"Kazanılan özgürlüklerin, seçilmiş yalnızlıklara gebe olduğunu düşünüyorum"
Gönül Malat, Fatma Nur Kaptanoğlu ile son kitabı, ilk romanı Babam, Ev ve Yumurta Kabukları özelinde Literaedebiyat için söyleşti: "Zamanı dondurmayı başarmış bir Araf öyküsü Babam Ev ve Yumurta Kabukları romanı. Hepimizin hayatına dokunan hatta hayatımızın bir parçası olan hikâyelerin izini sürüyor satırlar. Yaralarınızı sızlatıyor fakat kabuklanmasına da yol veriyor diğer yandan."
Fatma Nur Kaptanoğlu, öyküden romana doğru yol alan yazın serüveninde şimdi de Babam, Ev ve Yumurta Kabukları romanı ile okuyucusunun karşısına çıkıyor.
Zamanı dondurmayı başarmış bir Araf öyküsü Babam Ev ve Yumurta Kabukları romanı. Hepimizin hayatına dokunan hatta hayatımızın bir parçası olan hikâyelerin izini sürüyor satırlar. Yaralarınızı sızlatıyor fakat kabuklanmasına da yol veriyor diğer yandan.
2017 yılında Kaplumbağaların Ölümü, 2019 yılında Homologlar Evi ve 2021 yılında da Ateşten Atlamak adlı özgün öykü kitaplarınız yayımlandı. Babam Ev ve Yumurta Kabukları ise şaşırtıcı ve merak uyandırıcı ismiyle Can Yayınları’ndan bu yıl çıkan ilk romanınız. Doğrusu öykücülüğünüzü romana öyle güzel yansıtmışsınız ki bir tane fazla sözcük yok satırlarda. Nektar bir roman demek istiyorum bu nedenle. Vermek istediğinizi, derdinizi açık ve net okuyucunun önüne koymuşsunuz. Bununla birlikte vurucu ve derinlere sürükleyen cümlelerle dolu olduğunu da söylemeliyim kitabınızın. Roman, nehir öykülerin birbirine ulandığı bir metinden oluşuyor kanımca. En önemlisi de satırların, okuyucunun karşısına gölgesini dikivermesi. Öykülerini çok sevdiğim J. Cortazar der ki: “Roman ve öykü yazmak bir boks maçına benzer. Yazar, romanda sayıyla maçı alırken öyküde nakavt etmesi gerekir.” Bu bağlamda öykücülüğünüzden romanınıza yansımış, yansıtılmış Babam Ev ve Yumurta Kabukları’nın yazılma sürecinden söz eder misiniz? Öykücülük, romanınızı yazarken işinizi kolaylaştırdı mı? Tersi mi yoksa?
Öykücülüğüm işimi kesinlikle kolaylaştırdı. Romanda da yazım süreci başlamadan önce hikâyeyi ana hatlarıyla oluşturmak oldukça önemli. Kısa anların vuruculuğunu, olaydan ve hareketten çok anın ve akışın detaylarını aktarmak öykücülüğün bana kattığı en önemli yetiler. Bu yetileri doğru bir şekilde kullanıp romana aktarabildiysem ne mutlu bana. Öykü yazmanın da roman yazmanın da hazzı birbirinden farklı ve biricik benim için. Özellikle Ateşten Atlamak kitabımı yazarken uzun öykünün tadına varıp roman için kendime bir zemin oluşturmam kaçınılmazdı. Ateşten Atlamak’ı yazarken bir sonraki çalışmamın roman olacağını biliyordum hep. Babam, Ev ve Yumurta Kabukları’nı konu itibariyle ne bir öyküye sığdırabilirdim ne de sayfalarca uzun bir romana dağıtabilirdim; benim için tam anlamıyla bu kadar olan bu hikâye, fazlalıklarından ve dağılma ihtimalinden uzak, öykücülüğün de bana verdiği mükemmeli arama dürtüsüyle oluştu. Sizlerde de bir karşılığının olması ne hoş. Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim.
