top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

“Kutsallaştırarak idealize edilmiş, tek tipe indirilen anneliği sorgulamalıyız”

Aynur Kulak, Gülçin Kaya Rocheman ile söyleşti: "Annelik gibi insanı bin bir çelişik duygudan geçiren bir dönemi birkaç örnekle söze dökmüş oldum. Ama eminim ki daha onlarcası yazılabilir."


ree

Sohbetimizi -tiyatro, çeviri bilimi, edebiyat ile- sanatın farklı disiplinleri içerisinde aktif olarak bulunmanızdan başlatmak istiyorum. Disiplinlerarası gerçekleşen yolculuğunuzda, bu rotaların hayatınıza neler kattığı, bağlarınızı kurmakta sizi nasıl etkilediği ile ilgili sohbetimizi başlatsak neler söylemek istersiniz?   

Pek çok disiplinde deneyimim olmasının hayatıma farklılıkları daha iyi anlama ve kabul edebilme becerisi kattığını düşünüyorum. Örneğin, bir durumu değerlendirirken dildeki müphemliğin düşünceleri ifade etmeye etkisini bildiğim için insanların seçtiği sözcüklere takılmamayı biliyorum. Bazen kavramların başka bir dile çevrilemez oluşunun, yahut tam tersine çok çevrilemez sanılıp gayet de çevrilebilir oluşunun da insanların birbirini anlayıp anlamaması ile paralelliğini görüyorum. Hukuk mantığıyla dil mantığını karşılaştırınca da hayatın çok farklı gözlüklerle görülebileceğini anlıyorum.


Yazmama etkisine gelirsek tiyatro yaparken öğrendiğim pek çok şeyi öykü yazarken de kullandığımı fark ediyorum. Tiyatroda bir oyun sahneye koyulacağında karakter oluştururken o karakterin sahne üstünde görünmeyen, oyunda bahsedilmeyen yönleri üzerine de derinlemesine düşünülüp tartışılır: Geçmişi, çevresi, eğitimi, ailesi, hayatında iz bırakan anlar... Amaç, böylece daha tutarlı, kanlı canlı, gerçekçi bir karakter oluşturmaktır. Öykülerde görünmeyeceği halde karakterin konuşma biçimi, görünümü, hatta duruşu bile çoğu zaman yazarken gözümde canlanır. Ayrıca diyalog yazıyorsam her karakteri farklı konuşturmaya, tonlamalarının, sık kullandığı sözcüklerin kendine özel olmasına dikkat etmem de tiyatrodan geliyor. Her zaman tiyatro sahnesi üzerinde olmasa da yazdıklarımın kafamın içinde çekilmiş görüntüleri var diyebilirim.


Öte yandan, dil öğretmeni ve çevirmen olmam dolayısıyla sözcük seçimime, cümleleri gereksiz uzatmamaya ve çift anlamlardan (tabii özellikle değilse) kaçınmaya özen gösteriyorum. Noktalama işaretlerinin okuma ritmine yardım etmesine özen gösteriyorum. Çünkü ben kitap okurken eksik bir virgül yüzünden başka bir anlam çıkacak biçimde okuduktan sonra başa dönüp tekrar okumam gerektiğinde çok rahatsız oluyorum.


Hasarsız Satılık Beden ilk öykü kitabınız. Buradaki öyküler nasıl bir araya geldi? Daha önce farklı platformlarda yayınlandı mı mesela ve hayalini kurduğunuz bir şey miydi bir öykü kitabı düşüncesi? 

Hayır, başka platformlarda yayımlanmadılar. Çünkü yayımlatma fikri uzun süre aklımın ucundan bile geçmemişti. Bunlar benim yıllar içinde yazıp kimseyle paylaşmadığım pek çok öyküden kadınlık üst başlığına uydukları için seçtiklerim. “Neden kitap olmasın?” fikri bundan birkaç yıl önce doğduğu için ancak o zamandan itibaren yayınevlerine göndermeye başladım. Türkiye dışında yaşadığım için dergiler gibi diğer platformlardan biraz uzak kaldım.


Hasarsız Satılık Beden, çok ilgi çekici bir ismi var kitabınızın ve kitabın içinde de böyle bir ilan var. Şunu sormak istiyorum; masanızın başına sizi buradaki öyküleri yazmak üzere oturtan ana odak meselenizi ya da meselelerinizi?

Yukarıda belirttiğim gibi, bu öyküler birbirinden bağımsız ve farklı zamanlarda yazıldı. Ancak on bir öykü benzer konuları işlediğine göre anne-kız ilişkileri ve annelik konularının aklımda bolca dolanan, beni çokça düşündüren konular olduğu çıkarımını yapabiliriz. Bunda annemi çok erken yaşta kaybetmenin ve kendi anne oluşumla birlikte başlayan sorgulamaların da mutlaka tetikleyici bir etkisi olmuştur. Fazlaca kutsallaştırılan her şey gibi tabulara kapı aralayan anneliğin, her kadın tarafından aynı duygularla yaşanmadığı, anne-kız ilişkilerinin çok çetrefilli de olabileceği fikrinden yola çıkarak bunların değişik versiyonlarını düşünüp yazdım diyebilirim.

