İyilik işleri
Oylum Yılmaz, geçtiğimiz hafta arka arkaya gelen sansür haberleri ve edebiyatın iyileştirici gücü üzerine yazdı: "Çok hızlı akan ve değişen bir felaketler gündemi içinde, alanı terk etmemek, yazmak söylemek bağırmak gerekiyor. Yazarı susturulan, kitapları toplattırılan bir edebiyatın ne iyileşmekten ne de var olmaktan yana bir gücü olabilir çünkü."
Edebiyatın iyileştirici gücü… Ne kadar pırıltılı, umutlu, insanı okuduğu anda ikna eden, hayaller, ihtimaller, çıkış kapıları vadeden bir cümle, öyle değil mi? Amiyane tabirle, vallahi insanı alıp götürüyor… Zannediyorum iki binli yılların başından bugüne edebiyatla en çok yan yana düşen iki kelime olmuştu iyilik ve iyileşme. Di’li geçmiş zaman kullandım şimdi çünkü, bu yan yanalığın kısa bir süre önce geçmişin hanesine yazıldığını düşünüyorum, en azından bizler için, aniden, bıçakla kesilmiş gibi, bir dakikada... Oysa kılcal damarlarına kadar sömürgecilik, emperyalizm ve vahşi kapitalizm işlemiş bir dünyanın çocukları olarak, yeni çağcı bir din gibi hangimiz sarılmamıştık ki edebiyatın iyiliğine, yazanı ve okuyanı iyileştirdiği ümidine, kendimi de içine katarak söylüyorum, bu kapitalist yanılgının koynunda ne kadar zamandır oyalanmıştık hep birlikte… Ta ki… Ta ki hem ülkenin hem dünyanın en büyük felaketlerinden biri başımıza gelene dek.
Gündelik hayatın zorluklarına olsa olsa bir instagram postu kadar pansuman olan iyilik umudu; yaralar gerçekten, oluk oluk kanamaya başlayınca, yerini şiddetli bir adalet ihtiyacına, hesaplaşma öfkesine, intikam değilse de ateşi soğutacak bir tür ilkesel karşılaşma gerekliliğine bırakmıştı işte.
“İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitler yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır.” Diyordu Yaşar Kemal, bunu okumadan, bu söyleneni gerçekten kavramadan bu topraklarda yazar olmak mümkün mü, sanmıyorum. Bir acı ve felaket coğrafyasının yazarı olduğunu bilmeden yazmak, dünyanın kötülüğünün ve iyiliğinin koyun koyunalığını hissedemeyen bir yazar olmak, kurmaca ve gerçek arasında tutturmaya çalıştığımız o yazarlık dansını, o gösterişli oyunu iyilik reçetelerine sıkıştırma gafletinde bulunmak, edebiyatın iyileştirici gücünü aforizmalardan almaya çalışmak… Bütün bu iyilik sarmalının gelip durduğu, tıkandığı bir yer vardı oysa hepimizin inatla gözden kaçırdığı, gündelik hayatın zorluklarına olsa olsa bir instagram postu kadar pansuman olan iyilik umudu; yaralar gerçekten, oluk oluk kanamaya başlayınca, yerini şiddetli bir adalet ihtiyacına, hesaplaşma öfkesine, intikam değilse de ateşi soğutacak bir tür ilkesel karşılaşma gerekliliğine bırkamıştı işte. Ve aradığımız şey, eğer gerçekten arıyorsak tabii, edebiyatın iyileştirici gücünde falan değil, bizzat karanlığında, kötülüğünün gölgelerinde bekliyordu bizi… Yaşar Kemal’in “Kuşlar da Gitti”sindeki satamadıkları kuşları yiyen çocukları, sevdiği kadına ve hayatta ona “iyi” gelecek bir sürü şeylere rağmen hayatın gafili olmayı tercih eden Tanpınar’ın Mümtaz’ı, Nahit Sırrı’nın Kıskanmak’ındaki kendisinden ve herkesten nefret eden Seniha’sı, Gece Dersleri’nin karanlık öğrencisi Gülfidan’ı, Suat Derviş’in kendi kaderinin mahpusu Cevriye’si kalıyordu bize. Yani dünyanın ve kendi kalbinin kötülüğüne yenik, kimseye verecek bir iyilik reçetesi olmayan, karanlık kahramanları edebiyatın… İyilik ve iyileşme çerçevesinden bakarsak kısacası, edebiyatın, iyileştirici gücünden ziyade onun bize nasıl iyileşemediğimizi ve iyileşemeyeceğimizi anlattığını görebilirdik. Kısacası güç içinde iyiliği ve kötülüğü birlikte barındırıyordu, güç güçtü işte, tehlikeli, karanlık ve gölgeliydi… Tam buradan bir iyilik ve iyileşme de çıkar mıydı peki bize, eh zorlayalım bakalım hadi… Modern sonrası toplumların günü kurtarmak için uydurdukları iyileşme hapının peşine illa ki düşmek, gördük ki, bir yere kadardı. Çünkü Yaşar Kemal’in de pekala işaret ettiği gibi ölümsüzlüğün de, dünyanın acılarıyla baş etmenin de hepimizin göz artı etmeyi tercih ettiği bir sırrı vardı; elle tutulur bir kurmaca evreni yaratmak, ölüm acısını kendi içimizden alıp bir kahramanın yüreğine koymak.
