top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

“Dünyaya gelmiş olmamız başlı başına bizi değerli kılıyor.”

Aynur Kulak, Didem Ergin ile ilk romanı, Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer odağında söyleşti. “’Kendimizle temas halinde olabildiğimiz, dost olabildiğimiz kadar dış dünyayla ilişki içinde olabiliriz. Yani kendimize takındığımız tutum neyse çevremize de aynısını gösteriyoruz.’”



Biyografinizden yola çıkarak başlamak istiyorum sohbetimize. Tokat’ta başlayan hayatınız önce ODTÜ’de Mühendislik eğitimi, sonra Alabama Üniversitesi’nde yüksek lisansınızı yapmanızla önemli bir ivme kazanıyor. Sonrasında Amerika’da yenilenebilir enerji firmalarında çalışarak kurduğunuz bir iş ve özel yaşamınız var. Elbette yaşamda bir hedef üzerine seçimlerimizi belirliyoruz, fakat yolculuğunuzun bu kısmı için bu kadarını hedeflemiş miydiniz?

Çocukluğumdan beri çalışmayı, üretmeyi çok severdim. Annemlerin bir kere bile “Ders çalışmalısın” dediğini anımsamıyorum. Ben bu hayata, ömür boyu öğrenci olmak için gelmişim adeta. Her zaman ne istediğini bilen ve onu elde edene kadar da sımsıkı tutunan bir yapım vardı. Maalesef ülkemizdeki adaletsiz iş hayatını görüp yurt dışı planları yapmaya ODTÜ’de okurken başlamıştım. Eşim ve ben “okul sonrası kısa süreliğine Amerika’ya gider sonra çalışır döneriz” diye düşünerek göçmen olduk. Ama sonra hayat bizi orada kalmamız konusunda ikna etti, ta ki birkaç yıl önce ben hasta olana kadar. Bir Cuma akşamı doktordan gelen telefonla hayatımız bir daha eskisi gibi olmadı.


“Oysa ki bu dünyaya gelmiş olmamız başlı başına bizi biricik, değerli yapıyor. Bunun Budizm’de bir adı var basic goodness, özünde iyi, değerli olmak. İlk duyduğumda bu kavramı adeta rahatlamıştım. Olduğumuz halimizle yeterince değerli olduğumuz olgusu… Ama şartlar bize bunu unutturuyor.”


Biyografinizin önce eğitimle ya da iş dünyasında hedeflenen ve gelinen noktaları, bu anlamda başarılı olmayı konuşmak istedim, çünkü bu süreçte gözden kaçan psikolojik boyutlar da en az başarı kadar önemli oluyor. Bu hedefler ve başarılar psikolojimize ne yapıyor? Köprünün altındaki sular hangi noktada tersine doğru akmaya başlıyor? Ya da başarılıyken, iyi gidiyorken her şey, hedeflere ulaşılmışken mutsuzluk nerede ve nasıl başlıyor? 

Bunlar çok kompleks sorular. Başarı olgusunun önemi bize çok küçük yaştan öğretilmeye başlıyor. Ebeveynlerimiz tarafından sadece başarı odaklı eylemlerimizin görülüp takdir edilmesi, sevgi görmek isteyen küçücük benliklerimizi başarıya sımsıkı tutunmaya itiyor. Eğitim sistemimizdeki rekabet ortamı da aynı şekilde bizi etkiliyor. Ayrıca ailemizdeki insanların başarıyla ilişkileri, mesela belki kardeşimizin ailemizin standartlarında tanımlanan bir “başarısız” olma eylemi içeriyorsa, hem öyle olmamak için hem de sevilmek için sımsıkı yapışıyoruz başarıya. Ve işte sıkıntı da burada başlıyor: Öz değerimizi başarı üstünden ölçme eğilimimiz böyle şekilleniyor. Oysa ki bu dünyaya gelmiş olmamız başlı başına bizi biricik, değerli kılıyor. Bunun Budizm’de bir adı var basic goodness, özünde iyi, değerli olmak. İlk duyduğumda bu kavramı adeta rahatlamıştım.  Olduğumuz halimizle yeterince değerli olduğumuz olgusu… Ama şartlar bize bunu unutturuyor.


