top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Sonsuz Gözüken Hayatında Bir Gün

"Annesi parmaklarını ileriye doğru mu yoksa geriye doğru mu çeviriyordu? “Ne önemi var?” dedi. Kendisiyle konuşmayı seviyordu."

Fazlı Can


“Hayal nedir, hakikat nedir? Pek de bilemeyiz.”

Abdülhak Şinasi Hisar

1

Meydana hâkim kiliseyle karşısındaki büyük Rum lisesini geçtikten sonraydı yeri. Kilise gibi yolun sağ tarafındaydı. Az ilerisinde bir tiyatronun girişi ve ışıklandırılmış adı gözüküyordu. İki kanatlı büyük kapısının sağında duvardaki mavi tabelada “Pansiyon” kelimesini ortaokulu bitirdiği yılın son iki hanesi takip ediyordu. Hatırlıyordu: “Şurda evlenmesine kaç yıl kaldı ki?” annesinin; “Tanıdığımız bir doktor yok telef olursun!” da babasının sözleriydi. Bunları konuşurken babasının siyah ağızlığının beyaz metal ucundaki Yenice sigarasını üç oluklu kurşun kül tablasında dinlendirmeden içtiğini, annesininse önünde kenetlediği ellerinin başparmaklarını birbirinin etrafında çevirdiğini anımsadı. Annesi parmaklarını ileriye doğru mu yoksa geriye doğru mu çeviriyordu? “Ne önemi var?” dedi. Kendisiyle konuşmayı seviyordu. 

Girişte eskiden gösterişli olduğu anlaşılan, üstünde kalan birkaç kararmış fanusuyla kendini bile aydınlatamayan bir avize asılı yüksek tavanlı bir sahanlık vardı. Mermer zeminindeki çukurlaşmış yerlerden nerelere en çok basıldığı anlaşılıyordu. Aynı yerlere onlar da bastılar. İki kanatlı camlı bir kapıdan geçerek, ucuz ahşap sandalyelerin çevrelediği otel lobisini andıran bir yere girdiler. Sol köşede üstünde portakal ve elma kabukları olan bir gaz sobası duruyordu. 

Yorgun yüzlü kadın ve erkeklerin olduğu bol sigara dumanlı bir yerdi. “Herkes benim gibi uykulu, kimsenin acelesi yok” diye düşündü. İmparatorluğun payitahtına yakışan adıyla seslenilen, onlara “Çocuklar hoş geldiniz” diyen, beyaz yüzlü kadınsı tavırlı uzun boylu şişmanca bir adam etrafta dolanıyordu. Malumatfuruş oğlanın “Buna meydancı denir” sözüne içerleyerek, “Onu biz de biliyoruz” dedi. Orada acelesi olan tek kişi bu adamdı. Zeki’nin derinden gelen sesini duyunca portatif pikabı gördü. Yârim İstanbul’u Mesken mi Tuttun, çalıyordu. “Bu, şarkı mıydı yoksa türkü müydü?” Aynı plağı babasıyla aldıkları günü hatırladı. Plağın arka yüzünde Neden Kaçtın Uzaklara olduğunu anımsayınca, iki şarkının birbirini tamamladığını daha önceden fark etmemiş olması garibine gitti. 

Pikabın yanında arkası yastıklı üstü minderli bir sandalyede yaşlı bir kadın oturuyordu. Meydancı, bir kadın ve mutlaka sigara içen bir adamla yukarıya çıkıyor, bir süre sonra iniyor, yaşlı kadının yanına gidiyordu. “Aldığı parayı ona veriyor. Başka ne olabilir ki?” dedi. Kadın bazen kalkıp yanındaki karanlık koridorun içinde bir süre kaybolup geri geliyordu. Önceden öğrenmişlerdi, kapıda bekleyen adamlara da sormuşlardı: Evet rakam doğruydu. İçinde günlüğünü tutmak için kullandığı İş Bankası'nın takvimli defterinin de olduğu açık kahverengi cüzdanında daha önceden hiç bu kadar para taşımamıştı.

İki arkadaşıyla gelmişti. Birincisini liseden beri tanıyordu: Bol Saçlı'ydı. Hayatı boyunca bol saçı olacağı izlenimi veren, soru sorulmadıkça konuşmayan biriydi. Onunla olduğu zamanlarda kendini bir sessiz filmin içinde yaşıyor gibi hissederdi. Ötekisi: Her Şeyi Bilen'di. Fatih burunluydu. Fakültenin bodrum katındaki sigara dumanlı kantininde tanışmışlardı. Fizik kimya deneylerini hiç kirletmediği beyaz önlüğüyle hep en önce bitirir, karşı kaldırımdaki plakçıların çaldığı şarkıların ulaştığı küçük kimya amfisinde sınıfın tek kızının yanına oturmaya gayret eder, merhaba dışında ancak birkaç kelime konuştukları kahverengi deri etekli saçları kısa at kuyruklu her an aybaşı ağrısı çekiyormuş gibi gözüken kız için “İlerde üçümüzü birbirimize düşürecek ve sonunda onunla ben evleneceğim,” derdi. Hemşerisi olduğunu söylediği iki kardeşle birlikte kaldığı eve gittiğinde, üzerinde balıkçı yakalı kazağı, “Bunları okudum, bunları da bu hafta içinde bitireceğim,” diyerek başucunda duran hepsi yasak hepsinin kapağı düz tek renkli kitapları, piposunu o anda yakarak göstermişti. Her konuda bilgisi olan ve fikir yürütebilen bu oğlan ancak dilindeki rekâket ortaya çıktığı zaman tahammül edebileceği bir insan hâline geliyordu. 

