top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Ustalığını bağıra bağıra fısıldayan bir kitap: Zürafa Sesi

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 2 dakika önce
  • 5 dakikada okunur

Umut Kaygısız, Selcan Kırnal'ın kitabı, Zürafa Sesi üzerine yazdı: "2025 Şennur Sezer Emek-Direniş Ödülleri’nde öykü dalında birincilik kazanan Selcan Kırnal, Zürafa Sesi ile klişelerin, tekrarın ve edebi güvenli bölgelerin çok ötesine geçen bir anlatı dünyası kuruyor."


ree

Onu gördüğünüz an tanışmak istediniz. Haydi, itiraf edin. Konuşmaktaki gayeniz sesini duymak ya da düşüncelerini işitmek değildi. Ne söylerse söylesin işe yaramayacaktı kulaklarınız. Çünkü kalbe hizmet ettiğini bas bas bağıran gözlere inanmaktı işin kolayı. Peki ya dışarı çıkmayan sesiyle sınansaydınız? Gerçekten sever miydiniz onu? Diğerini? Ötekini? Beni? Bizi? Bizim gibileri? Hayır, hayır. Bir harf satın almak falan yok. Ses bu. Ya bütünüyle çıkar dışarı ya da temelli gömülü kalır kafesinde.


2025 Şennur Sezer Emek-Direniş Ödülleri’nde öykü dalında birinciliğe layık görülen Selcan Kırnal, tanımakta geç kaldığımız ustalıkta bir kalem olduğunu Zürafa Sesi adlı kitabıyla yüzümüze vuruyor. Dile hâkimiyeti, kurgularındaki zekâ ışıltısı ve gerçek anlamda kendi sesini bulmuş bir yazar olduğunun altını çizen biçimsel özgünlüğüyle okurlarını ayrıcalıklı hissettiriyor.


Kırnal’ı okurken edebi klişelere ya da ezbere bilinen konularda tavaf etmelere boğulma riskiniz hiç yok. Zira öncelikle konu seçimlerinde kendini güvende hissetmeye çalışan ve garantiye oynayan kadın yazarlardan değil o. Özellikle biçimsel olarak yakaladığı aykırılıklara okurunu tatlı tatlı alıştırırken bir yandan da gündemde olanı ve olması gerekeni, incelikli ironi soslarıyla servis ediyor. Sıkı durun. Usta bir şefin restoranındasınız. Menüye bakmadan sipariş vermeyin.


Garson olarak şefin tavsiyesini bir kenara koyup ballandıra ballandıra anlatacağım, birbirinden lezzetli öykülere geçmek istiyorum.


"Burada her şey taşlaştı" ile sert bir başlangıçla yapıyor açılışı Selcan Kırnal. Bir şehri anlatıyor. Yaşadığımız, bildiğimiz, en azından işittiğimiz. Sonra diğer şehirleri ve de ülkeyi. Hayatı. Hayatlarımızı… Dünü, bugünü, yarını, yarından sonra herhangi bir günü. Renk fakiri oluşumuzu yüzümüze vurmadan, gözlerimizi kara deliğe sokup çıkararak devam ediyor anlatmaya. Susturuyor zamanı. Gıkı çıkmıyor saatlerin. Akrep de yelkovan da bir süreliğine işsiz. Resmediyor, yazıyor, çiziyor, betimliyor… Nokta, virgül, ünlem… Hepsi kol kola. Ama soru işaretleri sahibinde, merak etmeyin.


"Göz açıp kapayıncaya kadar", güçlü anlatımıyla baş döndüren bir hikâye. Betimlemelerin kendine has büyüsüne kapılıp gitmemek olanaksız. Sırtını sinemaya dayamış gibi gözükse de o kadar özgün bir anlatım biçimi var ki, okurken o serbest dolaşımı iliklerinize kadar hissetmemeniz olanaksız. Hikâyede her şey doğal akışında ve tamamen özgürce. Öyküyü yaşatmakla yetinmiyor Kırnal. Daha fazlası var. Göz açıp kapayıncaya kadar olup bitiyor her şey. Siz de bir anda öyküye ait oluyorsunuz.