Üzerine hangi cinsiyete doğduğumuz, hangi coğrafyada olduğumuz gibi faktörleri de ekledikçe denklem çok daha karışıyor. Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer’de bütün bu etkenleri tek tek işlemek istedim. Deniz’in psişesini nasıl etkilediğini birlikte okuyarak anlıyoruz ve özdeşlikler buluyoruz.


İnsan zihni olanla yetinmeyi pratikleme eğiliminde değil çoğu zaman. Budist öğretileri, zihnin zehirlerinden birisini “aç gözlülük” diye tanımlıyor. Yani hep daha fazlasını istemek… Başarıda da bu böyle. Bir noktadan sonra başarı yetmiyor ve daha fazlasını istiyorsun, hep daha fazlasını… Arzuların doğasında bu var; çok istedikçe yarattığı susuzluk hali... Bu acı verici bir hâl almaya başlıyor. Tatminsizlik, kronik mutsuzluk işte burada devreye girmeye başlıyor. 


Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer romanınıza geleceğim fakat roman yazmaya doğru ilerlediğiniz yolda bir uyanma yaşıyorsunuz. Meme kanseri teşhisinden de önce 2018 yılında kurumsal hayatı bırakıp Budist temelli psikoloji üzerine klinik psikoloji yüksek lisansı yapmaya başlıyorsunuz. Bu uyanmanın sebeplerini konuşmak isterim, çünkü bu uyanma yolculuğunun sizi romanınızı yazma sürecine kadar getirdiğini düşünüyorum. Tüm bu süreci bir uyanma ve onun sonuçları olarak tarif edebilir miyiz?  

Aslında benim yolculuğum 2012’de Houston’da yaşarken oradaki Zen merkezine bir pazar konuşması dinlemek için gitmemle başladı. İlk meditasyon hocam Gaeyln Godwin’le orada tanıştım. İlk defa sukûnetin, dinginliğin ne olduğunu onun yanında hissettim. Zen öğretilerini ve meditasyon pratiklerini onunla uzun dönemli çalışarak öğrendim, ta ki artık mesleğim olan mühendisliği ve yöneticiliği bırakana kadar. Kurumsalı bıraktıktan sonra bir dönem eşimle kurduğumuz danışmanlık firmasında çalıştım ama artık bu tarz işlerin benim ilgimi çekmediğini anladım. Çocukluğumdan beri manevi yanım ağır basardı. Bir arayış içindeydim ve meditasyonla aradığımı bulmuşum gibi hissediyordum.


Ardından Boulder, Colorado’ya taşındım ve şimdiki hocam Zenki Roshi’yle çalışmaya başladım. Budist öğretilerin, zihnimle çalışmanın beni ne derece dönüştürdüğünü anladığımda Naropa Üniversitesi’nde “klinik psikoloji” alanında yüksek lisansa başladım. Bu okulu özel kılan, Budist öğretileri temelli bakış açısı ve contemplative psychology dediğimiz tefekküre, meditasyona verdiği önem oldu. Yani bizim sol beyni destekleyen türden olmayan, sezgisel ve deneyimleme üzerine odaklanan bir eğitim sistemi. Derken zor bir hamilelik ve lohusalık sürecinden geçtim. Kendimi anlama ve kendimle dost olma konusunda okulumda öğrendiğim öğretileri içselleştirebilmek ve başka kadınların hayatına dokunabilmek için Dönüşen Zihin Podcast projesini üretmeye başladım. Sonrasında en büyük öğretmenimle tanıştım: Meme kanseri. Kitap yazma fikri bütün bu deneyimlerin bir araya gelmesiyle başladı. Süreç böyle ilerledi.


Elbet Açacak İçimdeki Nilüfer için masanızın başına ne zaman oturmaya ve neden karar verdiniz? Sizi masanıza bir roman yazmak için oturtan sebepleri merak ediyorum. 