Meydancı çay ikram etmek istedi, almadı. Saçlarının başlangıç çizgisi neredeyse kaşlarına kadar inen Bol Saçlı da almadı. Her Şeyi Bilen teklifsizce kabul etti; fazladan aldığı, ilki gibi kırmızılı beyazlı kahvehane çay tabağının içindeki, ikinci çayı yanındaki sandalyenin üstüne koydu. Kadınlardan birinin, “Hay aksi!” dediğini duydu; başını kaldırdı baktı, hangisinin söylediğini anlayamadı. Her Şeyi Bilen yerini kimseye sormadan helaya gitti geldi. Onun kendinden emin, “Ben bunu önceden de yapmıştım” diyen hâlini burada helaya gidişinde de görünce ilk fırsatta, bozuşmadan, arkadaşlıklarını “merhaba-merhaba”ya indirgeyeceğini düşünürken onun bir çocukluk arkadaşına benzediğini fark etti: Sümüğünü yiyen, üstüne gidince “Valla yemiyorum, ayakkabımın altına sürüyorum” diyen o çocuk gibi kafasının arkası dümdüzdü.

Boğazının yandığını hissetti: “Biraz hava almak istiyorum” deyince birlikte dışarıya çıktılar. Yakındaki tiyatroya gidenlerden başka kimsenin olmadığı caddenin ıslak karanlığı onları kucakladı. Her Şeyi Bilen, “Üniversite yine kapanırsa hiç şaşırmam,” dedi, öğleden sonraki çatışmaları “Fraksiyonlar …” diyerek anlatmaya başladı... Yürürken, tiyatronun önünden her geçişlerinde, gösterilen oyunun afişine bakıyorlardı. Farları gözlerini rahatsız eden bir 58 Chevrolet taksi yaklaştı, yanlarında durdu. Arabadan inerken şoföre “Yok tamam, üstü kalsın,” diyen adam onlara da şakacı bir tavırla laf attı. Ne dediğini anlamadı. Yanındaki kadının; tiyatronun ışıklarını yansıtan sol omzuna astığı kırmızı rugan çantaya, ışıkların dudaklarında çizdiği kavise, aceleyle kapandığı anlaşılan rengini çıkartamadığı küçük şemsiyeyi tutan sağ eline ve yüzündeki masum güzelliğe bu sırayla baktı. Kadın, “Nerdeyse saat on oldu, gecikmedik mi?” dedi. Adam, “Biliyorsun bunlar kabareci, geç gelsen de alıyorlar. Ben girer girmez ikimize de birer içki isteyeceğim,” diyerek karşılık verdi. Kadın, yüzündeki güzelliği pekiştiren pürüzsüz bir sesle “Söylemiştim diy mi, Metin bir çocukluk arkadaşımın abisi,” dedi. “Her gece yapıyorlar mı acaba?” diye düşündü. Her Şeyi Bilen, kararlı bir sesle “Yeterince volta attık; biz de ne yapacaksak yapalım,” dedi.


2

O sabah dışarıya çıktığında saçları hâlâ ıslaktı, başı yokuş boyunca üşüdü. Kardeş gibi birbirine benzeyen karıkocanın küçük pastanesine girdi. Her zaman olduğu gibi boştu. Orada, o sevdiği taburenin üstünde oturacak; Laleli ile Aksaray arasındaki yokuşta koşuşturan, yüzlerine bakarak hikâyeler yakıştırdığı, telaşlı insanları seyredebilecekti. Ballı süt istedi. Pastanenin çepeçevre aynalı duvarlarında karşı kaldırımın sınırını belirleyen adını bilmediği Tayyare Apartmanları'nı ve tarçın kokulu sütü hazırlayan adamın önden belli olmayan arkadansa iyicene dökülmüş olan saçlarını gördü. Yurt odasından sonra sokakta onu izleyen soğuk gri hava burada da ayaklarının altında dolanınca “Bu kış hiç bitmeyecek, boğazımdaki farenjit de beni hiç terk etmeyecek,” diye düşündü. Gece oda soğuk olmuştu, uyuyamamıştı. Okulun Mediko Sosyal’inde ona “İyi uyu istirahat et,” diyen doktorun verdiği şurubu içmeyi unuttuğunu fark etti. Adamın, “Başka bir şey var mıydı?” sorusuna, “Yok sadece bu. Boğazım ağrıyor, süt iyi gelecek,” diye karşılık verdi. İlkokul günlerinde sınıfta verilen süt tozuyla yapılan hiç sevmediği sütü ve balık yağı haplarını hatırlayınca kendini çok yaşlı hissetti. Tek tek bardaklarını yoklayan, balık yağı haplarını sırayla ağızlarına koyup “Yut bakiim,” diyen, bir seferinde farkında olmadan “Anne” dediği, şeker hastası öğretmenin: “Sütü ve balık yağını içince daha akıllı daha güçlü olacaksınız, bunları her sabah içtiğiniz ant kadar, vatanseverliğinizin bir parçası olarak görmelisiniz,” dediğini anımsadı. Kalkmak için acele etmedi.

İki saat kimya dersi vardı. Hasta gibiyim okulu asıyorum,” dedi. Yurda dönerken, güneşin bulutların arasından sıyrılması ve binalardan sonra mavili beyazlı ferah bir pike gibi uzanan Kumkapı açıklarındaki gemilerden gelen ıslık sesleri ona mutluluk verdi. Küçük caminin yanındaki merdivenlerden inerken kırağının sadece basamakların gölgelediği yerlerde kaldığını fark etti. Caminin demir parmaklıklı “Kedi umumhanesi” dediği bahçesindeki kedilere, irili ufaklı mezarlara baktı; küçük kavuklu olanların çocuk yaşta ölen şehzadelere ait olduğunu, kedilerin ayırt etmeden hepsinin üstünde düzüşüp hepsinin üstüne işediğini düşündü. Kendisini, ondan çocuk doğurmak için can atan cariyelerle sünnetinden birkaç ay sonra yatağa giren şehzade olarak düşlediği ve istediği kadar uzatabileceği hayallerini başlatacaktı ki güneşin kaybolmasıyla birlikte üşüyünce sevişme isteği kayboldu. 