"Handan’ın on günü" ise, yolda durdurduğunuz herhangi bir kadına okusanız, muhakkak kendinden çok fazla şey bulacağı bir öykü. Kadınların mücadele etmeye mecbur bırakıldığı acayiplikler içerisinde, belki de erkeklerin en az işittiği önemli şeyler, on günün içerisine sığdırılmış. Hoşlandığı, yaklaşmakta çekindiği veya bir süre sevgili olup ayrıldığı ya da sadece merhabalaştığı ama gözlerini üzerinden alamadığı sayısız kadının on gününe muhakkak şahitlik etmeli erkekler.


Zürafa Sesi, duyulmayan ama varlığı malum. 

Tam da kitaba uygun, güçlü ve gürültücü bir öykü "Sen yorulma hayatım". Kulaklara uzak seslerin göğüs kafesine tıkışıp kalmasıyla başlayan dörtlükler dörtnala koşarken, şiir değil, öykü için bunca kafiye. İşittikçe yorgunluk siliniyor, uykular kaçıyor, dolaşıp duran kelimeleri yalancı çıkaracak kadar doğruluk kokuyor dudak aralıkları. Sesler buzdolabında sanki. Üşümüyor, taze kalıyor her biri. Aç kapağı, istediğini al. Oldu, bitti.


Biraz iddialı olacak ama "Rakkase’nin ölümü", son zamanlarda okuduğum en özgün, kendi yolunu çizmekte zorlanmamış öykü. Polisiye istiyorsanız polisiye, macera diyorsanız macera, dramla ilgileniyorsanız alın size dramın kralı. Zekice belirlenmiş metot, öyküden de kurgudan da daha fazla hayran bırakıyor kendisine. Hüzünlü bir olayı hem orijinal hem de farklı metotla anlatıp ilgi çekici kılabilmeyi bundan daha iyi nasıl tarif edebilir ki yazar? Atmosfer deseniz, üzerinde hususi bir çalışma olmadan, muhteşem biçimde sağlanmış. Bağlamın toplumsal ayaklarının yere basması da yetmiyor, temayla bütünleşen ana fikrin bacakları, kolları, elleri… Hepsi yaşamsal. Sokaktan, içten, yürekten, gerçekten hem de çok gerçekten…


"Camın dile geldiğidir", yine Selcan Kırnal’ın kendine has tekniğini bizlere cömertçe sunduğu bir öykü olarak hafızalardaki yerini alacak. Biçimsel özgünlüğü tadından yenmiyor yenmesine de asıl mesele bu kez, klişeleşen kadın hikâyelerine karşı tamamen yaratıcı ve farklı bakış açıları sunan, ortaya durum tespitlerinden öte yorumlamalar koyabilen bir öyküleme sunmasında. Bence pek çok kadın yazarımıza ilham vermesi gereken bir çalışma. Elbette kadın sorunlarının merkezde tutularak yazılan hikâyeler çok değerli ve değerli olmaya da devam edecek. Ama okurlar artık ses farklılığı, biçim değişikliği ve hepsinden önemlisi, olayları ben merkezinde tutmaktan uzak, daha toplumsal bir kavrayış umuyor. Belki de Kırnal’a ödülü getiren bakış açısı tam olarak bu.


"Önce sen büyüdün", güncel, toplumsal, evrensel… Hayatımızı siyah renge boyayan bir sürü sorunu, canımızı yakan gerçeklikleri vuruyor yüzümüze. Ortak temada birleşen karanlık sular, aslında hepimizin günden güne kaybettiklerini döküyor ortaya. Bir kötülük, bir kötülük daha. Talihsizlik, deyip geçelim. Sıradaki olmaktan korka duralım derken, yitirdiğimiz en büyük şey hassasiyetimiz oluyor. Sıradanlaşıyor, tepkisizliği erdem sayıyoruz. Duygusallık suç, merhamet göstermek zayıflık bu evrende. Kabul etsek de etmesek de günden güne daha başka birine dönüşmeye devam ediyoruz. Filmde söylediği gibi, “Dünya zaten hep kötü bir yerdi.” Kıymetli yazarın çığlık attığı bir öyküyle karşı karşıyayız.


