top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Anneler Günü

"Bir pazar günü eve gelen kim olursa olsun, dışarı çıkıp gezmeden ödün vermemek... Gençlik bunu gerektirirdi ve kayıtsız şartsız bir anlayış isterdi daima."

Mustafa Seyfi


Polen kokan bir pazar günüydü. Zaten mayıs ayı her gün polen kokardı buralar. Mutfağın perdesini aralayıp akan günü kucakladı Zeynep Hanım. Gecenin en taze yerinde, masmavi alacakaranlıkta uyanmıştı bugün. Kalkıp çay demlemiş, akşamdan hazırladığı börekleri ısıtmak için fırını açmış, tencerede yeni mayalanmış yoğurdun kaymağını sıyırmıştı ekmek bıçağı ile. Çünkü oğlu gelecekti eve bugün, tam da geçen seneki 1 Mayıs kutlamalarının üzerinden bir yıl geçmişken. Şükür ki beraat, şükür ki suçsuzluğun anlaşılması. Oğlu Ankara’nın beton renginden, İzmir’in şerbetli mavisine hem de anneler gününde dönecekti nihayet.


Bundandır bugün Zeynep Hanım için bir bayram günüydü, anneler günü ilk defa anneler günüydü. Bugün kendisine en büyük hediyeyi en küçük evladı verecekti. İşkencelerden, açlık grevlerinden, bitlenmişliklerden kurtulup gelen genç bir adamın mağrur gülüşü olacaktı tarihin en kıymetli anneler günü hediyesi. Hafif kırık bir "anne seni çok özledim", hatta biraz mahcup "affet anne, bir daha dizinin dibinden ayrılmam” yetecekti, buz tutmuş yüreğine kaynar sular dökülecekti.


Ev ahalisinden ilk uyanan ilk göz ağrısı kızı oldu:

"Niye bu kadar erken kalktın anne?"

Kızının bu sorusunu ayıplar bakışlarla karşıladı Zeynep Hanım. Ablası kardeşinin tahliye gününü mü hatırlamıyordu yoksa? Bakışlarındaki mana sertleşti, bir kartal gibi acımasız ve düşmanca bir ifadeye dönüştü. Ardından kocası da uyandı, yüzünde bıkkın bir baykuşun memnuniyetsizliği vardı gene. Gidip televizyonun karşısındaki çekyata boylu boyunca uzandı ve kumandayla kanal kanal dolaşıp, hiçbir şey izlemeden kanal değiştirme oyununa başladı. Zeynep Hanım’ın yüzüne bile bakmamış, oğlunun eve dönüşü ile alakalı en ufak bir imada dahi bulunmamıştı. İçerledi Zeynep Hanım.


Kızı üstünü başını giyindi, makyajını yapıp kahvaltıya geldi. Elinde bir hediye paketi vardı, annesine uzatıp yanağından öptü onu. Ne var ki annesinin aklı kardeşindeydi hâlâ, teselli verme mecburiyetinde hissetti kendini:

"Merak etme anne, birkaç saate evde olur!"


Kahvaltısını yaptıktan sonra rüzgâr gibi çıktı evden genç kız, sarf ettiği ve beş dakika sonra unuttuğu teselli sözcüklerini de yanında götürerek. Bir pazar günü eve gelen kim olursa olsun, dışarı çıkıp gezmeden ödün vermemek... Gençlik bunu gerektirirdi ve kayıtsız şartsız bir anlayış isterdi daima. Peki ama bir kardeş için de olsa istisnası yok muydu bunun?

Akrep yelkovanı bir saat daha kovaladıktan sonra da kocası kahveye doğru yollandı, gömlek cebinde açılmış Parliament paketi ve koltuğunun altında günün futbol gazetesi. Henüz öğle olmadan evde yalnız kalmıştı Zeynep Hanım. Çoğu anne gibi çocuklarıyla arkadaş, yalnız bir kadındı o da. En yakın arkadaşını, canı ciğeri oğlunu bekliyordu gözü yolda, kulağı kapıda, kalbi kilometrelerce ötede.


Telefon edebilseydi keşke ya da oğlu arayıp bir alo diyebilseydi. Hem ne olacaktı sanki bir telefon izni olsun verseler? Yüreğine demirbaş bu hasreti saymazsak, kime ne zararı vardı oğlunun? Altı üstü bir gösteriye katılmış, slogan atmış. Vatanı kanunun emrettiği, allaya pullaya tarifini yaptığı sevginin haricinde bir sevgiyle sevmiş. Ve bu yüzden hapis yatmış bir yıl.


Bir yıl… Dile kolay... Karnında dokuz ay taşımıştı da bir ömür gibi gelmişti, şimdiyse onsuz geçen bir yıl...


