top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

"Yaşadıklarımız hiç denemediklerimizle bir "

Derin Atalkın, Javier Marias'ın Beyaz Kalp adlı kitabı üzerine yazdı: "Somut veya soyut bir düzlemde kesişen yaşam öyküleri üzerinden insanı bütün deliliği, sıra dışılığı ve dayanılmaz sıradanlığıyla mercek altına alan bir yazar Marias."


Derin Atalkın


İnsana dair edebiyatın benim okuma serüvenimdeki en eşsiz örneklerini sunuyor Javier Marias, Beyaz Kalp kuşkusuz bunlardan biri. Duygusal Adam’ın ardından İspanyol yazarla da ikinci buluşmama vesile oldu. Ne güzel oldu. Somut veya soyut bir düzlemde kesişen yaşam öyküleri üzerinden insanı bütün deliliği, sıra dışılığı ve dayanılmaz sıradanlığıyla mercek altına alan bir yazar Marias. Yazmak bir mutfak işi olsaydı eğer, kendisini mutfağın altını üstüne getiren, fakat sonunda mükemmel lezzetin zirvesine ulaşan bir şef olarak tanımlardım. Bu kitapta Duygusal Adam’ı okurken yaşadılarımın bir benzerini de yaşadım aslında. Yalnız bu kez daha bir katmanlara ayrılan, zamana yayılan; aynı zamanda zamanın akışıyla oynayan bir hikaye bu. Varoluşumuzun bir getirisi veya doğası, belki de bir bedeli olarak değişken hislerimizin, gizli arzularımızın, karanlık düşüncelerimizin, sıradan düşüncelerimizin, ezeli hırsımızın, uslanmaz merakımızın, anlattıklarımızın ve anlatmadıklarımızın peşine düşüyor Marias, açıklanması mümkün olmayan iç dünyamıza, yine tarifi mümkün olmayan bir şekilde açıklama getiriyor gibi hatta. Ben de bunu bir şekilde açıklamaya girişeyim.



İsminin Juan olduğunu uzunca bir süre sonra öğrendiğimiz bir anlatıcı, okuru daha ilk cümlelerinde trajik bir sahnenin tam ortasına fırlatıyor. Balayından yeni dönmüş genç bir kadın, bir aile yemeğinin ortasında babasının silahını alarak tuvalete gidiyor ve aynanın karşısında kendini göğsünden vuruyor. Biz içimizde henüz bu sarsıntının artçılarını yaşarken ansızın bir kuşak ileri, yani hikayenin anlatıldığı zaman dilimine ışınlanıyoruz. Elbette bu trajedinin ve ani atlayışın aslında dallanıp budaklandıkça olgunlaşan bu öykünün ilk atılan tohumları olduğunu daha sonra anlıyoruz. Çünkü anlatıcının bizi her götürdüğü yerde, her tanıklığında ve iç sorgulamasında bu tohumun izlerine rastlamak mümkün. Nitekim atlayıştan sonra indiğimiz yer yine bir balayı tatili. Juan ve yeni eşi Luisa balayı tatillerinin sonlarına denk gelen Havana durağında, kaldıkları otel odasındalar. Luisa orada yakalandığı talihsiz bir hastalık sebebiyle bir öğleden sonra yatağa düşmüş, Juan ise balkona çıkmış amaçsızca dışarıyı, Havana sokaklarında bir öğleden sonrayı izliyor. Tam bu noktada köklenmeye başlıyor hikaye. Beni en etkileyen ayrıntıyı da burada keşfettim. Javier Marias’ın yazar kimliğinin yanı sıra bir çevirmen olmasının yazdıklarına etkisini okumuştum daha önce. Bir çevirmen olarak yaşadığı deneyimlerden aldığı ilhamla çoğunlukla o mesleğin içinde olan karakterler yarattığını biliyordum. Marias külliyatında daha yolun başındayım fakat bu yöntemin bilhassa bu kitapta müthiş etkili olduğunu düşünüyorum. Juan bir tercüman ve çevirmen, dolayısıyla dile oldukça hakim, çevresinde konuşulanları dinlemeye, dinlediklerini didiklemeye, bildiği tüm dillere çevirmeye, anlamları üzerine kafa yormaya ve gözlemlemeye eğilimli biri. Zaten Marias’ın ustaca kullandığı bilinç akışı tekniği bir yana, karakterinin serbestçe akan düşüncelerini bize öyle dağınık bir düzende sunuyor ki, hikayenin ana çarkından koptuğunu sanarken hop diye geri çekiyor okurunu, o çark bütün doğallığıyla dönmeye devam ediyor sonra. Dahası o koptuğumuz yerde kalma ve orada derinleşme arzusunu bile körüklemeyi başarıyor.