"Hamam"’da, teslim aldığı kelimeleri sıraya dizip cümleler kurmaya zorlayan bir haydut kıvamında. Namlu anlatanın şakağındaysa okuyanın da dudağında. Ha patladı ha patlayacak silah. Biraz barut, biraz is kokusu. Mış gibi, miş gibi yaptıklarımızla eller yukarı! Şebnem İşigüzel’e ufak da bir selam çaktıktan sora marş marş! Ter kokan yalnızlıkları soyunup mis kokulu aşklara yelken açmanın hediyesi, bir tas ılık su, peştamal ve bir kalıp sabun. Gitmenize gerek yok, düşünmeniz bile kâfi. Toplumsal sansürlere kafa tutacak cesaretiniz olsun, yeter.


"Her şey küçük bir çatlakla başladı" ise absürt öykülere güzel ve nadide bir örnek. Bu tarz yazabilmek beceri ve zekâ ister. Bir o kadar da klasik yapıdan vazgeçip anlaşılmamayı, beğenilmemeyi göze alma cesareti de ister. Bir an Gergedanlar’ın Türk işi öykü haline tezahür ettiği hissine kapılıyor insan. Sonuçsuz döngünün sağlanması, laf kalabalığı gibi gözüken paragrafların çok anlamlı bir bütünü oluşturması, geleceğe umutla bakan ve değişimi hayal eden iyi çocuklardan olmak yerine, hiçbir şeyin değişmeyeceği kirli düzeni, tüm karmaşıklığı ve anlamsızlığıyla sorgulamadan önümüze bırakmasıyla kusursuza yakın bir absürt öykü ile baş başayız.


"Halit Candan’la Moda" yürüyüşleri, kitabın içinde şahsına münhasır yer edinen, geri planındaki farklılıklarla psikolojik duvar kalınlığını cömertçe sergileyen bir öykü. Ergen erkek çocuklarına dair derin izler taşıyan ve gerçekçiliği elden bırakmayan hikâye, keşke biraz daha cesur olsa mıydı acaba, diye düşünmeye sevk etti beni. Çünkü Kırnal kadar ucu sivri ve kadın meseleleriyle yetinmeyen bir kalemin erkek bakış açısına değinmesi, okurlarını heyecanlandıracak cinsten.


"Profilimde gassal olduğum yazmıyor", bir veda ustasının suskunluğunda boğuyor bizleri. Batırıp çıkarıyor suya. Bir nefes, hop. Bir nefes daha. Sonra sık burnunu. Sessiz bir lisanın yaratıcısı o. Gassal. Babasını bile yıkayan… Bir kadını sevmeden önce kim olduğunu dile getirmekte zorlanan. Gassal… Türküsüyle yankılanıyor sayfalar. Ölüm, cam bir vazo kadar kırılgan gözükse bile, yüksekten düşmeden bilemeyiz saydam görüntüsü yalan mı yoksa gerçek mi diye.


Sinema perdesinin arkasında gizlenen ya da televizyon camından karşı evi gözetleyen… Her kim olursa olsun, papatya falı bakar gibi gidip geliyordu ölümle yaşam arasında. Sabaha karşıydı ve film devam ediyordu öyküsü, “Ölüyor, ölmüyor. Yaşıyor, yaşamıyor” diye diye geride bırakıyor hatıraları. Zamanın kendisiyle, yani günleri ayıklandıktan sonra geriye kalan ve sürekli tekrar eden saatlerle sınanıyoruz. Hiçbir şey değişmiyor ya da her şey, değiştikçe bir önceki halinden daha da çirkinleşiyor. Cevap basit. Gidiyor, gitmiyor. Bütün yollar, aslında tek bir mekânın parçası…


Menüdeki tüm öykülerden ortaya tadım tabağı yapılmasını mı istediniz yoksa birkaç öyküyle tıka basa karnınızı doyurmayı mı? Şefimiz Selcan Kırnal ile tanışmakta geç kalmayın. Afiyet olsun.


ZÜRAFA SESİ

Selcan Kırnal

Manos Kitap, 2025

Tür: Öykü

80 s.

Yorumlar


bottom of page