top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Metnin, yazarın yorumundan bağımsız olarak ele alınması metne güç verir"

Kübra Çiğdem İnal, Burhan Sönmez ile son romanı, Franz K. Âşıkları üzerine söyleşti: "Bugün ne yapıyorsam, buna en çok yazının kendisi dahildir; çocukluktaki bir denklemin çözülmesi, anlaşılmaya çalışılması ve onun yeniden üretilerek başkalarıyla paylaşılmasıdır."



PEN International’ın başkanı, kitapları kırk sekiz dile çevrilen değerli yazarımız Burhan Sönmez ile kendisinin son romanı Franz K. Âşıkları’nın, geçtiğimiz şubat ayındaki tanıtım gecesinde tanışıp böyle bir söyleşi için sözleşmiştik. Kadıköy’deki o unutulmaz etkinliğin ev sahipleri ve aşağıdaki sohbetin esas mimarları oldukları için, sevgili Nermin Mollaoğlu ve Mehmet Demirtaş’a da ayrıca teşekkür ederim.

Burhan Bey’e sorduğum tüm sorular, uzun zamandır aklımdaydı aslında. Kafka ise, bu röportajın vesilesi oldu sadece.

Keyifli okumalar…




Yeni yayımlanan romanınız Franz K. Âşıkları’nın okuru bol olsun. Kitabınızdan çokça bahsedeceğiz birazdan ama size ne zamandır sormak istediğim başka sorularım var. İsterseniz önce onlarla başlayalım.

Annesinden dinlediği masallarla bir Anadolu köyünde büyüyen çocuğun kökenleri, kendisinin hikâye anlatımına nasıl yansıyor?

“İnsan, yaşadıklarının toplamıdır,” dersek çok genel olur. Ama bu toplamın, aslında çocuklukta kurulan bir denklem üzerine inşa edildiğini söylersek bu daha belirgin olur. İnsanın geçmişi, kökenleri, hatırladıkları ve tabii bilinçaltına depoladığı şeyler, karakter ve kimliği oluşturur. Ben de bugün ne yapıyorsam buna en çok yazının kendisi dahildir; çocukluktaki bir denklemin çözülmesi, anlaşılmaya çalışılması ve onun yeniden üretilerek başkalarıyla paylaşılmasıdır.


Rüya görebilmenin, bir yazar için ne kadar önemli olduğunu tahmin edebiliyor ve 1996 yılında başınızdan geçen o hazin olaydan sonra, bir süre hiç rüya görmediğinizi biliyoruz. Rüyalarla aranız şimdi nasıl?

Pek iyi olduğunu söyleyemem. Yaklaşık yirmi yıl boyunca gördüğüm rüya sayısı on’u geçmez herhâlde. Son yıllarda bu sayı biraz daha artıyor ama yavaş ilerliyor. İlk romanım Kuzey’de, rüya görme yetisini yitiren birinin rüya toplamasını anlatmıştım.


Son yıllarda birçok vatandaşımızın, her şeyi geride bırakıp tek valizle uzaklara gitmek gibi bir hayali var. Uzun zamandır İngiltere’de yaşayan biri olarak, bu konuda bize ne söylersiniz? Bir başka coğrafyada her gece uykuya dalıp gözlerini her sabah orada açmak insana ne hissettiriyor? Uzaklarda yaşamak, aranan huzuru veriyor mu?

Gurbet ve sürgün, kardeş iki sözcük ama aralarında farklar var. İkisi de uzaklara gidiştir ama gurbette dönüş kapısı hâlâ açıktır, imkân vardır. Sürgünde ise dönüş olanağı yok, kapı kapalı. Bunun açığa çıkardığı ruh hâli de farklı oluyor. Elde edilen bir huzur varsa bile, içinde boşluklar taşır.


İngiltere’de yeminli tercümanlık eğitimi de aldınız ve benim de en sevdiğim romantik şairlerden biri olan William Blake’in Cennet ile Cehennemin Evliliği’ni Türkçeye kazandırdınız. Başka bir çeviri yapmak istemediğinizi, özellikle bu eseri dilimize kazandırmak için çeviri dünyasına girdiğinizi okumuştum. Peki ama neden özellikle bu eser? Neden John Milton’un Kayıp Cennet’i değil, mesela?