İyileşmek istedim. Özgürleşmek. Kendi hayatımdan ve dinlediğim bütün kadın deneyimlerinde fark ettiğim ve hiç dillendirilemeyen ortak temalar oldu. Mesela ebeveynlerimizle yaşanamamış olan duyguların yası, sevgisizlikle ve görülmemişlikle büyümenin acısı. Bir başka neden de zihnimizdeki hiç susmayan iç kritik ses oldu. Bu sesi nasıl şefkatle dönüştürebileceğimizi anlatmak istedim. Ayrıca zorluk çeken her insan kendi dünyasında yalnız hissediyor. Yalnız olmadığımızın, hepimizin farklı şekillerde bile olsa acı çektiğinin bir anımsatıcısı olsun istedim kitap. Kendimize şefkatle sığınabileceğimizi anımsatmak istedim. 


“Ailelerimiz alamadıkları sevgiyi tabii ki vermeyi bilemiyorlar. Ama bu bir bahane olarak da çok kullanılıyor: ‘Ben böyleyim, değişmem. Ben büyüğüm, özür dilemem…’ gibi.”

Romanı okudukça görüyoruz ki Deniz için aile içerisinde, büyüme sürecinde başlamış aslında tüm çatışmalar. Anne ve babanın da kişisel kaynaklı sorunları var, hayat şartları var, evlilik kaynaklı beklentiler var… Ama son derece farkında olarak çocuğun görmezden gelindiği, hayal kırıklığına uğratıldığı, sözlü ve fiziksel şiddetin olduğu, kritik durumların bencilce kullanılmak istendiği durumlar da var. Aile bir çözümün kaynağı olacakken neden hep bir çözümsüzlüğün, açmazların, sevgisizliğin kaynağı oluyor? 

Çünkü kültürel normlar bize, ailelerimizin bir otorite figürü olduğunu üstü örtük bir şekilde öğretiyor. Buna örf, gelenek, âdet vs, diyoruz. Ve dikkat edin; hep ataerkil düzeni korumaya yönelik bu gelenekler. Güç dengesinde ebeveynlerin ağır bastığını küçük yaştan öğreniyoruz. “Babadır, döver de sever de!” diye kendi içsel otoritemiz bize unutturuluyor. Bu benim çok canımı sıkıyor. Çocuğu güçsüz, aciz gören kafa yapısına tahammülüm yok. 

Bir de bence ailelerimiz alamadıkları sevgiyi tabii ki vermeyi bilemiyorlar. Ama bu bir bahane olarak da çok kullanılıyor. “Ben böyleyim, değişmem. Ben büyüğüm özür dilemem…” gibi. 

Bir de tam tersi olanlarımız var. Ebeveyn olunca ayrı bir uyanış yaşayıp alamadığını vermeye çabalayanlarımız. Kendi zihnini eğitmek için, evladına şefkatli olmak için çabalayan o güzel insanlar... Bu çabayı en çok öğrencilerimde görüyorum ve hep onlara şunu söylüyorum: “Kendimizle temas halinde olabildiğimiz, dost olabildiğimiz kadar dış dünyayla ilişki içinde olabiliriz. Yani kendimize takındığımız tutum neyse çevremize de aynısını gösteriyoruz.” O yüzden asıl mevzu, her zaman kendimizle şefkatle çalışmakla başlıyor.

 

Romanın ana izleği için Deniz’in uyanışı ve hayatının yönünü değiştirme isteğiyle bir farkındalığa ulaşmaya başlaması tespitinde bulunabilir miyiz? Kendi hikâyesini inşa eden bir Deniz var karşımızda çünkü. Deniz’i bir roman karakteri olarak yazarken aranızdaki bağ nasıl oluştu, sonrasında nasıl gelişti diye sorsam ne söylemek istersiniz? 