Merdivenlerin bitiminde, birbirinin aynısı gibi gözüken sokakların kesiştiği açıklığa geldi. Şaşırmadan yurdun olduğu sokağa girdi. Yurtta kalmaya başladığı ilk haftalarda sokakları karıştırdığını anımsadı. Tül perdesi dışarıya savrularak apartmanın duvarına takılı kalmış bir pencereden gelen Arkası Yarın radyo tiyatrosu programının başlama müziğini duydu “Ona yirmi var,” dedi. Yurdun karanlık çalışma salonunda pencereden gelen kırık ışığı sevdi. Terasta ipe mandallanmış çamaşırları saydı: “Üç don dört fanila iki tane de havlu asmışlar,” dedi, köşeye sürüklenmiş çorapları gördü. Bıraktığı masada dün akşamdan beri onu bekleyen romanın kapağına baktı: Birkaç yıl önceki hâline benzeyen resimdeki çocuğun üstünde tuğla rengi bir kazak vardı. Romanı kaldığı yerden okumaya devam etti. Kitapta ilerledikçe iyi kapanmayan teras kapısından gelen soğuğu daha çok hissediyordu.

Öğle yemeği için Süleymaniye’nin karşısındaki, üniversitenin öğlenleri açık olan yemekhanesine gitmek için yurttan çıktığında, başlayan rüzgârla birlikte, hava ona daha da soğumuş gibi geldi. Fazıl Hüsnü'nün kitabevinin önünden geçerken kirli vitrinindeki, bir kartona el yazısı ile yazılmış, önceden okuduğu şiiri bir daha okudu. Masamsı alışveriş tezgâhına yaydığı gazeteyi okurken başını kaldırıp gözlüklerinin üstünden ona bakan şairin yüzünde belli belirsiz bir tebessümün olduğunu gördü. Sivas Yurdu'nun önünden geçti. Birkaçının duvarına kireçle “Buraya işeyen eşşek” yazılı, yalnızlığa terk edilmiş yaşlı insanlara benzettiği, cumbalı bakımsız, koyu kahverengi ahşap evlerin arasındaki taş kemerli yoldan yürüdü. En baştaki evin penceresinden ona el sallayıp öpücük gönderen kadın aklına geldi. “Kapısını çalsaydım...” diye düşünürken, yurttaki bir oğlanın O kadını herkes biliyor, dediğini hatırladı.

Sigara dumanlı uzun koridorda, yan yana sıralanmış pencerelerden camiyi seyrederek bekleyeceği yemek kuyruğundaydı. Sürekli gülüşen, birbirlerinin kolunu çekiştirerek kızları nasıl kestiklerini anlatan yanındaki gruba baktı: Konuşmalara katılmayan çocuksu oğlanı, oradaki hiç kimseye benzemeyen duruşunu kıskanarak, görmemeye çalıştı. Öteki üçünün; kravatları, ceketlerinin sol yakasındaki fakülte rozetleri, alınlarındaki kimisi kahverengi noktalı sivilceleri ve onları ele veren göz altlarındaki gri gölgeleriyle; fazlasıyla liseli gibi durduğunu düşündü. Kravatı da rozeti de olmamalıydı. Yemekte en çok piyazı sevdi. İki hafta önce yemekten sonra nasıl hastalandığını “Piyazdandı” dediğini anımsadı. “Portakal yerine keşke şekerpare olsaydı” diye düşünürken o âna kadar duymadığı yemekhanenin gürültüsünden çok rahatsız oldu. Kasıntı İngilizce okutmanının dersine gitmek istemedi, yurda döndü. Heladaki aynada gözlerinin altına baktı: “Aynı onlarınki gibi,” dedi. “O oğlan sanki hiç yapmıyormuş gibiydi ama o da mutlaka yapıyordur,” diye düşündü. Elindeki inatçı portakal kokusunu sevdi. Odada kravatını ve rozetini çıkardı: Evet, hayatında ikisine de yer yoktu. Onu bekleyen çalışma salonuna girince duvarlara yapışmış yağlı sigara kokusunu hissetti. Teras kapısını açtı, “Çamaşırlar toplanmış, çoraplar da gitmiş,” dedi. Kitabın yerinin oynadığını görünce, romanlarını ödünç alan çocuk aklına geldi.

Lisedeyken okuduğu bu romanı yurtta yeniden okurken kendini evde, içindeki çocukları Cevdet'i işportacı Kosti'yi sübyan koğuşundaki Hasan'ı, yanında gibi hissediyor; onların konuşmalarına katılmak hoşuna gidiyor; içinden çıkamadığı hayallerinden yemin etmesine rağmen yaşayacağını bildiği pişmanlıklardan uzaklaşıyordu. Oturduğu sandalyenin katı soğuğunu bir türlü kıramamıştı: Üşüyünce okumaya ara verdi. Lisedeyken okula her gün, pantolonu parlamasın diye, getirip götürdüğü koyu kırmızı üstü siyah benekli içi süngerli minderi evde bıraktığı için kendine kızdı. Birkaç defa nefes tutma rekorunu geçmeyi denedi, beceremedi. Lisedeki rekorunu, buraya geldikten sonra birinci hafta içinde sekiz saniye geçerek kırdığını düşünürken üzerindeki pantolonun lise rekoru sırasında giydiği pantolonun paçaları uzatılmış hâli olduğunu fark etti. Cumartesi günü gireceği fizik sınavı aklına geldi. İşledikleri son konuyu hatırlayamadı. Romanı okurken denizden gelen ıslık seslerinden Kumkapı açıklarındaki gemilerin kıyıya yanaşıp uzaklaştığını anlıyordu.

