top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

"Keskin sınırlarla ayırdığım, istediğim zaman girip çıktığım bir evren"

Serkan Parlak, Figen Koşar ile geçtiğimiz günlerde okurla buluşan ilk romanı Vourla-Öteki Kıyı özelinde söyleşti.



Figen Koşar, mübadele yıllarından günümüze uzanan kişisel hikâyeleri Urla özelinde kurmacaya dönüştürürken, Ege’de yıllarca birlikte yaşayan Türklerle Rumların mübadele ve göçlerine ilişkin toplumsal deneyimlere de ışık tutuyor. Yazar, Ege’nin iki yakası arasındaki tarihi, coğrafi ve kültürel bağları, Seferis’in izinde ve aşk eşliğinde yeniden kuruyor. Koşar’la Luna Kitap etiketiyle okurla buluşan ilk romanı “Vourla-Öteki Kıyı” hakkında konuştuk.



Figen Hanım, ilk romanınız “Vourla-Öteki Kıyı” geçtiğimiz günlerde Luna Kitap etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve ilk romanınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.

Kurmaca, okumayı da en sevdiğim tür oldu her zaman. Neden sevdiğimi anlamaya çalışırken, Sigmund Freud’un bir tanımı ile karşılaştım. Freud’a göre, oyun oynayan çocuk yaratıcı bir yazardır aynı zamanda. Çocuk kendine bir dünya yaratır veya dünyasındaki “şey”leri kendini mutlu edecek şekilde dönüştürür. Oyunun karşıtı ciddi olan değil, gerçek olandır ve çocuk oyunu gerçeklikten oldukça iyi ayırır. Aynı şekilde yaratıcı yazar da, oyun oynayan bir çocuğun yaptığı şeyi yapar. Çok ciddiye aldığı bir fantezi dünyası yaratır, bu dünya üzerine fazla miktarda duygu yatırımı yapar ve bir yandan da onu gerçeklikten keskin bir şekilde ayırır. 

Ben de oyun çağımın akabinde kurmaca ile tanışıp “şey”leri dönüştürmeye devam ettim sanırım. Önce okuyarak, sonra elime kalem alarak. Bu, ideal okura ulaşmaktan öte, kendim için yarattığım bir oyun bahçesiydi adeta. Dış dünyadaki gerçekliğin ötesinde, daha geniş, daha renkli ve haz veren bir evren. Ama keskin sınırlarla ayırdığım, istediğim zaman girip çıktığım bir evren. 

Yazdıklarımı okura sunmam epey zaman aldı. Yakın çevrem dışında okurla ilk buluşmam gezi yazılarım ile oldu. Seyahatin de en az okumak kadar beni beslediğini fark ettiğimde çalışmaktan arta kalan zamanımın ve maddi imkanlarımın önemli bölümünü bu tutkum için akıtmaya başladım. Her kıtada elliden fazla ülke, sayısız şehir deneyimledim. Çoğunu yalnız başıma ve kendi çizdiğim rotalar ile. Zamanla iki tutkum birleşti. Gördüklerimin bende yarattığı etkileri, yalnız gezmekten çekinen hemcinslerim için çeşitli platformlarda yazmaya başladım. Anlattıklarım daha çok insan hikâyeleriydi ve zamanla içine kurgu karışmaya başladı. Kurgu giderek arttı ve içinden şehirler, yolculuklar, trenler geçen öykülere dönüştü. 

Öykülerimi er meydanına çıkarmadan önce edebi değeri olup olmadığını anlamam gerekiyordu ve yarışmalar burada kendimi görmem için önemli bir fırsat sundu. İlk yazdığım öykülerden biri ile 2021 yılında Ümit Kaftancıoğlu yarışmasında mansiyon aldım. Hemen ardından başka bir öyküm çalışan çocuklar temalı bir yarışmada birinciliğe değer bulundu. Otorite kabul edeceğim kişilerden onay anlamına geliyordu bu ve benim için çok kıymetliydi.  Ama yarışmalar ile okura ulaşamıyordum, onların da görüşüne ihtiyacım vardı. Burada da dergiler ve dijital edebiyat platformları girdi hayatıma. 

Yazabildiğime ikna olduğumda, aslında bir romanın ilk tohumları da oluşmaya başlamıştı zihnimde. 

 


Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da romanınıza başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, romanınızın ilk taslaklarını nasıl oluşturdunuz?

Kesinlikle söylediğiniz kriterler her türde metin için olmazsa olmazlar. Kurmacada üzerinde çalışacağınız, dönüştüreceğiniz, birlikte yol alacağınız bir konunun, bir temanın ya da bir karakterin de olması gerekli ilaveten. Bunu bulma şekline ilham diyoruz. Bende genellikle bir imge, anlık bir vizyon ile gelir. Ya da koku gibi, ses gibi duyuları tetikleyen bir etki ile oluşur zihnimde o ilk nokta. Bunu belki ilk etapta fark ederim ya da bilinçaltımda bir yeri tetikler. Bazen de bir müddet etrafı bir motif gibi işlendikten sonra bunun bir fikir olduğunu idrak ederim. Vourla’da da sanırım böyle başladı hikâye. 