Juan sokakta birini bekleyen Havanalı genç bir kadını balkondan izlemeye koyulduğunda romanın da ilk filizleri yeşeriyor. Miriam isimli bu sabırsızca beklemekte olan kadını izlerken, hatta en ufak bir kol hareketine ve mimiklerine kadar detaylı bir fotoğrafını çekerken, bir yandan Juan’ın zihnine hücum eden çağrışımlar sayfalara dökülüyor, dökülmüyor şelale gibi akıyor hatta. Miriam’ın Juan’ı balkonda farkedip, beklediği kişiye benzetmesinin ardından yaşananlarla Juan, Miriam’ın hikayesinin içine dahil oluveriyor. Fakat bundan kaçmıyor, tam tersi, belki de taze evliliğine dair kendisinin “felaket“ olarak tanımladığı sezgilerinden biraz olsun kaçmak için. Bu bölümün bu kadar üstünde durmamın elbette bir sebebi var. Bunu takip eden olaylar, iş seyahatleri, ev halleri, düğün kesitleri, aile yemekleri, belleğe düşen anılar, kaygılar, baba oğul sohbetleri, kuşaklar boyu kadınların yazgısı, geçmiş yorganıyla üzeri örtülmüş sırlar ve bunun gibi romanın karşımıza çıkardığı tüm karşılaşmaları anlamlandırmamız için kilit bir bölüm burası. Anahtarı da yolun çeşitli yerlerine serpiştirilmiş halde, en azından dikkatli okura. Juan’la birlikte oradan oraya savruluyoruz kitap boyunca. Savruluyoruz diyorum çünkü gerçekten de Juan’ın zihninin içinde uçuşan bir balondan farksız bu durum. Bazen olaylara karşı şişiyor, bazen sönüyor, bazen sadece uçuşmaya devam ediyoruz. Bütün dürüstlüğüyle bağ kuruyoruz Juan’la. Juan oluyoruz biz de. İnsanın kendine başka kimsenin duymadığı bir yerde yalan söylemesi ne kadar imkansızsa, o kadar dürüst oluyoruz.


Juan’ın uluslararası oturumlarda üst düzey bürokratların konuşmalarını çevirdiği, devlet büyüklerinin ve liderlerin görüşmelerinde tercüman olarak bulunduğu anlara gidip bu devlet büyüklerinin aslında ne kadar küçük ve manipülasyona açık olduğuna tanık oluyoruz. Luisa ile düğün gecelerine, yeni evlerine, sonra deyim gereği aynı yastığa baş koymaları beklenen yataklarına giriyoruz. Bir şeyden hem emin olmanın hem de kuşku duymanın yol açtığı kendine yabancılaşma haliyle baş başa kalıyoruz. Çok sevdiği dostunu yargılamak için duyduğu şiddetli dürtüyle savaşmasına, çok iyi tanıdığına inandığı babasının yeni tanıştığı bir öteki kişiliğine ve en karanlık gizlerinin ortaya çıkmasına şahit oluyor, delikanlılık yıllarında hoşlandığı ilk kadına dair ürkek hatıralarına dalıyoruz. Bütün bunlar olurken, aslında Juan’ın evliliği ve Luisa ile ilgili tereddütleri etrafında başlayan ve şekillenen anlatı; yaşamın bu kaçınılmaz rastlantısallığı, yüzleşmelerin ortak acımasızlığı ve yaşantıların birbirine korkunç benzerliğiyle yeni ve daha belirgin bir biçim alıyor. Miriam’ın sonsuz bekleyişinin, boş umutlarının ve buna rağmen kararlı adımlarının bıraktığı izler, Juan’ın ve onun hayatındakilerin, hatta kendisi var olmadan önceki geçmişine ait herkesin bekleyişlerinde, boş umutlarında ve kararlı adımlarında tekrar vücut buluyor.


Juan’ın ismini yol boyunca öğrenmememiz ise bu rastlantısallığı çok güzel ortaya koyuyor bence. Juan’ın yaşadıklarını dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi biri yaşayabilir; dert edilinen meseleler birbirinden farklı olmaktan ziyade birbirinin evrensel birer çeşitlemesi. Beyaz Kalp, yaşam ve ölüm arasındaki kapıyı aralarken, aynı zamanda çıplak gözle görülmeyeni gün yüzüne çıkaran hassas bir büyüteç gibi okurunu derinliklerdekinin keşfine çıkarıyor.


“Verilen verilmeyenle eş, sakındığımız ve uzak durduğumuz şeylerle tutunduğumuz ve yakaladıklarımız aynı, yaşadıklarımız hiç denemediklerimizle bir ama yine de hayatımızı seçerek, eleyerek, reddederek ve bu tıpatıp aynı şeyleri birbirinden ayıran bir çizgi tasarlayarak ve kendi hikayemizi hatırladığımız ve anlatılabilen biricik hikaye haline getiren bir çizgi tasarlayarak geçiriyoruz.” Sf.29

BEYAZ KALP

Javier Marias

Yapıkredi Yayınları, 2022

Çeviri: Bülent Kale

252 s.

bottom of page