Yurdun arkasındaki açıklıkta top oynayan okuldan dönen çocukların bağrışmalarını duyunca, “İnsan içine karışmalıyım,” dedi. Koridorda ayak kokusu olmamasını yurdun hafta içindeki sıcak su günü olmasına bağladı. Ardından “Bu saatte zaten hiç kimse yok ki,” dedi. Boynuna sardığı atkının yumuşaklığını sevdi. Sahaflara gitmek için yurttan çıktı: Orada tanımadığı insanların arasında, ayaküstü bazen de uyduruk bir peykenin üstüne oturarak, kitap okumayı seviyordu. En sevdikleri üstünde notlar yazılı olanlar; içinden mektup, kartpostal, Saatli Maarif Takvimi yaprağı, nikâh davetiyesi, reçete, hastane ziyaretçi kartı, o biçim fotoğraf gibi akla geldik gelmedik şeyler çıkanlardı. Okumaya devam edeceği kitapları bir sonraki gelişinde de bulabilmek için üst rafların arkalarına saklar, bir dükkânda uzun süre kaldım duygusunu yaşarsa bir başkasına geçerdi.

Yürürken sahaflarda okuduğu bir romanı anımsadı: Sıradan iki insanın, mutsuz evliliklerinden kaçarak sığınmaya çalıştığı aşkı anlatıyordu. Romanda hiç o şekilde bahsedilmemiş olsalar bile onlara “iki sevgili” diyebileceğini düşündü: Adam, bir bakanlıkta memurdu, iki çocuğu vardı, tutkuyla başladığı evliliği anlamsız bir beraberliğe dönüşmüştü; kadın, üvey babalı bir evden kurtulmak için yaptığı evliliğinde kendinden yaşça çok büyük olan kocasıyla, hiç bitmeyecek gibi gözüken benimseyemediği bir hayatı sürdürüyordu. Adam bir sabah işe giderken, bulaşık yıkamakta olan kadını perdesi aralık mutfak penceresinden rastlantıyla görüyor ve her nasılsa o kısacık anda göz göze geliyorlardı. İzleyen haftalarda, eşleriyle geldikleri sinemada uzaktan bakışmaları; pazarda bir portakal tezgâhının başında yan yana gelmeleri ve kadının, satıcıdan çok adamın cevap vermesini isteyerek, “İyi mi,” diye sorması ve adamın bu isteği biliyormuşçasına “Fena değil galiba efendim,” demesiyle üç beş kelimeyle konuşmaları; bir resim sergisinde karşılaşmaları, ikisinin de tanıdığı ressamla birlikteyken içinde “Evet komşuyuz,” geçen birkaç cümle sarf etmeleri: Her şey bir dizi küçük rastlantıydı. Ve adamın kadına bir mektup yazması, bir parkta buluşmaları... Anlatılanların geçtiği yerler: Evlerinin yakınındaki lise, pencereden bakınca gördükleri ilkokul, gittikleri sinema... Hiçbirinin adı verilmiyordu ama hepsi Ankara'da bildiği yerlerdi. İki sevgili, romanın sonunda; aileleriyle birlikte tatil için geldikleri, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği İstanbul'da, Sarayburnu'nda buluşuyor ve adamın bir arkadaşına ait olan garsoniyere gidiyorlardı.

Sarayburnu'nda buluştukları pastane gerçekten var mıydı? “Romanda geçen Ankara'daki her yer gerçekten olduğuna göre neden olmasın?” demiş ve ilk arayışında bulmuştu: Çardak altıyla, her şeyiyle tam gözünde canlandırdığı gibiydi. Birkaç gün önceyse, yurdun hafta sonu kalabalığından kaçmak için erkenden geldiği Beyoğlu'nda, garsoniyer olarak kullanılan romandaki evi ararken bulmuştu kendini: Amerikan sigarası tombalacılarının ellerinde torbalarla, kapalı mağazaların önünde çömelip Birinci sigarası içerek sessizce müşteri bekledikleri puslu bir pazar günü sabahıydı. Kolları birbirinin omzunda yürüyen, ikiz kardeş oldukları anlaşılan iki oğlanın, buharlı ağızlarıyla anlamadığı bir dilde, bomboş sokaklarda yankılanan yeni ergen sesleriyle söyledikleri ilâhiye benzeyen şarkılarının peşinden gitmiş, çocuklar çıkmaz bir sokağa girince kaybolduğunu anlamış, onları izlemeyi bırakarak severek benimsediği bir serüven duygusunun içinde, adamla kadının gittiği garsoniyeri aramıştı. Cihangir'e inen bir sokağın merdivenli bitimindeki, takip ettiği çocukları çağrıştırmasıyla ona bir işaret gibi gözüken, birbirinin aynısı iki binanın önüne gelince, sağdakinin açık kapısından içeriye girmiş; her katta tek dairesi olan, toz ve kavrulmuş soğan kokan dik merdivenlerin sonundaki iki daireli avluya gelince ikiz apartmanların birleşik tek bir bina olduğunu anlamıştı. Aradığı garsoniyerin, karşısında durduğu iki kapıdan birinin ardında olabileceğini düşünmek ona heyecan vermiş; açarlarsa, gazetede bu evin kiralık ilanını gördüğümü söylerim diyerek; ısrarla zillerini çalmıştı. Romandaysa, adamla kadın geldikleri evde tereddütlü, “Madem buraya kadar geldik yapmaya mecburuz,” dercesine, ardından yaşayacakları vicdan azabının korkusu içinde, beceriksizce öpüşürken kapı çalıyor; nefes almadan bekliyorlar, “Yanıldık. Aşk değildi bu...” diyerek bir daha görüşmemek üzere ayrılıyorlardı. Hatırlıyordu, “Sevişmelerini ben önledim,” diye kendine kızmıştı o gün.

