top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Yaratıcılık Ritüelleri 1 İrem Uzunhasanoğlu: "Yazarlık ilhamla, totemle değil, disiplinli bir çalışmayla olur!" 

Litera Edebiyat yeni yılda yazarların yaratıcılık ve yazma ritüelleri üzerine bir söyleşi serisine başlıyor. Semrin Şahin'in hazırladığı söyleşi serisinin ilkinde konuğumuz çağdaş edebiyatımızın dikkat çeken isimlerinden yazar ve çevirmen İrem Uzunhasanoğlu. Keyifli okumalar ve bol ilhamlar dileriz.


Semrin Şahin

 


Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Bir totem ya da ritüelim yok. Yanıma bir bardak suyumu koyar ve çalıştığım metnimin başına geçerim. Yazarlığın ilhamla, totemle değil de daha ziyade disiplinli bir çalışmayla olduğuna inanırım. Romanımı yazmaya başlamadan evvel aylarca karakterleri, şemaları, olay örgüsü üzerine çalışıyorum. Yürüyüş yapıyorsam ses kayıtları alırım, görsel panolar hazırlarım, karakter planları çıkarırım. Eğer bir kafede çalışıyorsam dikkatimin dağılmaması için mutlaka odaklanma müziği ya da klasik müzik açarım.


Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

Ben şu ana kadar beş romanımda da yazar tıkanması yaşamadım çünkü zaten bir hissin, bir temanın ya da bir kuramın peşinden sürüklenip üzerine roman inşa ediyorum. Kurgusal anlamda bir tıkanma hiç yaşamadım, konu bulma sıkıntım da olmadı. Hayat zaten hikâyelerle dolu. Yazar dediğin de hayattan o hikâyeleri çalıp, kendi kurmaca dünyasıyla harmanlayandır. Kurmaca dünyamı, bitimsiz bir iştahla kitap okuyarak ve iyi filmler seyrederek besliyorum. Sohbet ettiğim insanların hikâyelerini dinliyorum, yaşadığım şehri adım adım dolaşıyor, apartmanların, sokakların, hanların tarihçelerini dinliyorum. Kadim metinlere kulak veriyorum. Bu sebeple de kurmaca dünyam uçsuz bucaksız bir umman gibi. Yazar tıkanması yaşayan arkadaşlarıma da bilim, sanat gibi farklı alanlarda araştırmalar, okumalar yapmalarını öneriyorum.

 

Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

Tüm hayatımı yazıya adayabilmek adına işimden ve bazı sosyal ortamlarımdan feragat etmiş bir yazarım ben. İş yeri, zaman ya da aile gibi bariyerlerim hiç olmadı. Bariyeriniz olursa pranganız var demektir. Ben yazı masamda otururken hiç kimse sırtımdan bakmasın, beni izlemesin diye şartlarımı yeniden düzenledim, Woolf’un deyimiyle evin meleğini öldürdüm. Benim bu ülkede tek engelim insanların az kitap okumasıdır. Daha çok okura ulaşmak zorlaşıyor çünkü insanımız kitap okumayı tamamen bıraktı. Ekonomik kriz ve sosyal medya gibi bileşenler sonucu okuma oranları korkutucu derecede düştü. Bir yandan da Instagram ünlülerine zorla kitap yazdıran editörler yüzünden edebiyat neredeyse ikinci planda kaldı. Varsa yoksa kişisel gelişim, kendini iyileştirme kitapları ve new age akımlar… Satılık kitapçı rafları, torpilli çok satan listeleriyle savaşabilecek bir gücü yok yazarın. Edebiyat yapıyorum. Okuma oranı günden güne düşen bir ülkede edebiyat yapmaya devam edeceğim. 

 

Yazmaya başladığınızdaki dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

İçimdeki yazma güdüsü hâlâ harlı. Yazmaya ilk başladığımda bunun içinden çıkamayacağım bir tür bağımlılık olduğunu bilmiyordum. Şimdi ise artık bunun bilincindeyim. Yaptığım tüm işler, çeviriler, yazılar bir yana; roman bir yana. Son nefesime kadar roman yazmak istiyorum. Yazarlık yazdıkça, pratik ettikçe geliştirilen bir sanat dalı, o sebeptendir ki kendimi ilk yıllara nazaran daha güvende hissediyorum.

 

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Hayatın akışına göre değişiyor. Eskiden gece geç vakitler yazardım. Bir dönem, sabahın ilk ışıklarıyla uyanmak için saati beşe kurardım. Şimdilerde ise gündüzleri çalışıyorum. Gündüz başka bir etkinliğim varsa geceyi değerlendiriyorum. Bazen sabah roman çalışıp, gece çeviri yapıyorum, değişiyor. Değişmeyen tek şey çalışmak.

Elimin altında tuttuğum kitaplar romanımın konusuna göre değişiyor. Bazen bir psikoloji kitabı, bazen bir kuram, bazen bir Orhan Pamuk romanı…




Yüzlerce var. Hiçbirini ayırt edemem. Çok yakın zamanda izlediğim için aklıma iki film geldi. “Bir Düşüşün Anatomisi” ve “Kızıl Gökyüzü” filmlerinin senaryosunu ben yazmış olsaydım dedim sinema salonundan çıkarken. Kalemim senaryo ve tiyatro oyunlarına da çok yatkın olduğu için izlediğim iyi filmlerin ve oyunların metinlerini de keşke ben yazsaydım diyebiliyorum.

Anna Karenina’yı da bu listeye alabiliriz. Etkilendiğim, sarsıcı yapıtlar bende hem iz bırakıyor hem de “neden ben bunu düşünemedim,” hissi veriyor.

bottom of page