Aslında başka şairleri de çevirmek isterim, Milton da olabilir bu, Yeats veya Walt Whitman da. Ne yazık ki zamanım yok şu anda. Belki ileride yaparım. Başlangıç olarak Blake’i seçmem, açıklayabileceğim, daha doğrusu, onu diğer şairlerle kıyaslayarak anlatabileceğim bir şey değil. Sevginin tanımı yapılamaz, biliyorsunuz. Pek çok şairi, sanatçıyı severiz ama her birine duyduğumuz sevgi farklıdır aslında. Ben de Blake’i öyle seçtim.


Burhan Sönmez’in kalemini tek bir kelimeyle özetlemek istesem bu sanırım “vicdanlı” olurdu. Vicdanlı insan kimdir sizin için?

Başkalarının acısını hisseden, bunun için harekete geçen insandır. Karanlık zamanlar, insana olan inancın zayıfladığı zamanlardır. Ama buna rağmen vicdanlı insanların çok fazla olduğunu, bunun bizim için umut kaynağı olduğunu düşünüyorum. Mesela, Gezi Parkı direnişinde İstanbul’daydım ve orada insanların sadece direnmesine değil, milyonlarca kişinin nezaketine, saygısına, iyiliğine ve vicdanına da tanık oldum.


Hikâye bulmanın sizin için zor olmadığını, kafanızın içinde en az yirmi roman yazabilecek hikâyenin dolaştığını okurlarınız iyi biliyor. Ancak masaya oturmanız zor olduğu için zor yazan biriymişsiniz. Masaya oturmak sizin için neden bu kadar zor?

Hayır, masaya oturmam zor değil, tam tersine masaya oturmaya her zaman hazırım. Ama yavaş yazan biriyim. Bütün gün oturup eğer bir sayfa yazabilirsem bu benim için kutlu bir şey.


Barthes ve Sartre gibi filozoflara göre yirminci yüzyıl, yazarın değil metnin yüzyılı. Bu bağlamda kapitalist dünyanın, yazarı devamlı öne çıkarma çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Zamanın ekonomik sistemi, zamanın kendisine galip mi geliyor?

Metnin, yazarın yorumundan bağımsız olarak ele alınması metne güç verir. Ama dediğiniz gibi, diğer yandan da bir endüstrinin çarkları işliyor ve yazarları sürekli daha fazla görünmeye çağırıyor. Pazarın beklentilerine kapılan yazının sonu hiç de hayırlı olmaz.


Franz K. Âşıkları’na geçmeden önce, son bir soruyla Yaşar Kemal’i de analım mı? “Benim için Yaşar Kemal, her zaman sahip olmak isteyeceğim bir dede gibiydi,” diye sıcacık bir sözünüz var. Bunu biraz açar mısınız? Yaşar Kemal’le de tanışmışsınız sanırım?

Onun kitaplarıyla büyüdük, onun imge dünyasıyla şekillendik. Bu yüzden olsa gerek, onu her zaman bir aile büyüğü gibi hissettim. “Bu duygu onun okurlarının büyük bir kısmı için geçerlidir,” dersem abartmış olmam sanırım. Kendisiyle tanıştığımızda bu duygumun aslında sahici bir karşılığı olduğunu gördüm, mutlu oldum.



Son romanınız Franz K. Âşıkları önce Kürtçe, sonra Türkçe yayımlandı. Kitaplarınızı normalde Kürtçe mi yazarsınız?

Önceki beş romanımı Türkçe yazdım. Demin sorduğunuz, uzaklarda yaşamak sorusunun başka bir hâli bu. Kendi yurdumuzda kendimizi uzakta hissetmek… İşte öyle bir şey yaşadığımız. İnsanın kendi ana dilinde yazamaması, bu ülkedeki ana sorunlardan biri. Bize bu imkân verilmedi, özellikle eğitim sürecinde Kürtçe tümüyle yok sayıldı. Her dilde edebiyat güzeldir, her dilde güzel şeyler yaratılabilir, ben bunu kendi dilimde yapmayı hep arzuladım. Bu adımı ancak şimdi atabildim.