Caminin yanındaki merdivenlerden çıkarken o kadınla erkeğin serüvenini ve yaşanması için kendini bekleyen hayatı düşünüyordu: Başka isimlerle birçok kez tekrarlanmış, bütün ayrıntıları önceden tanımlanmış, yaşanmasıyla hiçbir fark yaratmayacak bir hayatın onu beklediğini hissetti. “Onların hayatında hiç olmazsa hayal ettikleri bir aşkın peşinde koşmanın heyecanı vardı,” dedi. Yokuşun sonuna yaklaştığında, okul sonrasının neşesi içindeki, Fransızca konuşan bir erkek çocuk grubunun yanından geçiyordu. Oğlanlar, çift başlı gibi gözüken, birbirini ters yönde çekiştiren iki sokak köpeğini gülüşerek seyrediyordu. Afacan bir çocuk sesinin, “Hey bunların ikisi de erkek” dediğini duydu. Artan yaygaraları onu hayallerinden uzaklaştırdı. 

Sahaflara gitmekten vazgeçti. Tayyare Apartmanları'nın önünden; Aksaray'a doğru peş peşe sıralanmış şehirlerarası otobüslerin parlayan camlarının arkasındaki yüzlerini seçemediği yolculara bakarak yürüdü, onların yerinde olmak istedi. Valide Sultan Camisi’ni geçtikten sonra sola döndü, yokuşa yöneldi. Kristal Sineması'na girdi. Sinema salonunun kapıları henüz açılmamıştı. Filmin afişi ve sevişme sahnelerinin olduğu vitrinin önünde acemice sigara içen, okul çantalarıyla itişerek şakalaşan oğlanları görünce, astarının arkasında gizli bir yeri olan ortaokul çantasını anımsadı. Kapıların açılmasını izleyen gong sesiyle birlikte içeriye girdi.

İkinci kez seyrettiği filmin görmek istediği sahneleri bitince, “Keşke yurtta kitaba devam etseydim, üstelik en güzel yerindeydim,” dedi: Romanda kaldığı yerde Cevdet'le, Kosti'yle, Hasan'la hep Amerika hakkında konuşuyorlardı. Orada hepsi kovboy olacak, “Manitu” diyen Kızılderililerle ve kötü beyazlarla savaşacaklardı. Sonunda Kızılderililerin aslında iyi olduğunu anlayacaklar, onlarla barış çubuğu içip dost olacaklar, bütün kötü beyazlarıysa kıskıvrak yakalayarak “Wanted” ilanlarındaki haydut yüzlerinin her birinin üstüne kocaman bir çarpı işareti koyacaklar; verilmek istenen ödülleri de “İnsanlık öldü mü?” diyerek kabul etmeyeceklerdi. Kasabada herkes onları çok sevecek, gitmeyin diye yalvaracak; kasabadan ayrılamayacaklar; halk onu şerif olarak seçecek, “Siz daha çocuk sayılırsınız” denilen arkadaşları da yardımcısı olacaktı. Kasabada yeni tanıştıkları sevgilileriyle dördü de gece gündüz hiç durmadan sevişecekler, sevgilileri onlara “Göründüğünüz kadar da çocuk değilmişsiniz” diyecekti. Kötü adamlarsa onlardan korkup artık kasabaya gelemediği için macerasızlıktan sıkılacaklar, Yedi Silahşörler filminin müziği çalarken yeni serüvenlere doğru atlarını süreceklerdi. Maceralarının ikinci bölümünde, dördü de hamile olan sevgilileri, onların arkasından gözyaşı dökecek; hepsi aynı gün altın perçemli birer oğlan doğuracak; sapsarı saçlı, masmavi gözlü bebekler büyüyünce simsiyah saçlı olacak aynı babalarına benzeyecekti. “Dünyanın dört bucağında maceralar yaşadıktan sonra kasabaya döndüğümüzde herkes bizi büyük bir sevinçle karşılayacak; utanarak yanımıza gelemeyen oğullarımızı hemen tanıyıp kucaklayacağız” diye düşündü. Sevgilileri onlara “Ne kadar kuvvetli olmuşsun” diyecek; gece olunca bir daha, bir daha, bir daha ve bir daha sevişecekler; hepsinin sevgilisi o gece yeniden yeniden yeniden ve yeniden hamile kalacak yandaki odada uyuyan oğullarına sesleri gidecek diye çekinecek, sabahleyin de anlamış olduklarını düşünerek çok utanacaklardı. Romandaki çocuklar “Sevişmek mi Amerika mı?” diye soruyorlardı, hangisini seçeceğini bilemiyor, sonunda “Amerika’da sevişmek” deyince bu cevabını hepsi çok beğeniyordu; “Amerika’da da evi özleyecek misin?” diye sorduklarında “Orada özlemem” diyordu. Filmdeki kadının, çok güzel tebessüm eden ve o anlarına başka kadınları da katmak isteyen romandaki sevgilisine benzediğini fark etti. 

Sinemadan çıktığında havanın hâlâ aydınlık olmasını sevdi. Üşüyünce, birkaç gün önceki mart karını; durmadan sigara içen genç matematik doçentinin Kerim Erim Amfisi'ndeki dersi sırasında pencerelerden içeriye girmeye uğraşan matematik meraklısı sırnaşık kar tanelerini ve Beyazıt Camisi'nden gelen ergen oldu olacak bir erkek çocuğu tarafından okunuyormuş hissini veren ezan sesini anımsadı: “Ezanı okuyan mutlaka çocuktur, gusül abdesti almaya yeni yeni başlamıştır ve her sabah gusül abdestini teyemmümle tazeliyordur,” diye düşünmek hoşuna gitti. “Öteki işi mutlaka yapıyordur, teyemmümü ben yakıştırıyorum,” dedi. Vezneciler'e doğru sola saparken, köşe başındaki Seyidoğlu Baklavacısı'nın hepsi boşalmış tepsilerini üst üste koyarak kaldıran kasiyerine ve duvardaki “Her baklava tepsisinin kenarı vardır” yazısına baktı. Işıkları sönmüş Hasanpaşa Fırını'nın önünden geçti. Üniversitenin caddeye inen merdivenlerinin karşısındaki lokantaya girdi. Tanıdığı garsonun masasına oturdu. Tas kebabı ve pilav istedi. “Tatlı ne var?” diye sordu. Yemekten sonra hayatında ilk defa bahşiş verdi, garsonun şaşırdığını anladı. Dışarıya çıkınca rüzgârın getirdiği deniz kokusuyla birlikte lokantanın yanındaki kapanmak üzere olan bakkala girdi. Fakültenin, önündeki herkesi önemsizleştiren, mermer sundurmalı kapısına doğru yürürken boğazının yanmasıyla doktorun verdiği şurubu gün boyu hiç içmediği aklına geldi. Kepenkleri inmiş baklavacıya bakarak gelmelerini bekledi. Peş peşe başlayan ezan seslerinin içinde o çocuğun okuduğunu aradı.