İsim konusuna gelince, ben yayınevine dosyayı gönderdiğimde içime pek de sinmeyen başka bir isimle dosyayı göndermiş ve ismini değiştirmeye açık olduğumu belirtmiştim. Yayımlamaya hazırlık sürecinde sevgili editörüm Cansu Canseven ile hangi öykünün başlığını kitaba isim yapacağımızı bolca tartıştık. Sonunda, Hasarsız Satılık Beden ismi çarpıcı olduğu için kitabın ismi olarak bunu seçtik. Bu öykü, tabii ki satılık araba ilanlarına atıf yapıyor. İntiharın eşiğindeki bir kadının nesneleştirilen kadın bedenini “Alın, öyle olmaz, böyle olur!” diyerek ruhundan ayırıp satışa koyması fikrinin nüktedan bir dille ifade edilmesinden çıkan bir öykü.


Öyküleriniz temel tematik yapısını annelik, lohusa depresyonu, bu iki duygunun yarattığı suçluluk duyguları, ayrıca annelerin kendilerinin geçirdikleri çocukluk dönemi, bu dönemin yansımalarının nelere sebebiyet verdiği, travmalar, uzaklaşmalar, kaçışlar üzerine kurulu olduğunu okuyoruz. Bazı ana temalar vardı öyküleri bu temalar üzerine oturttum diyeceğiniz ve bazıları da yazarken kendiliğinden geldiler dediğiniz temalar, kavramlar, duygular neler oldu?

Önceden tema seçerek yazmadım. Her öykü, gelen bir fikir ve duygu üzerine yazıldı. Her bir karakterin içinde olduğu duyguyu düşünüp hatta hissedip hikâyelerini o duygu çevresinde oluşturdum. Yani hepsi kendiliğinden geldi. Yazarken de ayrıntılandı elbet. Annelik gibi insanı bin bir çelişik duygudan geçiren bir dönemi birkaç örnekle söze dökmüş oldum. Ama eminim ki daha onlarcası yazılabilir.


Kitabınız için iki bölümden oluşuyor diyebilir miyiz? İlk bölüm daha fragmana benzer öykülerden oluşuyor, biraz daha parçalı yani; ikinci bölüm Yüzleşme’de ise öykülerle bütüne doğru evrilen, sahnelerin netleştiği bir yapı ile karşı karşıya kalıyoruz. 

Hayır, iki bölüm denemez aslında. Kitapta birbirinden bağımsız on bir öykü var. İlk on öykü kısa iken on birinci öykü “Yüzleşme” daha uzun bir öykü ve iki anlatıcının sırayla anlattığı alt bölümleri var. Hatta kitap projemi yayınevlerine sunmadan önce “Yüzleşme” diğer on öyküden çok daha uzun olduğu için onlardan ayrı, tek başına sunmam gerekip gerekmediği konusunda tereddütte kalmıştım. Fakat sonuçta hepsini birlikte sundum ve editörümle öykülerin sırası konusunu çalışırken sonda olmasına karar verdik.


Kadınlık ve kutsal annelik üzerine çok çarpıcı öyküler okuyoruz. Buradan yola çıkarak şunu konuşmak istiyorum sizinle; birçok kadın okuyor gibiyiz, ki süreçte yaşananlar düşünüldüğünde anne olmuş kadınların hikayesi neredeyse birbiriyle aynı. Fakat siz burada tek bir kadın, Nesrin Kıray’ı anlatıyorsunuz öyle değil mi? Hem tekil hem de bu tekilliğin anne olmak söz konusu olduğunda nasıl çoğul bir anlatıya dönüştüğünü, bu anlamda anlatının birbirini nasıl doğurduğunu konuşmak istiyorum sizinle.

