top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Aydınlı Sadrazam Mirzazâde Ayaz Paşa

“Benim için mi yoksa kendin için mi endişelenmektesin çorbacı?”


Fatih Altınbeyaz


“Hünkârım, elem ve kederde olmayın! Birkaç edepsiz toplanmışlar. Bu saat izniniz olursa İstanbul’a gideyim ve hepsini parça parça edeyim.” Nevşehirli Damat İbrahim Paşa


Hava kurşun gibi ağırdı. Ölüm soluyordu sokaklar.

“Yeniçeri başın keser, Cebeci hadım eder. Urun ha!” diyen isyancılar her yeri yakıp yıkıyordu.

Bir yolunu bulmuş, konağına dar atmıştı kendini. Tekinsiz İstanbul sokaklarına inen karanlığın dünyadaki son gecesi olduğunu, cümle Osmanlı mülkünün yegâne sahibi Padişah Hazretleri’nin ondan merhametsizce vazgeçtiğini ve yerine başkalarını koyduğunu gayet iyi biliyordu. Kırgındı, on yılı aşkındır Sultan’a hizmet etmiş, onu devlet içinde yaşanan çeşitli entrikalardan ve her an şehzadelerden birini tahta geçirmeye meyyal, habis niyetli insanlardan korumuştu.


Onca emeğinin, özverisinin mükâfatı bu mu olmalıydı? Dünya şirindi, baldan tatlıydı. Bir şeyler yapmalı, öyle kolay pes etmemeliydi. Yoksa sabah ezanı okunurken, şimdi gözde olmuş şapşal paşaların yahut mendebur isyancıların yolladığı karanlık şahıslar kapısına dayanacak, senelerdir layıkıyla taşıdığı sadaret mührünü eliyle teslim ettikten sonra ölümlerden ölüm beğenecek, Bab-ı Hümayun önüne bırakılan cesedi At Meydanı’nda dolaştırılacak, aç köpeklere parçalatılacaktı.


“İş oraya varırsa, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa gibi yapar, şerbet içer kendimi zehirlerim, ne Hünkâr’ın dinsiz cellâtlarına, ne de fitne ehlinin örgütlediği baldırı çıplaklara bırakmam kendimi.”

Üçüncü eşi ve Kırımlı gözdesi Livza Seferova’nın itirazlarına aldırmadı, karısına sımsıkı sarıldı, kapıyı arkadan sürgülemesini, adamlarından birisi gelirse muhakkak bir parolayla açmasını söyledi. Tebdil-i kıyafetle çıktı konağının arka kapısından. Vefa’dan Zeyrek’e indi, ecinnilerin kol gezdiği, lağım kokan sokaklarda dolaştı, kimi zaman çamura bastı, kimi zaman yolunu şaşırıp uzak mahallelerde, uykularında öksüren, burunlarını çeken, sayıklayan insanların fukara seslerini duydu.


Kirmastı’ya vardığında ter içindeydi. Kürkçübaşı, karşısında Paşa’yı görünce afalladı.

“Efendim, bu hâl nedir? Vaziyet malum… Günlerdir esnafa kepenk açtırmayan, cuma namazı dahi kıldırmayan kumarbaz serseriler sizi takip eder, tenhada kıstırıp üzerinize çullanabilirler,” dedi.

“Benim için mi yoksa kendin için mi endişelenmektesin çorbacı?” diye gürledi Paşa.

Kürkçübaşı utanarak boynunu büktü, “Aman efendim olur mu hiç? Varlığımın sizinle kıymet bulduğunu, her daim emrinize amade olduğumu, bu güne kadar yaşanan çeşitli hadiselerden siz daha iyi bilirsiniz,” diye konuştu. Evin içinin dağınıklığından müteessir oldu, beceriksizce sağa sola koşturarak ortalığı toparlamaya çalıştı.

Şişinen, eski çalımlı günlerini hatırlayan Paşa sedirin üstüne kaykıldı, lakin durduğu yerde duramıyordu. Halkın, saray görevlilerinin ve askerlerin arasında casusları olmasına, aylık jurnaller almasına, sadık dostlarının, hısım akrabalarının ön planda olduğu yüksek bürokrasideki atamalara ve yerinde, zamanında görevden el çektirmelere rağmen buraya nasıl gelinmişti? Kesenin ağzını hep açık tutmasına karşın nerede yanlış yapmıştı? İşler niçin böyle ters gitmişti? Aklı, havsalası almıyordu.


En başta, Padişah’ın, asilerin isteklerini öğrenmesini engellemesini, her zaman biraz vesveseli Han’a yanlış, eksik bilgi vermesini, para karşılığında İranlılara terk ettiği serhat boylarındaki kaleleri, yıllardır süren harpte Rusların mağlup edildiğine dair yaydığı yalan haberleri, el altından yaptırdığı kanlı infazları ve sırtını Hünkâr’a dayayıp zevk, sefa içinde yaşamasını hatırına getirmedi.