Romanınız, geniş zamanda ve birinci tekil anlatısını içeriyor. Siz de bilirsiniz geniş zaman anlatısı daha çok senaryolarda kullanılır? Dolayısıyla okur bir kamera arkasından seyreder gibi zamanı değil de özellikle mekânı zihninde çok başarılı bir şekilde canlandırabilir. Bu canlandırma, okuyucuyu tatlı bir hazza sürükler. Çünkü okurken zamanı dondurabilir. Gözler satırlarda gezinirken, ya zamanda asılıyızdır ya da Araf ta kalmışızdır. Zaten kahramanınızın babası da araftadır.* İşte Siz, geri dönüş tekniğiyle yazdığınız Babam Ev ve Yumurta Kabukları okurken zamanı dondurdunuz benim zihnimde. Bir okuyucunun bir kitap için isteyebileceği en güzel şey. Bize anlatınızı nasıl oluşturduğunuzdan bahseder misiniz? Bunu nasıl başardınız?
Babam, Ev ve Yumurta Kabukları, konusu gereği oldukça zor ve tetikleyici bir metin. Bu metni yazmaya karar verdiğimde bildiğim yerden yola çıkmayı hedefledim: Kendi çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımdan. Küçük bir sahil kasabasında, çocukluğunu kitaplar ve dört duvar arasında geçiren canı çok sıkılarak büyümüş biriyim. Kitaptaki ev atmosferinin yıllardır değişmeyen yüzü, evin kendini tekrar edişi, taşınma görmemiş aileler, değişmeyen koltuklar, çalışmasa da atılmayan eşyalar… Bunlar benim çocukluğumun temel taşları ve kendi adıma zamanımın donup kaldığı yerler. Sanırım metnin bu denli etkileyici olmasının temel sebebi de zemininin gerçek bir atmosfere dayanması.
Kitabınızdan aldığım şu cümle; “Özgürlüğün, çevremizdeki insanlarla anlam kazanması ne tuhaf,” ve özgürlük üzerine yazılmış diğer satırlar beni üzerinde hayli kafa yorduğum özgürlük kavramıyla hemhal etti doğrusu. Sizce insan gerçekten özgür olabilir mi? Özgürlük sadece kitaplarımızdaki kahramanların ulaşabildiği bir nokta mıdır? Bunun için mutlak yalnızlık mı gerekir? Yoksa özgür olma-kendin olma isteği bizi her şeye karşı gelmeye ve yalnızlığa mı ittirir?
Özgürlük, üzerine fazla düşündüğüm ve farklı yollar, açıklamalar aradığım bir kavram. Gerçek özgürlüğün ne yazık ki kişinin bulunduğu farklı konumlar ve koşullarda eşit bir şekilde yaşanabildiğini düşünmüyorum. Çünkü kurallarımız var, kişisel sınırlarımız, toplumsal kaidelerimiz, korkularımız, öyleymiş gibi yaptığımız, bazen de çıkarlarımızı koruduğumuz anlarımız var. Bu nedenle de özgürlüğün hep dışarıdaki ikinci, üçüncü kişilerle şekillendiğini düşünüyorum. Bu düşünce de kitabın meselelerinden olan var olma, olduğun gibi kabul görme, uzaklık-özgürlük denklemini merkeze alıyor. Kazanılan özgürlüklerin, seçilmiş yalnızlıklara gebe olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Romanınızda ataerkil yapıya meydan okuyan ya da okumaya çalışan bir karakter yer alıyor. Bilge! Bu sanırım aynı zamanda anneannenizin de ismi. Bu ataerkil yapının kadın üzerindeki olumsuz etkilerinin aile üzerinden anlatımı hayli güzel yerleşmiş satırlara. Nokta kadar bir anneyi okuyoruz metinde.* Anne, bir Sisifos gibi bu kafesin içinde debeleniyor. Üstelik kaderine razı(amor fati) gibi görünüyor. Kanımca bir kızın en büyük şansı ya da şanssızlığı annesidir. Ya konformist davranıp ataerkine teslim eder kızını ya da mücadeleyle o değirmende öğütülmekten koruyarak çemberin dışına çıkarır. Çıkmasına yardım eder en azından. Kitapta bu durum tersinden işliyor gibi duruyor. Bilge ve annesini yaratırken yaralarınız sızladı mutlaka. Peki, bunu nasıl atlattınız diye sormak istiyorum çünkü bu yaralar hepimizin yarası?