Bol Saçlı, kaldığı yurttan, Vezneciler tarafından geldi. Konuşmadan selamlaştılar. Aksaray'dan gelen Her Şeyi Bilen, “Meydandaki inşaatın yanından geçerken molozların arasında az kaldı düşüyordum” dedi. Plakçılardan Özdemir Erdoğan'ın “Duyduk duymadık demeyin” diyen sesinin geldiği yolun karşı tarafına geçtiler. Koska Helvacısı'nın gölgelerini kaldırıma düşüren bol ışıklı vitrininin yanından duraklara doğru yürüdüler. Marmara Sineması'nın önündeki dolmuş kuyruğunda beklerken üniversitenin büyük bahçe kapısının ardında puslar arasında belli belirsiz seçilen Beyazıt Kulesi'ne, yanan lambalarını görmeden, baktı: Kirli yuvarlak duvarlarına, sadece kendisinin bulabileceği şekilde kurşun kalemle adını yazdığı, üç basamağı anımsadı. “Cumhuriyet, yarının gastesi perşembenin gastesi, 26 Mart'ın gastesi”, “Makaryos'u yazıyor... Üniversitedeki hadiseleri yazıyor” diye bağıran, sol elinin tersiyle burnunu silen gazete satan çocuğun burnunda tomurcuklanmaya başlayan sümük baloncuğunu gördü. Dolmuş kuyruğunda önünde duran, “Anne çişim geldi çişim geldi” diye sızlanan paltosu bol oğlanla onu alçak sesle “Çükü kopasıca sabret biraz” diye azarlayan annesinin konuşmalarını dinlemeye çalıştı. Skoda dolmuşta sigarasından son bir nefes çekip dışarıya atan şoförün yanındaki boş yere oturdu. 


3

Elektrik ocağıyla ısıtılan odadaydı. Merdivenlerden çıkarken zaten hiç içmediği sigarayı içmemişti. Emindi, duyduğu ad asıl adı değildi. Bir şey söylemiş olmak için “Talebeyim” derken solcu olduğu için profesör olamadığı söylenen yaşlı fizik doçentini anımsadı: Üniversitede derslerin başladığı ilk gündü; birinci sınıf öğrencilerinin aldığı dersin yapıldığı konferans salonu çok kalabalıktı. Ahşap oturma sıralarının dizili olduğu salonda; orada gördüğü bütün oğlanların gözlerinin altının kopkoyu gri olduğunu düşünürken, bir an kendi kendine konuştuğunu sanmış; yanında oturan, belli etmemeye çalışarak burnunu karıştıran suratı sivilce istilasına uğramış, sarı saçlı kalın gözlüklü oğlana bakmış ve göz göze gelmiş, ona “Bir şey mi dedim?” diyemediği için “Bir şey mi dedin?” diye sormuştu. Yaşlı doçentin, o gün derse başlamadan önce, onları nasıl payladığını, kendilerine bu imkânı sağlayan fakir millete karşı ne kadar nankör olduklarını söylediğini ve ardından da “Siz öğrenci değil talebesiniz: Siz bilgi talep edensiniz,” dediğini hatırladı. Acıktığını hissedince “Belki odaya çıkarken çiğnemeye başladığım sakız acıktırdı,” diye düşündü. Aşağıda, içinden “Şu mu”, dışından “Sen mi?”, yoksa “Siz” mi?” demişti; odadaki elektrik ocağının telleri odaya girdikten sonra mı kızarmıştı, yoksa girdiğinde mi öyleydi? Hatırlayamadı. İsten kararmış perdeleri sımsıkı kapalı yüksek tavanlı odaya nasıl girdiğini de hatırlayamadı.

 Hayalindeki kadınları düşündü, “Yaşadıklarım ne kadar farklı” dedi. Kendisiyle olduğu zamanlarda; zayıf ince uzun ne çocuk ne de tam erkek vücuduyla seviştiği kadınların her biri ondan, onun süt gözlerinden, siyah perçemli- altın perçemli- kızıl perçemli ve bütün öteki renklerde perçemli bin oğlan çocuğu doğurup hemen yeniden hamile kalmak istiyordu. Ona çocuk doğurmak için sahip oldukları her şeyden vazgeçen bu isimsiz kadınlarla olan bitmesini hiç istemediği hayallerinin olur olmaz anlarda olur olmaz yerlerde göründüğünü anımsadı. Bu kadınlarla olan sevişmelerini:

Yurdun İpana diş macunu, beyaz Hacı Şakir ve yeşil Reksona sabunu, ıslak havlu, rutubetli banyo, kirli paspas ve ayak kokan fersiz lambaların aydınlatamadığı koridorunda; 

Yurt odasının penceresinden oynadıklarını gördüğü çocuk sesli erkek çocukların biçare tiryakisi oldukları pişmanlıklarını ve yakalanma telâşlarını barındıran yatak odalarında; 

Vezneciler’in ağzındaki bodrum katında, kaşarlı tost, yanmış Sana yağı, Bafra sigara dumanı ve Filiz çayı kokan fakültenin kantininde;

Kerim Erim Amfi'sinde integrallerin türevlerin ve limitlerin içinde;

Terfisi gecikmiş küskün bakışlı fizik doçentinin dersinde, Üniversite’nin konferans salonunda kimsenin olmadığı en arka sırada hep aynı yerde;