Yan metinleri ve diyalogları ile oldukça sürükleyici bir roman olmuş Franz K. Âşıkları. Kitabı bitirdiğimde bunun bir polisiye roman mı, aşk romanı mı yoksa edebî gerilim mi olduğuna tam olarak karar veremedim. Hatta okurken “Bir tiyatro oyunu okuyor olabilir miyim?” diye sorduğum bile oldu kendime. Sizin bu konudaki düşüncenizi merak ediyorum. Ayrıca, Franz K. Âşıkları’nı tiyatro sahnelerinde de görmek ister misiniz?

Farklı türleri içerme niteğiyle öne çıkar, “roman” denen edebiyat. Ben de bu romanda, diyalogları ve klasik nesir anlatımı iç içe kullanmak istedim. Benim işim roman yazmak, bunun bir tiyatro oyununa veya filme veya şarkıya dönüştürülmesi benim alanım değil. O yüzden bu tür şeyleri düşünmeye hiç eğilimim ve ilgim yok. O alanlardaki insanların karar vereceği bir şey, beni aşar.


Franz K. Âşıkları’nın konusu aklınıza nasıl geldi? Tutkulu bir Kafka okuyucusu olduğunuzu söyleyebiliriz sanırım?

Farklı okumaların birikimiyle açığa çıkan bir şey bu. Uzun yıllar önce notlarım arasına yazmıştım, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız direnişçiler yeraltında bir kültür dergisi çıkarıyormuş ve o dergide “Kafka’nın eserlerini yakmalı mı?” diye tartışmalar yapıyorlarmış. Bunu öğrenince ilgimi çekti ve bu alana dair okumalara yöneldim, hikâyeler kurguladım.


Yabancılaş(tır)ma ve ötekileş(tir)me gibi temaların altını çizmişsiniz bu romanda. Örneğin, ana karakter Ferdy Kaplan’ın Komiser Müller’e, “Ben burada (Berlin’de) doğdum. Buralıyım. Yabancıymışım gibi konuşmayın benimle,” demesi okuru bu konular üzerinde oldukça düşündürüyor. “Biz” ve “öteki” diye kavramların olmadığını ve aslında hepimizin birbirimize çok benzediğimizi her fırsatta dile getiriyorsunuz. Ancak bırakın “öteki” bir ülkede kendinizi “öteki” gibi hissetmeyi, kendi şehrinizde hatta kendi evinizde bile böyle hissedebiliyorsunuz bazen. Bu duyguyu neye bağlıyorsunuz?

Her zaman ve her yerde kendimizi yabancı hissedebiliriz çünkü varlık olarak yalnızız bu dünyada. Ama tersi bir duyguyu geliştirme yetisine de sahibiz, en yabancı yere bile kolayca uyum sağlama ve orayı benimseme özelliğimiz var. İnsanın evrim sürecinde kendini bu dünyaya bağlama ve varoluşuna anlam verme çabası, içimizdeki salınımlı, karşıt duyguların çatışması ve diyaloğuyla gelişiyor.


Romana adını veren âşıklardan, annesi Alman ve babası Türk olan Ferdy Kaplan, Ermeni bir anne ile Kürt bir babanın kızı olan Amalya’yı seviyor. Yarattığınız bu çok kimlikli karakterler ile, yazar olarak hedeflediğiniz şey neydi?

Her şeyin ve her toplumun aslında ne kadar karışık ve karmaşık olduğunu görmek önemli. Birbirimizi ötekileştirmeden, herkesin her yere ait olduğunun kabulüyle birbirimize yaklaşmamız gerek. Kafka’nın kendisi bunun tasviridir aslında: Praglı, Almanca yazıyor ve Yahudi. Bu üç ayrı özelliği toplayıp bir insan tasvir edebilirsiniz, bu Kafka’dır. Ama onu sadece bu özelliklerden birine indirgemeye çalışırsanız, kendisinin kimliğini parçalamış olursunuz. Hepimiz bu dünyada bu türden yapılara sahibiz.