Yaklaşık yirmi beş yıl bankacılık ve finans alanında çalıştıktan sonra emekli olmuştum ancak hala kurumsal hayattan kopamıyordum. Üretken olmanın, yaşadığım dünyaya değer katmanın bildiğim yolu buydu. Ülkenin farklı coğrafyalarında bankacılık yaptıktan ve uzun süre İstanbul’da yaşadıktan sonra İzmir’den bir iş teklifi aldım. Hayatın daha yavaş aktığını düşündüğüm bir şehirde, yazmak istediğim kitaba da odaklanabileceğimi düşündüm. Bu yüzden evimi Urla’ya yakın, biraz sayfiye sayılabilecek bir muhitte tuttum. Ama düşündüğüm gibi olmadı. Toplu ulaşım sektöründe yönetici olarak çalışıyordum ve çok tempoluydu yaptığım iş. Değil yazmaya, düşünmeye bile fırsat bulamıyordum. Günün stresinden arınabilmek için iş dışındaki zamanlarımı Urla’da geçirmeye başladım. Yaz bitip, el ayak çekildikten sonra tanımlayamadığım bir hüzün hissettim şehirde. İskelede tek başıma uzun süre oturuyor, tam karşıdaki Karantina Adası’nı izliyor ve buranın bir hikâyesi olduğunu düşünüyordum. Araştırdığımda tahaffuzhane ile karşılaştım. Yine lobisinde uzun zaman geçirdiğim Yorgo Seferis otelde şairin iç dünyasına temas ettim. Tabii ki tanıyordum daha öncesinde, eserlerini biliyordum ama onunla gerçek anlamda burada tanıştım. Lobide bir şiiri ve şiirin yanında bir fotoğrafı asılıydı. Gözlerindeki hüzün içimde bir yerlere dokundu ve neredeyse tüm şiirlerini, günlüklerini, hakkında yazılmış tüm yazıları bulup okumaya başladım. Bu uzunca bir süre böyle devam etti. Kapı kapıyı açtı. Seferis’e dokunan Kavafis, Homeros, Anaksagoras, Herakliatos, Erotokritos, antik dönem, göç, mübadele girdi kadrajıma. Nobel ödülü aldıktan sonra bir röportajında “Şair kimliğini oluşturanın, bilinçaltındaki çocukluğundan kalma bir takım imgeler olduğunu ve şairliğinin on dört yaşında ayrılmak zorunda kaldığı Urla’nın ara sokaklarında şekillendiğini” anlatmıştı. Bu ifade, beni derinden etkiledi. Aslında sadece kendim için, merakımdan okuyordum bütün bunları. Ama günün birinde burada bir hikâye olduğunu, hatta birden fazla hikâye olup zihnimde birbiriyle örülmeye başladığını, karakterlerin gidip gelip bana kendi öykülerini anlattığını fark ettim. O noktada işten ayrılıp, adeta iskeleti oluşmuş romanı kelimelere dökmeye başladım. Kurumsal dünyadan aşina olduğum çalışma temposu ile sabah sekiz akşam altı çalışarak ilk taslağı oluşturmam beş ayımı aldı. Ama öncesi çok uzun, neredeyse bir buçuk yıl. 


Sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, geçmişteki travmalarla hesaplaşma, aile ve bireysel yabancılaşma mesela. Sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?

Tabii ki. Yazarlar dahil bütün sanatçılar yaşadığı çağı yansıtır. Bazen bilinçli, bazen bilinçsiz yapar bunu. Ben de zaman zaman öykülerimde ilişkileri, kadınlık ve erkeklik durumlarını yazıyorum. Travmalar ise günümüzde neredeyse yaşadığımız her olayın ucunu bağladığımız bir kurtarıcı oldu ve dilimize yerleşti. Kişisel gelişim kitaplarının ve bu konudaki yayınların artması ile farkındalıklar gelişti ve irili ufaklı her olumsuzluğun kökenini çocukluğumuzda ya da ailelerimizin geçmişinde arar olduk. Bir kaç gün önce sahilde otururken altı yedi yaşlarında iki çocuğun kendi aralarında konuşmalarına şahit oldum. Biri oyun olsun diye bir kediyi ıslatmış öbürü de “kedinin travması olacaksın bak” diye onu uyarıyordu. O yaşta çocuk ne bilir travmayı? Muhtemelen ailesinden ya da çevresinden duymuştu. Gerçek hayatta bu kadar cılkını çıkartmamaktan yanayım ama bir mübalağa sanatı olan kurmacada fazlasıyla kullanıyorum ben de. 



Figen Hanım uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz romanınıza? Yazarken yeni şeyler keşfettiniz mi; duygu, düşünce dünyanıza öykülerinizin ne gibi katkıları oldu?

