top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Yaratıcılık Ritüelleri 32 / Asuman Susam: "Şiir, dünya ile kurduğum ilişkide şeylere, ilişkilere, canlılığa, canlılara bakışımı başkalaştırdı."

"Tıkandığım zamanlarda hep başka yaratıcı parıltılardır zihnimi açan. Yalnızca edebiyat değil. Resim, fotoğraf, sinema, çağdaş sanat çalışmaları, felsefe metinleri özellikle iyi bir şiir kadar diriltir beni. Tıkandığım zamanlarda bir de dinginliğimi, serinliğimi korumak için yürürüm. Zihni hem dolduran hem boşaltan bir şey yürümek. Bir de suya bakmak. O da iyi gelir. Su bende bir yanıyla hatırlama bir yanıyla unutuş olarak işler. Benim yatıştırıcılarım bunlar. Bir de müzik."

Semrin Şahin Yaratıcılık Ritüelleri'nde bu hafta Asuman Susam'ı ağırlıyor.

 


Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Herkesin kendine özgü yazma rutini, biçimi, ritmi muhakkak vardır; ama ritüel, seremoni, totem… bunlar benim yazma tarihimde hiç olmadı. Defterler ve el yazısı şiirimi çalışırken önemli ama. Ritmi duymamı sağlıyor kâğıt hışırtısı, elimin hızı vs. Kurgu dışı metinlerimde gereksinmediğim bir şey. Mutlak bir sessizlik, konforlu alanlar da hiçbir zaman önemli olmadı. Yazı ile bağım için ruhsal hazır oluşluluktur benim içine esas olan.


Sorunuzdaki “an”a dönmek, kendini yaratma anının içinde tutmak meseleleri tabii önemli. Nasıl edindim bilmiyorum her halde yaza yaza, yazarken; yazma anında dışarıya kendimi kapatırım. Bütün duyumlarım ve varlığımla yazmanın içinde olurum. Yazmak en nihayetinde içe doğru bir yol; ama dışarıdan oraya ilerleriz. Yazmanın öncesi, yazılacak şeyin size bir kıpırtıyla, bir huzursuzlukla gelmesi dışarıdandır. Bir metni oluşturmanın en kısa süresi benim için yazıya döküm anıdır. Yazma asıl ondan önce başlar ki asıl can alıcı yer benim için orasıdır. Derdin nereden geldiği, zihne düşme anı, hangi duyumla kendini hissettirdiği, hangi sözcükleri nasıl bir ritimle çağırdığı, gövdesinin nasıl yapılanacağı… metin kendini kurdurmaya buralardan başlar. Bir de şu var tabii ne ile yoğunlaşmışsanız düşünme biçiminiz biraz onunla şekilleniyor. Şiir, dünya ile kurduğum ilişkide şeylere, ilişkilere, canlılığa, canlılara bakışımı başkalaştırdı ister istemez. Oradan bakıp düşünmek, yani bir şiir fikriyle iç içe yaşamak, sorunuzdaki anları kendiliğinden oluşturuyor bir süre sonra. Hep öyleymiş gibi.


Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

Sanırım tüm yaratıcı uğraşlarda bu tıkanma zaman zaman başımıza gelendir. Benim zaten bir şiire başlamam, onu bitirmem uzun zaman alan ve uzun aralıklarla yapabildiğim bir şey. Yazma mesaisi için zorlamam kendimi. Son yayımladığım şiir kitabı Plasenta üzerinden altı yıl geçmiş mesela. Şiir benden uzaklaşmışsa çok telaş da etmem. Ben okumayı yazmanın hep önünde tutmaya çalışıyorum. Böyle zamanlarımda daha çok okurum. Tıkandığım zamanlarda hep başka yaratıcı parıltılardır zihnimi açan. Yalnızca edebiyat değil. Resim, fotoğraf, sinema, çağdaş sanat çalışmaları, felsefe metinleri özellikle iyi bir şiir kadar diriltir beni. Tıkandığım zamanlarda bir de dinginliğimi, serinliğimi korumak için yürürüm. Zihni hem dolduran hem boşaltan bir şey yürümek. Bir de suya bakmak. O da iyi gelir. Su bende bir yanıyla hatırlama bir yanıyla unutuş olarak işler. Benim yatıştırıcılarım bunlar. Bir de müzik.

