Yaratıcılık Ritüelleri 36 / Yekta Kopan: “Hesapçı ve 'okuru düşünerek yazan' bir yazar olmak istemem!”
“Sadece yazarken değil, yaşarken de tıkanıyor insan. Okuma listemin dışında bir kitaba sığınırım öyle anlarda. Kurgu dışı bir kitap, bir çocuk kitabı, bir tiyatro metni, bir best-seller ya da bir grafik roman. Sanat tarihi kitaplarıyla uzun zamanlar geçiririm. Örneğin bir ressamın hayatını okuyup, tablolarına bakmak çok iyi gelir. Müzik dinlemek her zaman zihnimi açar. Dostlarla buluşup sohbet etmek ve yine aynı şeyi söyleyeceğim ama yürüyüş yapmak da harikadır.”
Semrin Şahin, yazarların yazım süreçlerine odaklanan Yaratıcılık Ritüelleri söyleşilerinde bu hafta Yekta Kopan’ı ağırlıyor.
Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
En kısa cevap “yok” olacak. Ama sorudan hemen kaçmayayım ve biraz detaylandırayım. Eskiden biraz daha törensel bir havayla otururdum masaya; kahve hazırlanacak, o gün yazacaklarıma uygun bulduğum bir müzik seçilecek, o güne özel kalemler masada olacak gibi… Zaman içinde bu küçük oyunlardan uzaklaştım. Her an her yerde çalışabiliyorum; defterim ve bir de kalem yeterli. Değişmeyen tek şey şu; çalışma ortamımın düzenli olmasını isterim. Bir kafede bile çalışacak olsam, masanın üstü düzenli olur. Ortamın düzenli, benim de sağlıklı olduğum anlar, daha verimli oluyor. Son olarak, uzun çalışmalardan önce uzun yürüyüşler yapmayı severim. Ama bunu da bir seremoni olarak tanımlamam. Çünkü o yürüyüşler hayatımın bir parçası zaten.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Elbette tıkanmalar oluyor. Sadece yazarken değil, yaşarken de tıkanıyor insan. Okuma listemin dışında bir kitaba sığınırım öyle anlarda. Kurgu dışı bir kitap, bir çocuk kitabı, bir tiyatro metni, bir best-seller ya da bir grafik roman. Sanat tarihi kitaplarıyla uzun zamanlar geçiririm. Örneğin bir ressamın hayatını okuyup, tablolarına bakmak çok iyi gelir. Müzik dinlemek her zaman zihnimi açar. Dostlarla buluşup sohbet etmek ve yine aynı şeyi söyleyeceğim ama yürüyüş yapmak da harikadır.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Bütün bu dedikleriniz olmuştur. Ama bunların çoğu yazma sürecinin dinamikleri değil, yayınlatma sürecinin dinamikleri. Yazarken o kısmını düşünmemeyi çok erken bir yaşta öğrendim. Ben engel demeyi sevmiyorum, zorluk diyeyim. Bir insanın yazarken kafasında o zorluklar varsa, sonuçta “hesapçı” bir üretim sürecine girebilir. “Bu zorluğu aşmak için nasıl bir yöntem belirlemeliyim?” sorusuna yenik düşmek tehlikeli bence. Hesapçı ve “okuru düşünerek yazan” bir yazar olmak istemem. Yayınlatma aşaması ise bambaşka bir dinamik. Çünkü orada artık yalnız değilsiniz. O noktadaki zorluklar, sadece sizin mücadele ettiğiniz zorluklar değil. Kolektif bir süreç var orada. İşte o noktada sizin tanımlamanızla “engeller” devreye girebilir. O kalabalıkta size engel olmak isteyenler de çıkacaktır, destek olmak isteyenler de. Benim de yolculuğum hep böyle ilerledi.
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Bazı yönleriyle aynı ama çoğu noktada değişimler oldu. Yazmaya olan ilgime, yazıyla kurduğum ilişkiye ait değil bu değişimler. Tekrar edeyim; yazmak ve yayınlatmak iki ayrı süreç. Bu sürecin her iki ayağında da deneyimler, yaşananlar, başarılar ya da hayal kırıklıkları oluyor. Hem bunların getirdiği değişimler hem de sizin akıp giden hayatınızın içindeki değişimler her tür üretiminize yansıyor tabii ki. Bu da doğal olan ve harika bir şey.
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Çok önceleri sadece gece yazabilirdim. Öğrencilik zamanı kaçınılmaz bir durum bu. Uzunca bir süre gece yazınca, gececi olmaya alışıyorsunuz. Sonra yavaş yavaş sabahın çok erken saatlerine geçtim. Az uyuyan, erken uyanan biriyim. Sabah erken saatte çalışmayı da severim. Derken gece-gündüz birbirine geçti, iyi de oldu. Bir rutine bağlı kalmadan, istediğim zamanda yazabilmek en güzeli. Şimdi gece ya da gündüz fark etmiyor. Defterim, kalemlerim ve bilgisayarım yanımda olsun yeter. Rahat ve düzenli bir ortam, bol su, olursa çay ya da kahve. Elimin altında olacak kitaplar, yazmakta olduğum metne göre değişir. Ama masanın üstü hep kalabalık olur.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo, öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Burada “o eserin üreticisi ben olsaydım” kıskançlığından çok, “nasıl yapmış” merakı öne çıkar benim için. Sözünü ettiğiniz türde çalışmalara hep böyle baktım ve hep o merakı gidermek için eserin üstüne gittim. Bu bir romansa, öyküyse defalarca okuyup tekniğini çözmeye, dönemi içindeki varlığını anlamaya çalıştım. Dilini, üslubunu öğrenmek için çabaladım. Bir müzik parçasıysa enstrümanların rollerini, eserin mimari yapısını deşifre etmek istedim. Kısacası, “ben yazsaydım” değil de “nasıl yapmış” diye ilişki kurduğum çok eser var. Zaten yazmanın en heyecan verici yanı bu; bir başka eseri merak etmek.
Comentários