Deniz kendini bulma ve kendini olduğu gibi kabul etme yolculuğunda tıpkı benim gibi. Hepimizin en zorlandığı şeylerden biri öz kabul. Deniz romanda sürekli “Ben neden böyleyim?” diye kendini sorguluyor, beğenmiyor, eleştiriyor. Carl Rogers’ın da dediği gibi tuhaf bir paradoks var: Öz kabul olmadan kendimizle ilgili hiçbir şeyi değiştirme şansımız yok. Neden? Çünkü öz kabul, bu eleştirel hırçınlığımızın altında yatan canımızın acısıyla temasa geçebilmemizi barındırıyor. Ve bu temasın sonucunda da “öz şefkat” doğuyor. Benim yolculuğumda da bu böyle oldu. Ne zaman içinden geçerken deneyimlediğim duygulara dirensem, mevcutta olan durumu kabul etmek istemesem canım yandı ve sonrasında daha çok acı çektim.


Belirli bir yaşa geldikten sonra canımın yandığı bu yerlere ebeveynlik etme çabam başladı artık. Halen de devam ediyor. Deniz’de de, benim yolculuğumda da eşlik ettiğim birçok kadının içsel yolculuğunda da bu süreçleri gözlemliyorum.


“Bu romanın zorlayıcı duygular anlamında iki temel noktası var: Utanç ve öfke. Bu ikisi çoğu zaman kol kola girer. Utanç hissi, yargılayan ailelerle büyüdüğümüzde çok yüksektir. Utanç bir küf gibi içimize kaplar ve biz kimse görmesin diye iyice üstünü kapatırız içimizde iç kritik ses gittikçe küflenir.”  

Deniz, Toprak’ın hayatına girmesiyle beraber -ve onunla evlenerek- hayatıyla ilgili dışarı çıkma, dışarıyı kavrama konusunda ciddi bir ivme kazanıyor. Her evli çift arasında olduğu gibi kavgaları da oluyor elbet ve Deniz bu kavgaları sonrası veya evdeki günlük rutinler içerisinde “Ben mi memnuniyetsizim? Ben de mi bir sorun var? Mutlu olmayı mı bilmiyorum? Şükretmeyi mi bilmiyorum?” gibi sorularla boğuşuyor. Bitimsiz bir suçluluk duygusu içerisinde sürekli kendi duygularını sorguluyor. Bu suçluluk duygusunu konuşabilir miyiz sizinle ve her şeyin kaynağı olarak gösterebilir miyiz bu duyguyu? 

Bu romanın zorlayıcı duygular anlamında iki temel noktası var: Utanç ve öfke. Bu ikisi çoğu zaman kol kola girer. Utanç hissi, yargılayan ailelerle büyüdüğümüzde çok yüksektir. Utanç bir küf gibi içimize kaplar ve biz kimse görmesin diye iyice üstünü kapatırız ve içimizde iç kritik ses  gittikçe küflenir. İçimizde öyle bir mekanizma oluşmaya başlar ki utandırıldıkça daha çok utanmamak için, bu durum bir daha tekrarlanmasın diye öfke hissederiz. Öfke bizi korur. Öfke bizim sınırlarımızın ihlalini yine bize bildirir. Çok sağlıklıdır öfke. Ama dışavurulabildiği zaman. Romanda bu konuları konuşarak utanç ve öfke hakkındaki tabuları kırmak istedim. Bilhassa kadınlar için konuşması çok zor kavramlar bunlar. Şefkat ve öz kabul, bu zorlayıcı iki duygunun gözünün içine rahatlıkla bakarak, “Seni görüyorum ve neden burada olduğunu biliyorum” diyebilmeyi, kendimizi anlamayı öğretir bize. 


Deniz’in çocuk sahibi olduktan hemen sonra kansere yakalanmış olması yine bu suçluluk duygusu ve annelik anksiyetesi kaynaklı olabilir mi? Kadın için annelik bambaşka bir süreç ve bu süreçte Deniz yine bir baba şiddeti, sevgisizliği ile ve annesinin kendi taşıması gereken yükü Deniz’e yüklemek istemesiyle yüz yüze gelmek zorunda kalıyor. Sürekli aile kapanına yakalanmak hikâyenin en can alıcı yerleri olmuş. Çocuk da olsak, sonrasında bir kadın olarak anneliğe geçsek de o kapandan kurtulamama meselesi tüm hastalıkların ve arayışların temelini oluşturuyor, öyle değil mi?  