Bir İstanbullu olarak, İstanbul’u hayırsız bir kocanın eline düşmüş, güzeller güzeli bir kadına benzetirim hep. Romanda yazdığınız “Eğer mutlu ölmek istiyorsan İstanbul’un yeni hâlini görme, aklında kalanlarla yetin,” cümlesinden etkilenmemek mümkün değildi. Çirkinliklerin gün geçtikçe gözümüze daha çok sokulduğu, “yenilenme” adı altında belleği yok edilen bu şehirde, ben ve benim gibilerin mutlu ölmesine imkân yok demek ki. Çehresini ve azınlıklarını neredeyse tamamen kaybeden İstanbul, gelecekte bize ne tür hikâyeler anlatabilir?

Bu konuyu İstanbul İstanbul romanımda da işlemeye çalıştım. İnsanın insana ettiği kötülük, doğaya ettiği kötülük ve yurduna ettiği kötülük, pek çok yerde sınır tanımıyor. İstanbul’a yapılan kötülük de bunun en bariz örneği. Ama insanın bağrında taşıdığı bir iyilik varsa, İstanbul’un da bağrında taşıdığı bir güzellik var, bütün kötülüklere rağmen yok edilemiyor. İstanbul hâlâ insanların, ki buna “açgözlü kapitalizmin” demek de mümkün, bütün dehşetine rağmen güzelliğine sahip çıkmaya çalışıyor.


Gene romandaki Ferdy Kaplan, savcıya “Siz, ateş eden tarafa bakmaktan, ateş edilen tarafa bakmayı ihmal ediyorsunuz,” diyor. Toplumumuzun, kendi tarihini de böyle değerlendirdiğini ifade etmemiz mümkün mü?

Sanırım bu doğru olur, hepimiz için geçerli bu. Kendimize bakma eksikliğimizi, çoğu zaman başkalarına fazlasıyla bakma ve oraya yüklenme ile telafi etmeye çalışıyoruz.


Romanın ortalarında, Batı Berlin’deki cezaevinde söylenen “Şu duvarları koklayın, masumların çürümüş hayatlarının kokusunu alırsınız,” cümlesinden yola çıkacak olursak başından sonuna tüm insanlık tarihinin, zalim ile mazlum arasındaki ebedî mücadeleden başka bir şey olmadığını söylememiz doğru olur mu? Ve her şey tekerrür ediyor, “güneşin altında yeni hiçbir şey olmuyorsa”, umut edecek gücü nasıl bulur insan?

İnsanlığın gelişimi tamamlanmış bir süreç değil, o yüzden mücadele ve kavga da sürüyor. Kötülüğün kendini yineliyor olması bir tür tekerrür duygusu yaratır insanda, doğru, ama iyilik de kendini yineler. Uygarlık ve kültür, bir üretim, gelişim ve aynı zamanda mücadele sürecinin ürünüdür, bunu iyi kılmak istiyorsak bizim de daha çok çabalamamız gerek.


Kitabı okurken “siyonizm” çerçevesinde, şu ara Gazze’de olup bitenleri de bir kez daha düşünüyor insan. Max Brod, Filistin topraklarının kendilerine vaat edilen tarihî topraklar olduğunu savunan bir Yahudi. Azıcık vicdanı olan herkesin gösterdiği onca tepkiye rağmen soykırımı izlemekle kalıyoruz, elimizden hiçbir şey gelmiyor. Uluslararası hukuk, kurum ve kuruluşlar, toplantılar, delegasyonlar, hepsi önemini yitirmiş gibi. Belki de hiç olmadığımız kadar arkasız, güvencesiz ve umutsuz hissediyoruz kendimizi artık. Bu bağlamda, tarihin en kötü dönemine denk geldiğimizi söylemek mümkün mü?