İyiyi ve kötüyü ayırmak mı, ayırmamak mı?
Ancak bizi iyilik tuzağına düşüren şey sadece bir fotoğraf altına düşünce parçaları yazıp paylaştığımız, kıssadan hisselerin meftunu olduğumuz bir çağın çocukları olmaktan, kapitalizmin çaresizliğine tutulmamızdan kaynaklanmıyordu kanımca. Psikanaliz ve edebiyat ilişkisinin de bu iyilik yanılsamasında büyük rolü vardı. İnsan ruhunu aramak ve kavramak üzere eline kalemini alıp benlik yolculuğuna çıkan her yazar, doğası gereği neticede insanı, insan ruhunu iyileştirme amacıyla ivmelenen bu bilimsel yaklaşımın amacıyla birleşiyor, adeta kucaklaşıyordu. Edebiyatın alanından çıkıp bir çeşit travma terapisine dönüşen kitaplara imza atılıyordu. Satış rekorları, dizi-film uyarlamaları falan derken edebiyatın iyileştirici gücü, iyiliği kullanıp bir kenara attıktan sonra saf güce dönüşebiliyordu. Başımıza bu dertleri açan, psikanalizin kurucusu Jung olsa ne derdi peki: “Kötülüğe yanaşmanın en ciddi tehlikesi onun boyunduruğu altına girme olasılığıdır. Bu nedenle, hiçbir şeye artık boyun eğmemeliyiz. İyiye bile. İyi olarak nitelendirilen bir şeye boyun eğdiğimizde, ahlaksal bağlamda iyilik niteliğini yitirir. Bu, iyiliğin içinde kötülük olduğundan değil, boyun eğdiğimizde sorunlara yol açacağımız içindir. Uyuşturan ister alkol, ister morfin, isterse de idealizm olsun, her türlü bağımlılık kötüdür. İyi ve kötüyü birbirinin tam karşıtı olarak görmemeye özen göstermeliyiz.”
Gelelim karanlığın diğer tarafına, edebiyatın gücünün ötesinde bir mücadele alanı olduğu o yere. Gücün her daim talibi ve takipçisi olan devlet iktidarına, yani baskıya, sansüre, otosansüre… Geçtiğimiz hafta arka arkaya edebiyatımıza ilişkin getirilmeye çalışılan sansürlerle sarsıldık. Ahmet Ümit’in Tapınak Fahişeleri’ne, Yavuz Ekinci’nin Rüyası Bölünenler'ine, Janette Winterson’nın Vişne’nin Cinsiyeti’ne arka arkaya toplatılma kararları geldi. Bu edebiyata açıkça bir saldırıdır, adını koymak lazım. Çünkü sansür kurullarının içindeki kişilerin ellerine kitapları alıp baştan sona okuduklarını ve ona göre bir değerlendirme yapmadıklarını öncelikle hepimiz biliyoruz. Hoş, öylesi de asla kabul edilemez ya, o da ayrı. Ancak bu ülkenin okurlarının severek okudukları yazarlara ve kitaplarına getirilen bu sansürlerin niyetinin göz dağı vermek olduğu da, içeriklerinden bağımsız, çok açık. Neyse ki edebiyatın gücünün, iyileşmenin ötesinde, bu türden baskı çabalarına karşı ne kadar dayanıklı, başeğmez olduğunu, insan yapısını yıkıp geçen taşkınlar misali giderek çoğalarak büyüyen doğasını çok iyi biliyoruz. Bu içimize biraz su serpebilir ama günün sonunda edebiyatın gücüne inanıyoruz diye işin içinden çıkamayacağımızı da biliyor olmalıyız diye düşünüyorum. Çok hızlı akan ve değişen bir felaketler gündemi içinde, alanı terk etmemek, yazmak söylemek bağırmak gerekiyor. Yazarı susturulan, kitapları toplattırılan bir edebiyatın ne iyileşmekten ne de var olmaktan yana bir gücü olamaz çünkü.
Commentaires