Kanser çok faktörlü bir hastalık ve elbette “sebebi şudur” diyemeyiz, ama bastırılmış öfke hissi zehri içimize akıtmayı öğretir bize. Öfkeli ebeveynlerle büyüdüğümüzde kendi öfkemizi yutarız çünkü korkarız, tepkimizi göstermek istemeyiz çünkü onların bakımına, sevgisine muhtacızdır. Maalesef ebeveynlerimizle olan ilişkiyle sınırlı kalmaz. Her kurduğumuz ilişkinin temeline oturur. Bu bastırma işlevi sonra hayatta her öfkelendiğimizde kendimize kızma, kendimizi hatalı görme, öz hırçınlık olarak tezahür eder. 

Evet, sizin de dediğiniz gibi bu kapandan özgürleşmek için kendi zihnimizle çalışmayı öğrenmemiz gerekmektedir. 


“Ben ötesi psikoloji ve Budist temelli psikoloji” üzerine yaptığınız yüksek lisans ve sonrasında geliştirdiğiniz çalışmalarınızı, atölyelerinizi konuşmak isterim sizinle. Bu çalışmalarınızın sizin hayatınızın yönünü bambaşka bir alana çevirmesini ve bu atölye çalışmalarınızdan bahseder misiniz biraz? 

Naropa’da aldığım yüksek lisans eğitimim halen devam ediyor. Kanser tedavisi yüzünden dondurmuştum. 2022 sonunda tedavim bitti ve o sene kurucusu olduğum Dönüşen Zihin platformunda şefkat odaklı psikoeğitim dersleri vermeye başladım. Ocak 2023'te Türkiye’de kadınlarla yaptığım bu çalışmalar sonucu Stanford Üniversitesi Şefkat Elçiliği Programı’na davet aldım. Burada şefkatin nörobilimini öğrendim. Bu programda bitirme tezi olarak “kadınların keskin şefkati içselleştirerek öfke ve utançlarıyla dost olabilmeleri” üzerine 6 haftalık iki modülden oluşan eğitim müfredatı yazdım. Dönüşen Zihin platformunda bu eğitimleri düzenli sunuyorum. Katılımcıların modüller sonrası yaşadıkları dönüşümlere tanıklık etmek beni bu yolda devam etmeye motive ediyor.

Bu yaz yani Haziran 2024’te Naropa’ya geri dönüyorum. Çok heyecanlıyım, artık yüksek lisansı bitirme zamanı geldi. 


Dönüşen Zihin Podcast adında bir podcast kanalı ve aktif bir Instagram hesabınız var. Bu kanallar da çalışmalarınız için önemli birer iletişim aracı. Bu kanallarınızdan da biraz bahsetmenizi rica etsem, ne söylemek istersiniz?

Dönüşen Zihin Podcast Mayıs 2021’den beri aktif. Beni bu işlerin içine çeken ilk projem podcast serimizdir. Naropa’ya yeni başladığımda ve henüz ne anne ne kanserken sadece içimdekileri seslendirmek için çekmeye başlamıştım. 4 sezondur aktif, 100’den fazla şefkate dair içerik ve söyleşiler olan mücevher değerinde bir arşiv. Dönüşen Zihin Podcast elinize kalem kağıt alıp, ders dinler gibi dinleyerek çalışıp öğrenebileceğiniz bir öz şefkat kütüphanesidir.


Instagram’ı zorlansam da hayatımın içine kabul ettim. Artık hayatımın bir parçası. Aktif kullanıyorum. Çünkü oradan benim gibi hisseden insanlarla iletişime geçebiliyorum. Kitapla ilgili her gün onlarca geribildirim, müthiş yorumlar aldığım bir mecra. Canlı yayınlarla, yazdığım deneme yazılarıyla sohbet ettiğimiz bir topluluk adeta. Okuyucularımızı da oraya beklerim. Instagram adresim @didemergin_podcast

Comments


bottom of page