Bilge anneannemin adı. Onunla büyüdüm denebilir. Annem, babam, kardeşim, anneannem, dedem ve Zuhal Teyzem aynı binada, iki farklı evde otururduk. Bu yüzden sadece dört kişilik bir ailenin varlığı kadar dallanan ve uzayan daha geniş bir ailem vardı hep arka planda. Bu, bana güç verirdi, daha kalabalık hissetmemi sağlardı. Ailemde kadın sayısı fazladır ve bu kadınlar birbirleriyle sıkı iletişim halindedir. Onların hikayelerine tanık olmak, dinlemek, kendimi onlar yerine koymak, her kadın karaktere yeni hikâyeler yazmak, daha özgür, daha mutlu, daha kendileri oldukları hayatların hayallerini kurmak, çocukluğumun en büyük eğlencesiydi ve bence yazarlığım tam bu yaşlarda, bu kurguları kafamda yaratırken başladı. Onlara çok şey borçluyum. Bu yüzden her yazdığım metinde onların benimle paylaştığı ve bazen de beraber yaşadığımız anlardan kesitler yazmak, bir diyet benim için. Bazen zor, iç sızlatıcı, fazla tanıdık; çünkü bu coğrafyanın hikayeleri ortak, bazen de rahatlatıcı bir süreç. Onların hala bir yerlerde bambaşka hayatlar sürdüğüne dair inancım ve hayal gücüm tükenmedi, kurgularım bitmedi.
Yumurta kabuğuyla oluşturduğunuz metafor çok güzel. Od’una yanmak mecazı olarak yorumlamamı sağlayan küller ve “Bir yumurta kabuğunun hikayesi, yumurta kırıldığında başlar,” diyen romanı hararetle okumaya iten girişi hayli etkileyici. Bizlere babadan yumurtaya uzanan metaforunuzdan ve onun kabuklarından söz edin biraz?
Bir yumurtanın doğru koşullar ve süreç içinde ulaşacağı konum belli: Bir canlı olarak hayatta kalmaya çalışmak. Ancak süreç oraya gelene kadar beklentiler ve isteklere göre değişiyor. Üzerine oturmayan, ait olmadığı, kaderini es geçen bir figüre dönüşüyor. Bu hem romantik bir çıkarım hem de fazlasıyla gerçek. Yumurtanın geleceği, kırıldığı ana kadar standart ve kadersel ancak o veya bu sebepten kırıldığında kaderi yön değiştiriyor. Omlet oluyor, kül tablası oluyor ya da büyüyebilmek için bir fırsat yakalıyor, civciv oluyor. Küçücük bir ihtimalle ve konumlamayla bir yumurta kabuğunun hikâyesi bu denli değişiyorsa, şu an yaşadığımız hayat, zamanında edilen ya da edilmeyen müdahalelerle hangi konumda nerede olurdu? Sanırım bu kitabın en temelinde bu keşkeler var. Yumurta kabuğu da bu ihtimal ve keşkelerin en baskın imgesi.
Satırlar arasında dolanırken sıkça bahsettiğiniz belki de leitmotif bile diyebileceğimiz 725,1 km var. Aşırı gizemli. Neresi burası gerçekten epey meraklandım ve araştırdım. Antalya mı? Muğla mı? Sakıncası yoksa okurlarınızla paylaşır mısınız?
Bu kilometreler tabii ki Marmaris, yani benim doğup büyüdüğüm, metinlerimde çok önemli yeri olan, memleketim ve bir sır değil.
Son olarak yeni projelerinizden söz etmenizi isteyeceğim sizden?
Henüz olgunlaşmamış bir fikrim var, yine roman olacağını düşünüyorum. Ama henüz çalışmaya başlamadım. Düşünmem ve o ilk paragrafı belirlemem gerekiyor. İlk cümle ve ilk paragraf benim için her zaman çok önemli.
Comments