 

 

Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

Türkiye’de yaşıyoruz. Bu anlamda dikeni, engeli, engelleyicileri bol bir yer burası. Çoğumuzun karşılaştığından fazla değildi engeller. Bence burada yol ayrımı da başlıyor kişi için. Yazmak bu ülkede aynı zamanda dirayet, sebat, dayanıklılık işi. Nasıl mücadele ettiğimiz biraz buralarda gösterdiğimiz çabayla ilişkili. Ben yazmanın zaten yalnızlık getiren ve yalnızlıkla ilerlenilen bir yer olduğunu hep bildim. Kolektif üretim neşesine de elbette inandım. Hayal kırıklıkları da yaşadım. Ben olumsuzluklarla baş etmek için odağıma dışarıyı ve başkalarını koymamayı seçtim. Bunun iyicil bir şey olduğuna inanıyorum. Kendini donatmak, kendine çalışmak, kendi yolunda yürümek. Yolda karşılaşmalar olursa ne âlâ. Kendi yolunu kişinin kendinin açması en önemlisi. Bu yaptığını en iyi yapmaya çalışmakla olur. Hem bu haset ve kıskançlığın, hep olumsuz ve kötüyü görmenin yorgunluğundan da kurtarır insanı. Beni kurtaran bir şey olmuştu bu yolun başında. Sonra zaten alıp başını gidiyorsun kendi yalnızlığınla. Ben bir şiir kolektifi Piya ile başladım yolculuğa. Piya benim için aramızdan çok erken ayrılan Mehmet Çetin’dir. Politik anlamda da kolektif iş yapma duygusunu kavramak anlamında da çok erken zamanlarımda öğrendiklerim için ona hep teşekkür ederim. Bir de içimdeki şiiri gördüğü, ona çok inandığı buradan beni güçlendirdiği için. Uzun mesailer değildi bunlar. Bazen tek cümle, bazen uzaktan bir işaret ile.

 

Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Tabii ki ve iyi ki değil. Dünya, ülke, çağ her şey değişirken ilk günkü yerinde kim kalabilir? İnsanın çekirdeğinin değişmediğine inanıyorum; ama ona yeni aşılar yapılabiliyor. Başkalaşmalar yaşamın, maceranın kaçınılmaz kıldığı bir şey ve bence çok iyi bu. Sorunuzun ikinci bölümünün yanıtı yayımlanan yapıtlarımda, okurda, eleştirmende. Ama şunu söyleyebilirim yolun başındaki zamanlarımdan daha çok inanıyorum acemiliğe. Daha çok seviyorum kusurları, daha iyi anlıyorum yolda kalışları. Daha şefkatliyim kendime ve herkese.  

 

Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Aslında yaşamla ilgili kimi rutinleri seven biriyim; ama yazma rutinim yok benim. Öyle pek düzenli ve disiplinli biri de değilimdir her zaman. Şiir yazınsal özgürlüğe bu anlamda izi veren bir tür. Roman ya da öyküde işlerin başka olduğunu düşünüyorum. Elin, düşüncenin yazıdan uzaklaşmaması için yapılan temrinler. Bunlar bende hiç olmadı. Hangi zamanlar meselesi de tamamen ruh halimle ilgili olarak değişir. Öyle sıcağında da yazmanın içine çekilebilirim gecenin ıssızlığında ya da sabahın erkenci tazeliğinde de. Makale, inceleme, eleştiri türünde yazarken elimin altında mutlaka tutuğum kitaplar olur; ama bu her çalışmada değişkenlik gösterir. O yazının meramı neyse ona dair kurgudışı kitaplar yazma öncesinde zaten okunmuştur, referanslar için de yazarken elimin altında bulunur onlar. Şiir çalışırken ben ve fikrim yalnızız hep.


Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Ben galiba bu duyguya uzağım. Böyle bir şey hiç hissetmedim. Şimdinin yaratıcıları varlıklarını koca bir sanat ve kültür tarihinin muazzam eserlerine borçlu. Heyecanla, hayranlıkla, teşekkürle bakarım eşsiz bulduğum sanat yapıtlarına; ama keşke ben… yok böyle bir şey içimde. Bu büyük ölçüde şiirle kurduğum ilişki, neden yazdığımla ilgili galiba. Aşılması imkânsız bir “yüce”nin peşinde koşmamakla da ilgili olabilir. Ama başkasında iyi, güzel, yüksek gördüğüm şey bir neşe ve sevinç verir. Bunu dile getirmekten de kaçınmam, mutluluk duyarım.

Kommentare


bottom of page