Yenikapı açıklarında, yaşadığı hayalin içine girdiği ve çıktığı girdiği ve çıktığı, denizde;

Haliç’e karşı, Süleymaniye’ye bakan yemek kuyruğunda; 

Akşamleyin kocası eve gelir gelmez dökünecekleri sıcak suyu hazır ederek bekleyen, hemen çocuk doğurmak isteyen yeni gelinlerin çeyiz sandıklarının üstünde; 

Taksim’e giderken otobüsten gördüğü Boğaz’ın her dem genç atak sularında; 

Dolmabahçe Sarayı’nın her şeyin nihayetinde huzura kavuşmuş sessizliğinde;

Tanımadığı nefeslerle dolu ketum duvarlı otel odalarında;

Beyazıt Kulesi’nin on ikinci, yirmi birinci ve elli birinci küflü ahşap basamaklarında; 

Hamamların her türlü lekelerinden arındırılmış ve her türlü lekeye hoşgörüyle hazır sımsıcak sevecen göbek taşlarında; 

Mart ayının kar serpintileri arasında, ağzından çıkan buharın ısıttığı, çırılçıplak gökyüzünde;

Şairlerin sarıya kahverengiye ve öteki renklere boyadıkları bazen de renklerini değiş tokuş ettikleri haftanın bütün günlerinde onlara ılık kirpikleriyle dokunarak, yurt odasında yatağının karşısındaki duvarda, capcanlı yaşıyordu. 

İsli perdeli odanın sevişmelerini yaşadığı yerlere hiç benzemediğini düşündü. Omuzları üşüyordu. “Soğuk olmasa da üşürdüm,” dedi. Bilmediği tanımadığı odadaki çıplaklığını yadırgadı. Olması gerektiği gibi miydi? Çocukluğunda “Sevindiğim zaman büyüyor” dediğini hatırladı. Kadının sorusuna “Evet” diye cevap verirken, yaşadıklarını garipseyerek kadına baktı; ona hiç benzemeyen seviştiği kadınlar yeniden aklına geldi: “O da benim gibi midir acaba?” diye düşündü. Hiç durmayacak gibi uzamaya devam eden boyu, ince kolları, zayıf bacakları, kaburgaları sayılan vücudunun başlangıcını ve sonunu tanımlayan her zaman dibinden kesilmiş beyazı neredeyse hiçbir zaman olmayan el ve ayak tırnaklarıyla acaba onun hayalindeki erkeklerden birine benziyor muydu? Kadının tırnaklarına baktı, sol ayağının üstündeki kızarıklığı gördü: “O kızarıklık ne?” diye sordu. Kadın “Yeni oldu, çay döküldü,” dedi. “Acıyor mu?” Kadın, “Bilmem, geçti galiba... belki ona da alıştım,“ dedi.

Oda karanlık değil miydi? Bunları nasıl görebildiğini açıklayamadı. Atkısını boynuna doladıktan sonra dışarıya çıktı. Merdivenlerden inerken kapıyı açık bıraktığını hatırladı. Geri döndü, kapıyı kapatırken “Sayısız süt gözlerimle, bu kez onları bambaşka bir şekilde aldatarak, kendi sonsuzluğumu bu odada da aradım mı?” diye sordu. 


4

Aşağıya indi. Kendini farklı bir yerdeymiş gibi hissetti. Bol Saçlı bir şey söylemedi. Ötekiyle “İyiydi” dışında bir şey konuşmadılar. Meydancı, “Çocuklar bir gün de bana gelin, yer içer eğleniriz,” diyerek üçünün peşi sıra çıkış kapısına kadar geldi. Ayakkabılarının hemen tanıdığı mermer zemindeki çukur yerlere basarak karanlık caddeye çıktılar. Her Şeyi Bilen “Bunlar kadını yaparken kendini yaptırır,” dedi. Onu, adamla, o hâlde düşünürken “İnşallah içine düşer bir daha da çıkamazsın,” diyerek gülümsedi. Yokuşu çıkarken gördüğü, birbirini ters yönde çekiştiren sokak köpeklerini ve onları seyreden yaygaracı çocukları anımsamak tebessümünü belirginleştirdi; aklından geçenleri anlarcasına ona bakan Bol Saçlı da gülümsedi. Yarın bir bahane bulup her şeyi bilen oğlanla arkadaşlığını bitirmeye, aralarındaki merhabayı da silmeye karar verdi. Evet biliyordu, bitirecek... silecekti. Onunla ilgili olan hiçbir şeyi hatırlamak istemiyordu. İmkânsız mıydı bu... onun için kullandığı “Malumatfuruş” kelimesini babasından öğrendiğini anımsadı. “Rekâket’i” de, “leyli’yi” de, “meccanen’i” de, “istimna’yı” da diyerek babasından öğrendiği kelimeleri saydı; babası için sözcükler değil kelimeler vardı. Hayır, istimnayı babasından değil; ortaokuldayken, okul çantasının astarını kesip altına sakladığı, sahaflardan aldığı kitaplardan öğrendiğini hatırladı. 

Babası mektubunda “Ben meccanen leyli okudum, sen de leyli sayılırsın” diye yazmıştı: Biliyordu meccani okumuyordu. Babasının, ona gönderdiği paraları nasıl harcadığını bilse, ne diyeceğini düşündü; buna ağzındaki, kokusunu artık alamadığı, sakızı da dâhil etti. “Bir fizik veya kimya deneyine sonuç yazarcasına bugünü özetlemem istense hiçbir işe yaramayan sakızdan da bahsederim ‘Deney malzemesi listesinden çıkartılmalı’ diye bir cümle de eklerim,” dedi. Harcamalarını da not ettiği günlüğüne yazacaklarını sıraladı: “Süt, öğle yemeği, sinema, akşam yemeği (şekerpareli), bahşiş, Golden sakız, dolmuş”. Bunların karşısına koyacağı sayıları düşündü: “80, 200, 175, 600, 65, 25, 100”, sonuncusunun yanına kuruş kelimesini de ekleyecekti. Aklında yazması gereken öteki sayı ve içini boş bırakarak çizeceği “Yıldız” da vardı.