Kürkçübaşı’nın hürmetle sunduğu şerbeti içince yedikleri ağzına geldi, öğürtüyle kustu.

“Efendim, ne oluyorsunuz? Şerbeti beğenmediyseniz derhal başka bir içecek getireyim.”

Paşa bir ibrik istedi, titreyerek ayakyoluna gitti, elini yüzünü yıkadı, peşkirle sildi, şakaklarını ovduktan sonra biraz sakinlemişti. Kürkçübaşı’na ruh hâlini anlatıp, açıldı. Zat-ı âlinin, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye için ne kadar muteber olduğunu, bir kargaşa ile başa gelen Sultan’ın başka bir kalkışma ile tahtını kaybetmemek için kendisini, anlı şanlı Sadaret Kethüdası’nı, yerinde ağır Kaptanıderya’yı gözden çıkardığını, bunun büyük bir haksızlık, hatta vebal olduğunu söyledi. Zalimce ağlayıp sızladı, hönkürdü. Lafı bir müddet daha dolandırdıktan sonra ağzındaki baklayı çıkardı.


“Kürkçübaşı, evladım, seninle suratlarımız, hareketlerimiz ve sakallarımızın uzayış biçimi birbirine benzemektedir. Ne mutlu bize ki haddizatında insan sevdiğine, kendisine yakın bulduğuna benzer. Böyle bir talepte bulunmaya hakkım yok, biliyorum. Bağışla beni... Bozguncu edepsizler ya da devlet içinden birileri, şahsımı almaya geldiklerinde benim yerime geçer misin? Böyle kutsal bir hizmeti şahsım için ve devletin bekası uğruna yapar mısın? Bir Aydınlı Mirzazâde Ayaz Paşa kolay mı yetişiyor a oğlum?” dedi. Çıldırtan bir sessizlik oldu. Ahşap dolapları kemiren kurtların tıkırtılarını bırak, Paşa ile Kürkçübaşı’nın kulaklarının çınlamaları duyuldu.


“Beni o kopuk tayfasına teslim edemezler. Hayır, benim adımı lekeleyemezler, bunca yıllık izzet-i nefsimi ayaklar altına alamazlar. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın akıbetini yaşatamazlar bana. Geç bulduğum, biricik Livza’mı gözü yaşlı bırakamazlar. Yarabbi medet. Ocağına düştüm.”


Kürkçübaşı, çok sevip saydığı efendisinin, yanına Yeniçeri ve Cebeci Ocağı’nı da almış asiler yüzünden zor durumda olduğunu, hatta görevden azledilmesiyle birlikte yağlı kemendi boylayacağını az çok tahmin ediyordu fakat kendisine böyle bir beklenti ile geleceğini hiç düşünmemişti. Yıllardır ona hizmet ederdi, öfkelenip gürlediğinde, kürklerin muhafazasını beğenmeyip tahkir edici laflar söylediğinde anlayışla önüne bakar, birkaç gün gözüne gözükmeyip hiddetinin geçmesini beklerdi. Allah’ı var, çok da iyiliğini görmüştü.


Kürkçübaşı, fazla beklemedi, nankörlük ve nezaketsizlik olacağını düşünüp isteği zarifçe kabul etti, sadece bir şartı vardı, Edirne’ye, kayınpederinin evine, bayram ziyaretine gitmiş, eşi ile kızına iyi bakılmasıydı. Mirzazâde Ayaz Paşa yerinden fırladı, razı okumalar, sen hiç tasalanmalar, onlar bana emanetler, sadaka-i cariye hükmündeler, şehitlik makamına erişmeler havada uçuşuyordu.


Paşa’nın alık ve hayranlık duyan bakışları arasında elbiselerini değiştirdikten, eski günlerden konuşup kardeşçe helalleştikten sonra Kürkçübaşı, Mirzazâde Ayaz Paşa’nın oturduğu semte yollandı. Konağın kapısında parolayı söyledi, Livza Seferova, kocasının tebdil-i kıyafeti içindeki, daha evvel birkaç kez gördüğü adamı tanıdı.

Kürkçübaşı, tedirgin olmuş Livza Seferova’ya meseleyi anlattı. Alınan karar kadının aklına pek yatmasa da kocasının kurtulması, kaçıp Kırım’a göç etme ihtimalleri gözüne hoş göründü. Sadece bu zavallı, çekingen, çelebi için ağladı. Bir vefa duygusuyla ona mükellef bir sofra kurdu.