Heyecana kapıldı, göğüs kafesinde fazla şişmiş bir top gibi seken yüreğinin gümbürtüsünü duyuyordu. Koltuğa oturup camdan dışarıyı seyre koyuldu: Bir serçe, yerde hareketsiz yatan ölü yavrunun başında acı acı ötüyordu. Aniden ortaya çıkan tüyleri parlak bir sarmanın hamlesiyle önce havaya kalktı ağıt yakmayı bırakıp, sarman yavru serçeyi ağzına atıp kuytuya giderken de ceset hırsızının etrafında hızlı hızlı kanat çırpmaya ve dikkatini dağıtmaya çalıştı. Ama gene de muvaffak olamadı, yavrusunun bedeni kediye yemdi artık.

Zeynep Hanım bu sahici tiyatroya daha fazla dayanamadı, eşinin çekyatta bıraktığı geniş boşluğa sıska bedenini bırakarak televizyonda izlenecek bir şeyler aradı. Oğlunun yüzü dışında başka resim yoktu gözünde. Bir süre klasik pazar magazinlerinden birine bakındı. Kameramanın manken kızın bacaklarına zoom yaptığı noktada çoktan uykuya dalmıştı. Rüyasında oğlunu insan boyunda azman kedilerle, akreplerle, çıyanlarla debelenirken gördü. Yılanın birinden kurtulsa kedinin biri pençeyi takıyordu oğluna, kedinin birinden kurtulsa çıyanlar sokuyordu sırtından. Ve Zeynep Hanım bir serçe gibi çaresiz çırpınıyor, elinden hiçbir şey gelmiyordu.


Kapının kuş ötüşü ziline uyandı. Uykuya daldığı esnada magazin dönen kanalda şimdi haberler vardı; siyasi bir sima, devletin hapishanelerdeki eğitim ve ıslah politikası hakkında konuşuyordu. Kendisini uyandıran zil değil de, mırıldanarak konuşan bu adamın açıklamalarıymış gibi geldi Zeynep Hanım’a.


Gözlerini ovuşturup hevesle kapıya seğirtti, açtı kapıyı. Üzerinde kül rengi ceket olan beyaz saçlı tıknaz bir adam ve ardında bıyıkları bile terlememiş, gençten iki polis. Zeynep Hanım önce beyaz saçlı adama, sonra arkada duran genç polislere baktı. Beyaz saçlı adamın yüzü, üzerine bol gelen ceketi gibi kül rengiydi. Alnındaki derin çizgiler, göz ve dudak kenarlarındaki aşağı sarkık kırışıklıklar yaşadığı yılların fragmanı gibiydiler. Hemen ardındaki genç polisler ise her şeyden o kadar habersiz görünüyorlardı ve yüzlerinin öylesine saf bir ifadesi vardı ki, bakan herkeste acıma hissi doğardı ister istemez. Henüz hiç yenilmemiş, hiç kayıp yaşamamış, hiç ezilip büzülmemiş, hatta ve hatta hiç aşk acısı çekmemiş bile olabilirdiler.

"Zeynep Hanım siz misiniz?" diye sordu öndeki adam. Konuşan kendisi değildi de üzerinde bir yük gibi taşıdığı kül rengi ceketiydi sanki.

Zeynep Hanım ‘evet’ anlamında kafasını salladı.

"Oğlunuz geçen sene 1 Mayıs gösterilerinde gözaltına alınmıştı ve tutukluydu, biliyorsunuz."

Biliyordu tabii, bilmez olur muydu hiç? Son bir yıldır hayatını işgal eden yegâne bilgiydi bu. Ama bugün son bulacaktı… Son bulacak mıydı?

"Oğlunuz bu sabaha karşı bilinmeyen bir nedenden ötürü…”


Bilinmeyen neden mi? Kulakları uğuldadı. Dışarıda bir köpek ortalığı inleterek havlıyordu, peşinden de bir serçe acıyla kıvranarak sessizliğe gömüldü. Yavrusunun ölüsünü kediye kaptıran serçeyi de, mahallenin kuduz köpeklerinden biri kapmıştı anlaşılan. Zeynep Hanım’ın kalbi, göğüs kafesini parçalayıp dışarı fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Kapıya tutundu düşeceğini hissederek.


“…bilinmeyen bir neden ötürü hücresinde ölü bulundu. Cesedi buraya naklettik, bizimle morga gelip cesedini teşhis etmenizi rica ediyoruz yasal prosedürler için."


Yasal prosedürler... Salondaki televizyonda büyük bir gürültü kopmuştu, konuşmasını bitiren siyasi simayı deli gibi alkışlayıp tükürükler saçarak tezahürat ediyordu herkes.

bottom of page