En kötüsü değilse bile tarihin en kötü dönemlerinden birindeyiz. Bugünün geçmişteki kriz dönemlerinden önemli farkı, demokratik ilerici muhalefetin yani alternatif bir dünya hayalinin zayıflığı. Ben dünya yazarlar birliği PEN International’da aktif olarak çalışıyorum. Bu konularda fazlasıyla çabalıyoruz. Bizim gibi bağımsız demokratik örgütlerin azaldığını görmek, bütün toplumlar için kaygı verici.


Son olarak, Kafka – Brod ve Dante – Boccaccio ilişkisi üzerinden, gene kitabınızda geçen “Düzelterek yayımlamak, bozmaktır aslında!” cümlesi, edebiyattaki kadim tartışmayı bir kez daha gündeme getirecek sanırım. “Her yazı yayımlanmak için değildir,” tabii ancak Kafka yazdıklarının yayımlanmamasını gerçekten isteseydi hepsini kendi yok etmez miydi sizce, yakıp ortadan kaldırmaz mıydı? Bu sorumun cevabını hiçbirimiz bilemeyiz ama, Max Brod’a bu konuda biraz fazla mı yükleniyoruz acaba?

Brod’la ilgili tartışmalar, o eserleri yayımlamasından ziyade yayımlarken nasıl bir yol izlediğiyle yani ne kadar değiştirip farklılaştırdığıyla ilgili. Ben bu konuyu, romanda daha uç bir yere çekerek ondan intikam alma duygusuyla birleştirdim. Kafka’nın son sevgilisi Dora, ki ölümünde yanında olan kişidir, onun kitaplarının yayımlanmasına karşı çıkar. Onun sadakati, Kafka’nın kendisinedir. Geçen ay Marquez’le ilgili yaşanan tuhaf olay, beni şaşırttı. “Bu kadar tesadüf nasıl olur?” dedim kendi kendime. Marquez ölmeden önce bir kitap üzerine çalışıyormuş ama belleğini yitirmeye başladığı için kitabı bitirememiş ve oğullarına, bu notları yayımlamamalarını söylemiş. Ancak ölümünden on yıl sonra oğulları kitabı, daha doğrusu notları, yayımladılar ve “Oğullar, babalarına ihanet etmek için vardır,” diye teatral bir açıklama yaptılar.


Liseliler gibi, gizli gizli şiirler de yazıyor ama bunları yayımlamayı asla düşünmüyormuşsunuz. Vefatınızdan sonra, Brod’un Kafka’ya yaptığı gibi tıpkı, bir arkadaşınız bu şiirleri yayımlamak istese? Ya da iki yüz yıl sonra biri iradenizi tamamen yok sayıp bütün şiirlerinizi kitap hâline getirse? Franz K. Âşıkları’nı yazarken Kafka ve Dante’yi daha iyi anlayabilmek için siz de kendinize bu soruları mı sormuştunuz?

Gelecek üzerine tasarrufta bulunamayız. Ama bugün üzerine konuşarak, oraya bir ışık tutabiliriz. Şimdi Batı’da bazı yayınevleri ölmüş yazarların kitaplarını revize ediyorlar yani bugün politik ve etik açıdan kabul edilmeyen sözcükleri değiştiriyorlar. Bu gerçekten doğru bir yol mu ve bunun sınırı nedir? Bu tartışmalar yalnızca geçmişe değil geleceğe bakışımızı da belirler.


Yordum sizi, bitireyim artık ve son olarak şunu sorayım: Yazar Burhan Sönmez tam olarak ne zaman mutludur? Bir sonraki kitabı için araştırma yaparken mi? Yazarken mi? Kitabının son noktasını koyduğunda mı yoksa kitabı yayımlandığında mı?

Sanırım genel olarak mutluyum ben. Bunca karanlığa ve dünyanın dört bir yanında çoğalan kötülüğe rağmen mutluyum. Kendimden, yakınlarımdan ve sevdiğim insanlardan gelen bir duygu bu. Kitabın da her aşamasında farklı bir mutluluk hissederim.


Teşekkürler, Burhan Bey…

Bu güzel sohbet için ben çok teşekkür ederim.

bottom of page