Kürkçübaşı usul usul yemeğini yedi, yüksek gönüllü insanlara mahsus hareketlerle suyunu içti, karısı ile kızının adlarını sayıkladı, uzaklara bakıp kendi kendine konuştu, kaftan ve kavuk başta olmak üzere paşanın görev elbiselerini de üstüne geçirip hüzünle bekledi.

Horozlar ötmeye başladığı sırada konağın kapısı gürültüyle vuruldu, Livza Seferova sıçrayıp kalktı, feryat figan etti, gelenleri engellemeye çalıştı, ne de olsa oyunu kuralına göre oynamalıydı. Gözleri dönmüş asiler konağı yağmaladılar, yükte hafif pahada ağır ne varsa aralarında paylaştılar, ev sahibi kadının kargışlamalarına aldırmadılar, kudretli Veziriazam Efendi’yi alıp gittiler.


Hava aydınlanırken Kaptanıderya Âdil Emre Paşa ve Sadaret Kethüdası Necdet Serbay Paşa da Et Meydanı’na itile kakıla getirildi. Görevden el çektirilmiş, ölüme yürüyen üç paşa aralarında mırıldandılar, hâl hatır sordular, birbirlerine dünyalık haklarını helal ettiler.

Kurulan iletişimden ve kadere duyulan teslimiyetten rahatsız olan, hamamlardan, batakhanelerden, kapıları açılmış cezaevlerindeki mahkûmlardan devşirilmiş kışkırtıcılar, borç içinde oldukları bilinen Kaptanıderya Âdil Emre Paşa ile Necdet Serbay Paşa’yı parçalayarak öldürdüler.


Sıra Mirzazâde Ayaz Paşa’ya gelmişti. Asiler sadrazamın mallarının, altınlarının yerlerini öğrenmek için onu kıyasıya sıkıştırdılar, şaşkınlık içerisinde sorularına geçerli yanıt alamadıkça deliye döndüler, ayağındaki dona varıncaya kadar çıkardılar, harala gürele içinde birden zınk diye durdular.


“Zinhar, bu Veziriazam Mirzazâde Ayaz Paşa değildir. Bakınız, bu deyyus sünnetsizdir ve bunun tepesinin orta yeri tıraş olunmuştur. Bu Ermeni kâfiridir,” dediler homurdanarak.

Bazıları da, “Hayır, bu Rum keferesidir, Sadrazam Mirzazâde Ayaz Paşa’nın kürkçübaşıdır. Boy, görünüm ve sakal bakımından kendisiyle asla bir farkı olmayıp, hemen sanki ikisi anadan birden doğmuş karındaş gibidir. İşte şimdi kürkçü, kendisini efendisi uğruna harcamaya kalkmıştır,” diye haykırdılar. Çok geçmeden, Topkapı Sarayı önünde toplandılar.

“Padişahımız, Veziriazam Mirzazâde Ayaz Paşa’yı saklamış ve Kürkçü Manol’u ona feda eylemiş. Bizi de enayi yerine koymuştur. Hilafet makamında olan yüce Sultan’a yalan yakışır mı?” diye bağırdılar ve cesaretinden ötürü merhamet ettikleri, “Ben Mirzazâde Ayaz Paşa’yım,” demesine de aldırmadıkları Kürkçü Manol’u boz bir eşeğe bindirip Alay Köşkü’ne gönderdiler.


41 imamı etrafına toplayıp 41 yasin okutan, kendi başının ve tahtının derdine düşmüş, “O değilse, yarın kendisini verelim,” diyen Padişah Hazretleri, meseleyi tetkik etmek için devlet ricalini topladı. Görüşmeler sonucu, ivedilikle İstanbul’un kapıları kapatıldı, sokaklara tellallar çıkarıldı ve gerçek Sadrazam Mirzazâde Ayaz Paşa saklandığı delikte kıskıvrak yakalandı. Kapıcılar Kethüdası Kara Mehmet Paşa infaz için bizzat görevlendirildi, bu defa katiyen iş savsaklanmamalıydı.


Kürkçübaşı, bir akşamüstü Kirmastı’daki evine yorgun argın vardı, Edirne’den dönmüş karısı ile kızı gelip Manol’un boynuna sarılırken, şerbet içerek intihar etmesine engel olunmuş, Sadrazam Mirzazâde Ayaz Paşa boğularak idam edilmişti. Gemi azıya almış bozgunculara teslim edilen cesedi sokaklarda dolaştırılıyor, gövdesinin etli yerleri sokak köpekleri tarafından parçalanıyordu.

Ölünün boynuna ip bağlamış birkaç zorbanın konuşması duyuldu, bir süre sonra.

“A be, bu kimdir? Aydınlı Mirzazâde Ayaz Paşa sünnetsiz miydi?”

bottom of page