahvaltıdan sonra çalışmaya başlarım. O gün yapmam gereken başka bir iş varsa önce onu hallederim, o iş kafamı meşgul ediyorken yazmak için oturmam. Birçok kitabı aynı anda okurum. Yazarken, bir yerde takıldığımda kitaplara dönerim. Ve -kendime kızdığım bir konu- okumaya o kadar çok zaman ayırırım ki, yazmaya çok az zamanım kalır. Yazarken ya da okurken, elimdeki kitaptan veya yazdıklarımdan/yazamadıklarımdan sıkıldığımda sevdiğim yazar veya şairlerden birinin kitabını açar, rastgele bir sayfasından okumaya başlarım. Bu, gerçek bir okuma değildir aslında, aklım kendi yazımda, kaldığım yerdedir. Roman yazarken böyle olmaz ama. O, çok başka bir disiplin…
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Ressam Hoca Ali Rıza’nın peyzajlarını ben yapmayı ya da en azından o dönem İstanbul’unda yaşayıp onun çırağı olmayı isterdim. Çocukluğumdan beri manzara resimlerini severim. O resimleri doğanın kendisine yeğlerim. Bazı filmleri izlediğimde keşke başka bir hayatım olsaydı ve ben film yönetmeni olmak için çabalasaydım diye düşünürüm. Bir müzik aleti çalamadığım için kızarım kendime. Bağlama ve keman aklımı başımdan alır her zaman. Edebiyata gelince, “Yüzyıllık Yalnızlık”ı keşke ben yazsaydım derim. Karakterleri, hikâyeleri, atmosferi ve baş döndürücü, akıl almaz anlatım biçimi, zamanı parmağında oynatması ile hayallerimin başucunda oturmaya devam edecek.
Comments