top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Yaratıcılık Ritüelleri 57 Müge İplikçi: "En büyük kucaklayıcının doğa olduğuna inanmışımdır hep."

Güncelleme tarihi: 2 Eki

"Yazı siz ve iç sesinizdir. İç sesiniz size 'hadi' demeden hiçbir yere gidemezsiniz."

Edebiyatçıların yazma deneyimlerine odaklanan Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu Müge İplikçi.


ree

Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an”a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Akışta ve anda kalmak dediğiniz kavram, yaşamda ve nefeste kalmak olarak algıladığım bir ritüel. Sizi ve kafanızı başka yerlere sürükleyebilecek bir sürü nokta varken, evet, anda kalmak, yapılacak işte kalmak, bu noktada akışta kalmak, nefeste, yazıda, yazında kalmak, kısaca zihninizle “kalmak” çok önemli ve kıymetli.

Giderek bunu daha çok fark ediyorum. Bu açıdan günlük tutmama gerek yok ama bir nevi günlük tutma sayılabilecek ve sözünü ettiğim akışta kalabileceğim ritüellerim var. Bunların başında da bir çöp kutusu haline gelmiş düşünce yumaklarını kendimden uzaklaştırabilmek geliyor! Yani kafam karışıkken, ruhum üzgünken, oynak dalgalar arasında kendime bir yol çizmeye çalışırken ne yaşayabiliyorum ne nefes alabiliyorum ne de yazı yazabiliyorum.

Bunlardan arınabilmek için uzun yürüyüşlere çıkarım ve o yürüyüşlerde hiçbir şey düşünmem. Mümkünse bu yürüyüşleri sabahın çok erken saatlerinde, şehirde bile çok az insanın olduğu zamanlarda yaparım. Gidip ağaç gövdelerine yaslanırım, onlarla birlikte nefes alıp vermeye çalışırım. Denize anlatırım içimdeki dertleri ve kederi. En büyük kucaklayıcının doğa olduğuna inanmışımdır hep.

Bu yaşımda da doğa her zaman beni o tuhaf şefkatiyle kucaklar. Özellikle o insansız sabah saatlerinde bana “merak etme” der. İşte bu “merak etme” kavşağı, beni bilgisayarın başına ya da defterimin başına oturtabilecek bir tetikleyicidir. Kafam rahat ve dinginken “artık” başlayabileceğimi bilirim. Belki de çoktan başlamışımdır!


Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

Ben de hemen her yazar gibi yaratım noktasında tıkanıklıklar yaşadım, yaşamaktayım.

Bunun son nefesimi verinceye kadar peşimi bırakmayacağını biliyorum. Çünkü bir yazarın beyninin üç aşağı beş yukarı nasıl işleyebileceğini, nerelere takılabileceğini artık deneyimlemiş bulunuyorum. En ummadık anda o uçurumun içine yuvarlanabilirsiniz. Üstelik yuvarlanırken de bunun öyle bir yuvarlanış olmadığını düşünebilirsiniz. Ama boştur ve siz bir süre sonra felçli bir beyne, felçli bir ele dönüşürsünüz.

Ama şunu da bilmek önemlidir: Madem bu yola çıktınız, bunlara da katlanacaksınız. Çünkü bu da geçecektir. “Bu da geçer” lafı hakikaten burada da kendini gösterir. Yazar bloğu denilen o bloğu en fazla yurtdışındayken, Kaf Dağı yazma sürecinde yaşadım. Sonra farklı kitapların öncesinde de bunu yaşadım. Yeni çıkacak kitabımın öncesinde de buna benzer bir bloğu hissettim. Dokunaklı bir bloktu, dokunaklı bir tıkanıklıktı ama söz konusu tıkanıklığın hafiflediğini düşünüyorum artık.

Bu tıkanmayı aşmak için yapılabilecek en iyi şey, kanımca kendinizi akışa bırakmanız ve bunun geçici olduğuna inanmanız. Kaf Dağı’nı yazamama sürecinde kendimle çok inatlaştım ama hiçbir şey değişmedi. O tıkanıklık kendi ritmi içinde hafifleyinceye kadar yakamı bırakmadı ve sonra buharlaştı. Ne zamana kadar? Yeni tıkanıklıklara kadar.


Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

Yaratıcı çalışmalar yaparken tabii ki engellerle karşılaştım ama sözünü ettiğiniz zamansal sorunları geçmişte çözdüğüme inanıyorum. Bu, oğlumun doğumuyla beni buluşturan bir şeydi. Çok az zamanım vardı. Üniversitede çok yoğun çalışıyordum, uykusuz geceler geçiriyordum. Ama baktığınızda o dönem en fazla öykü yazdığım dönem… Öykünün “kısa” olması anlamında bunu söylüyorum, oturup kalkmaca şeklinde. Bu, kendime verdiğim bir soluklanmaydı, öyle düşünmüştüm: “Şimdi rahatlayacaksın ve yazacaksın.” Ve gerçekten de işe yaradı.

Zamanı kullanmayı o dönemde öğrenmeye başladım ve sonraki yıllarda çok işime yaradı. Yazar bloğu gibi büyük tıkanıklıklarda, yukarda sözünü ettiğim gibi onu akışa bırakmak en elzem olanıdır. Dışarıdan sizi destekleyenler olabilir tabii; bu anlamda onlara da minnettarım. Ama yazı siz ve iç sesinizdir. İç sesiniz size “hadi” demeden hiçbir yere gidemezsiniz.

Dolayısıyla dış etkenler bir uyarıcıdır, bir tetikleyicidir. Ama iç sesiniz yoksa, iç sesiniz sizi o noktada bırakmışsa, yapacağınız tek şey onu beklemektir. Küçük ritüeller tabii ki bende de mevcut. Mesela bilgisayarımla değil de el yazısıyla çok sevdiğim defterlerime, not defterlerime karalamalar yapar, sonra onları bilgisayara geçerim. O notları alırken de metroda, yolda, bankta, her yerde kendimi ofisimdeymişim gibi hissederim. Yani sanki çalışmıyormuş gibi yapıp aslında beyni uyarmaktır bu.

Dediğim gibi, küçük yazılarda, öykülerde, makalelerde çok işe yarayan bir yöntemdir önceden not alarak çalışmak. 

Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız? 

Yazmaya başladığım dönemdeki duygularımda elbette bugüne kıyasla değişiklik var. Çok daha naiftim. Yazmak benim için çok daha büyüleyici bir şeydi. Şimdi ise birazcık zanaatkâr olduğumu düşünüyorum. Bu hem sevindirici hem de değil. Çünkü o ilk başlardaki deli heyecan artık kalbimi titretmiyor. Ama her biten yazıda çok benzer bir duygu yaşadığımı söyleyebilirim: “Yaşamın kaosundan bir küçük zerre daha kopardın kızım.” Bu cümle ya da buna benzer cümleler beni hiç bırakmadı.

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Ben sabahçı bir yazarım. Sabah beş ila sekiz arası benim en yaratıcı olduğum zaman dilimidir. Bütün kitaplarımı üç aşağı beş yukarı bu saatlerde yazmışımdır. Ama bir de büyüleyici çay saatleri vardır; yani ikindi saatleri. O saatlerde de çok keyifli yazılar kaleme aldığımı, yeni düşüncelerle harmanlandığımı bilirim.


Yazma rutinim… Yazma rutinim, yazamasam da masa başında oturmaktır. Yazmaya dair yegâne rutinim budur. Yazarken elimin altında tuttuğum kitaplar tabii var ama onlar kendilerini, daha çok, bir deneme ya da bir makale yazarken hatırlatır! Onlardan fazlasıyla yararlanırım. Akademisyenlik ruhu diyebiliriz buna. Öte yandan yaratıcı yazarlık noktasında zaten o kitaplar okunmuştur, cümlelerin altı çizilmiştir, paragraflar bende mevcuttur. O dönemde kitaplarla değil, o paragraflarla ve hayali hedefleriyle haşır neşir olurum.

Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Ben yazmış olsaydım dediğim birçok yapıt var. Bunların başında Yüzyıllık Yalnızlık geliyor. Mrs. Dalloway’i de çok seviyorum. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sini ilk okuduğumda bunu kendisine de söylemiştim: “Bu kitabı yazmayı çok isterdim.” Bir Düğün Gecesi’ni okuduğumda (o zaman on dört-on beş yaşındaydım) aynı duyguları yaşadım. Pınar Kür’ün Yarın Yarın’ını bitirdikten sonra da benzeri duygulara kapıldığımı söyleyebilirim. Tabii çok var; bunlar şu an aklıma gelenler.


Yorumlar


bottom of page