Bitmesini hiç istemedim. Karakterlerimle birlikte yaptığım bir yolculuktu bu ve aylarca onlarla birlikte yaşamıştım. Hatta birini öldürürken canım acıdı ve epey ağladım. Abartıyor muyum diye de kendimden kuşku duydum. Uzun süre yalnız ve neredeyse tecrit halde yaşamak ruhsal dünyamı sarstı herhalde diye düşündüm. Neredeyse bütün yazılarımı ilk okuttuğum bir referans okuma grubum var. Onlar da taslağı okuduklarında aynı yerde ağladıklarını söyleyince rahatladım. Karakterimle aramda kurduğum bağı okura da geçirebilmekti bu.  

Değişime bakacak olursak, yazmak da tıpkı seyahat gibi. Kendi içinizde bir yolculuk yapıyorsunuz aynı zamanda. İkisinde de başladığınız noktadaki siz ile bitişteki siz aynı olmuyorsunuz. Ben bu romanı yazarken vazgeçebilmeyi öğrendim. Sıkı sıkı tutunduklarımı bırakabilmeyi. Kapanan kapıların, başka kapılar açabileceğini. 



Nitelikli kurmaca okurları metni okurken aslında onları sadece anlatıcı ilgilendirir, yazar ilgilendirmez, yazarın yaşam öyküsü özellikle. Değerlendirmeler anlatıcı üzerinden yapılır. Kurmaca metinlerde çözülmesi en zor konulardan biri olan anlatıcı meselesi hakkında romanınızda ne gibi problemlerle uğraştınız? 

Sanırım ben bunu biraz el yordamı, biraz deneme yanılma ile buluyorum. Öykülerde genelde farklı anlatıcılar üzerinden denemeler yapıyorum öncelikle. Atmosferi hangisinin daha iyi vereceğine inanıyorsam o şekilde ilerliyorum. Romanda ise gayet nettim. Çok fazla karakter vardı hepsine aynı mesafede olmak istedim. Sadece 1900’lerde yaşayan bir karakterimin günlükleri ve mektuplar ben dili ile yazıldı. 



Hikâyeler iç evrenimizin, kozmik yapımızın yansımaları olarak dünyayı daha katlanılabilir hale getiriyor. Hikâyeler ötekilere yazılıyor, öznel alana hitap ediyor, okurları etkilemeleri gerekiyor. Günlük hayatta katlanamayacağımız gerçekler hikâyede, romanda katlanılır hale geliyor. Odaklandığınız temalardan hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?

Hem tarihi bir dönemi hem günceli anlatması, çok farklı türde metinleri bir arada bulundurması, çok katmanlı olması, çok sayıda karakter ve bunların ayrı hikâyelerinin genel bir tema etrafında toplanması beni romana yöneltti.

 


Figen Hanım roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?

Zaman zaman değişiyor ama okumaktan vazgeçmeyeceğim yazarlar var. Ahmet Hamdi Tanpınar, Gündüz Vassaf, Latife Tekin, Engin Geçtan, Murakami, Gabriel Marquez, Tolstoy. Yüzyıllık Yalnızlık, Gazap Üzümleri, Anna Karanina dönüp dönüp okuduğum romanlar. 


Dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak hem Dünya geneli hem Türkiye özelinde roman türünün geleceği hakkında ne gibi öngörüleriniz var?

Uyarıcının çok, zamanın az olduğu, bir konu üzerinde odaklanmanın zorlaştığı, aylarca emek verilen bir esere iki, üç gününü ayırabilecek insanların azaldığı bir çağda yaşıyoruz. Ama edebiyat her zaman sağlam bir liman. Sıradanlaşan, tek tipleşen dünyada hayal gücünü koruyan ve canlı tutan bir unsur. Okura ulaşmanın yolları değişecek belki. Dijital kitaplar, sesli kitaplar çoğalacak. Ama edebiyat ve roman her zaman var olacak. 



Dünya ve Türkiye özelinde salgın, iklim krizi, savaşlar, göçler ve temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde bu zorlu günleri yazı aracılığıyla daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü sizce?

Edebiyat yazarının da muhakkak bir meselesi var. Gördüğü tüm bu eşitsizlikler, hor kullanım, taciz ve tecavüzler üzerine kafa yoruyor ve derdini kendine yakın bulduğu türde anlatmaya çalışıyor. Ama bir akademisyen, bir teorisyen gibi dünyanın temel dertlerine çözüm üretmiyor elbette. Belki bir miktar farkındalığı ve empatiyi arttırıyor. Onun dışında farklı bir evren yaratıp iç huzurumuzu dengelemeyi sağlıyor. 


Figen Hanım, son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönemde yeni üretimleriniz olacak mı?

Hikmet Hükümenoğlu’ndan Harika Bir Hayat ve Neslihan Önderoğlu’ndan Cüret’i okudum en son. Ayrıca üzerinde çalıştığım romanla ilgili tarihi ve siyasi okumalar yapıyorum. 

bottom of page