Acıktığını yeniden hissetti. Saray’a gidip şambaba yeme fikrini önce söyler gibi oldu, sonra vazgeçti; geç olmuştu. Rüzgâr vardı, heykelin yanından geçerken daha da kuvvetlendi, sonra aniden kesiliverdi. Park tarafındaki durakta bekleyen adam, “Az önce ben de kaçırdım çocuklar,” dedi. “Bir sonrakinin gelmesi en az yarım saat sürer,” diyen Her Şeyi Bilen'i adam evetleyince oğlana bu sefer daha da çok kızarak baktı. “İyi kar yağacak,” dediğini duyunca “Şimdi saçmalıyor,” diye düşünerek rahatladı. Her Şeyi Bilen “Beklemektense yürüyelim,” dedi.

Yürümek hoşuna gitti. Gümüşsuyu'ndan denize doğru inerken bir apartmanın ağaçlıklı karanlık bahçesine girdiler. “Bizi burda gören mutlaka görmemezlikten gelir,” diye düşündü. Her Şeyi Bilen, gecikmiş olsalar bile yaptıkları şeyin iyi olacağını söyledi. Onlar her zamankinden farklı bir şey yapıyormuşçasına ciddileşince o da ciddileşti, sonuna doğru başı titredi. Nereden geldiğini anlayamadığı köpek seslerini ve bekçi düdüğünü duydu. 

Konuşmuyorlardı. Aklında cumartesi günü gireceği fizik sınavı vardı. Hiç hazır değildi. Etraf yine kaynıyordu. Okul yine kapanır mıydı? Terden ıslanmış fanilasının deterjan kokusunu hissedince, yurtta elinde yıkadığı çamaşırları iyi durulamadığını düşündü; sırtı kaşındı. Son birkaç yıldır, terinin kokmaya başladığını biliyordu. Terlemişti ama ter kokmuyordu. Mutsuz ve endişeli olduğu anlarda terinin koktuğunu anımsadı; bir deneyin sonucuna açıklamak istercesine “Ne zaman ter koktuğum konusunda yeterli gözlemim var,” dedi. Üniversiteyle birlikte hayatını hiç bitmeyecek bir deney gibi görmeye başlamıştı: Laboratuvarlarda, önceleri hocam, sonraları adlarının peşine abi-abla kelimesi ekleyerek hitap ettikleri asistanların deneyler sırasında kullandığı “hipotez, gözlem, sonuç” kavramlarını günlük yaşantısına getirmeye çalışıyordu. “Şu andaki durumumu değerlendirince, nesnel olarak bilimsel anlamda mutsuz olmadığım ortaya çıkıyor,” diye düşündü. “Sabah yıkanmış olmam yanlış çıkarım yapmama yol açıyor olabilir mi?” diye kendini sorguladı. Sınav günlerinde aynı gün yıkanmış olsa bile ter koktuğunu anımsadı. “Demek ki önyargısız bilimsel anlamda mutluyum,” dedi. Ardından “İlk çıkarımım doğru. Mutlu olduğum söylenemez, mutsuz olmadığım söylenebilir,” diyerek kendini düzeltti. “Yurda giremeyip de dışarda kalırsam işte o zaman mutsuz olacağım,” dedi.

Yurdun aldırış edilmeyen bir sürü kuralı vardı; ancak giriş kapısı hep belirtilen zamanda kapatılıyordu: Geç kalırsa, kapıcı dairesinde oturan aileyi uyandırması gerekecekti. Yurdun her işine koşturan bu ailenin tek çocuğu, çalışma salonunda yanına gelir çözemediği matematik problemleri için yardım etmesini ister; kitaplarını ödünç alır; okuduğu romanlardaki acıklı yerleri atladığını, sevdiği yerleriyse birkaç kez okuyarak içindeki insanları mutlu etmeye çalıştığını söylerdi. Bu oğlan için, başka çocuğu olmadığı hâlde, Tekne kazıntısı diyen adamın ona güler yüzle kapıyı açacağını geç kalışını yurt müdürüne söylemeyeceğini düşündü. 

Yüzüne düşen kar tanesiyle birlikte tüm vücudunun üşüdüğünü hissetti. Burnu kaşınarak aktı. Burnunu silerken gözlerini kapattı. Mendilini cebine koyarken her burnunu silişinde gözlerini kapattığının ilk kez ayrımına vardı. Yurda gecikirse terden ıslanan fanilasını değiştirmek için çamaşırlarını el yordamıyla kapısı gıcırtılı dolabın içinde bulmaya çalışırken odadakileri uyandıracağını düşündü. En küçük seste ayaklanan odadaki kız yüzlü oğlanın yurttaki iki sınıf arkadaşına güvenerek; “Uyandırdın hepimizi!” diyerek posta koyup, babacan tavırlarla parlak oğlanlardan makas almak için fırsat kollayan, yurt müdürüne geç gelişini gammazlayabileceği aklına geldi: Tatsızlık çıkma ihtimali hiç hoşuna gitmedi. “Yarın...” diye başladığı cümlesini tamamlamadı; ağzındaki sakızı sol eline aldı, kurtulmak istercesine sağ eliyle denize savurdu.

Bol Saçlı saatini gösterince daha hızlı yürümeye başladılar. Galata Köprüsü'nün sonuna yaklaşıyorlardı. Beyazıt Kulesi'nin yanan kırmızı lambalarını gördü. Kar işini ciddiye alarak yağmaya başlamıştı. Az sonra Yeni Cami’nin yanında küçücük kalacaklardı. 

Sonsuz gözüken hayatında bir günün bitmek üzere olduğunu fark etti.

bottom of page