Önceki öykülerdeki kadınlar Nesrin Kıray değil. Ancak eğer o gün kaçıp gitmese Nesrin önceki annelerden biri de olabilirdi. Önceki öykülerde gördüğümüz anneler de Nesrin gibi bir çılgınlık yaparak basıp gitseler Nesrin Kıray olabilirlerdi. Ama her biri ayrı. Her biri anneliğin bir ayrı yüzünü yaşamış diyebiliriz. “Süreçte yaşananlar düşünüldüğünde anne olmuş kadınların hikâyesi neredeyse birbiriyle aynı” sözünüze şu bakımdan katılıyorum: Her kadının, anneliğini yoğurup şekillendirene kadar bin bir duygudan, bin bir ruh halinden geçmesi aynı. Ancak somut olarak yaşananlar ile her kadının kendine çizdiği (çizebildiği) annelik ayrı. Belki de tam da bu yüzden kutsallaştırılarak idealize edilmiş, tek tipe indirilen anneliği sorgulamalıyız. Kadınların üzerindeki “Bu ideal anne imajına uymuyorsan sende bir sorun var” baskısını kaldırmalıyız. Örneğin çocuğunu –Nesrin Kıray’ın yaptığı gibi– terk eden annelerin oranı çok azdır ve iyi ki de böyledir. Fakat bu fikrin, bu fikri getiren sıkışmışlık ve becerememe duygusunun sandığımızdan çok daha fazla kadının içinden geçebileceğini anlamamız ve “normal” olduğunu kabul etmemiz gerek. Doğum yapar yapmaz kadının içinden taşkın bir annelik hissi gelmemesinin, anneliğin birdenbire yüklenen bir şey olmadığının, bununla zamanla ve emekle oluşacağının konuşulabilmesi lazım ki hiçbir taze anne kendini garip hissetmesin. Bu noktalardaki tabuları kırmak gerek.


Bir kadının annelik sürecine girmesi, lohusalık, suçluluk süreçleri, uzaklaşmaları ve kaçışları derken konuşmadan geçmek istemediğim yemeklerin, yemek kitaplarının devreye girdiği öyküler var. Bu öyküleri konuşmak istedim sizinle, çünkü duyguların en yüzeye çıktığı ve en hissettiğimiz anlar bu bölümler gibi geldi bana, ne dersiniz?  

Yemek konusu özellikle “Yüzleşme”de var. Nesrin Kıray’ın çocukluğundan gelen bir yemek yapma merakı var. Bu, sonrasında da hayata tutunmasını sağlıyor. Öykü, yemek yapmanın hatta daha geniş bir başlıkla “beslemenin” sembolik anlamlarına inen bir incelemeye açık. Nesrin’in duygularını yemekler üzerinden incelemek mümkün. Diğer öykülerdeyse sadece üç tanesinde yemekle ilgili cümleler var: 

1- “Oy Garip Anam”da çocuğunun yiyemediği bir yemeği başka bir tarifle yapma inceliğinin, annenin aklına bir kez bile gelmemiş olması gibi bir detay var. Bu benim son yıllarda aklımda dönen bir metafor. Yemeği farklı tariflerle yapmayı, bir nevi, annenin (veya babanın) çocuğunu anlamak, onunla bağ kurmak için kullanabileceği bir yöntem gibi görüyorum. 

2- “Nasıl Canavar Oldum”da, İpek iki yumurtayı çakarak içindeki sıkıntıdan belki kurtulabileceği düşünüyor. Burada da yemek yapmanın (hem üretme hem besleme anlamında) anne için kendini faydalı hissedip olumsuz duygularından kurtulmasına yardım eden bir yöntem olabileceği akla geliyor. 

3- “Reenkarnasyon”da ise anlatıcı, anne babasıyla yaşanamamışlıklarını telafi ettiği faaliyetlerden birisi olarak birlikte yemekler, salatalar yapmaktan bahsediyor. Hani bilirsiniz, reklamlarda bile güzel aile tabloları çoğu zaman yemek masası ve mutfak etrafında çizilir. Aile olmak için birlikte yemek, güzel sofralarda oturmak, birlikte bir şeyler hazırlamak önemli.

Tabii bunları yazdığım için yemek yapmanın anneye yapışmış bir görev olarak görülmesi gerektiğini düşündüğüm sanılmasın. Babalara da pek bir yakışır. Şimdi düşündüm de belki yemek yapmayı hiç sevmeyen bir anne öyküsü de yazmalıydım.


Babalık rolleri ve figürleri çok belirgin değil ama Yüzleşme’de öykülerin içinde baba olmaya dair meseleleri de okuyoruz ve aynı zamanda bu öykülerde kuşaklar arası ilişkilerin de işlendiğini görüyoruz. Annelik dendiğinde bebek ve anne ön planda olduğu için babalık ve nesiller arasılık geri planda duran meseleler gibi ama güçlü etkilerini yadsıyamayız, öyle değil mi?

Evet, bu öyküler annelik etrafında dönenlerden seçildiği için babalık konusu arka planda kalıyor. Dediğiniz gibi, sadece “Yüzleşme”de Nesrin’in babasını birazcık tanıyabiliyoruz. Düşünüyorum da aslında babalıkla ilgili pek bir şey yazmadım. Demek ki o konu zihnimi çok meşgul etmemiş. Belki baba olmadığımdan hiçbir zaman da etmeyecek. Fakat, kesinlikle üstüne çok yazılabilecek, yine bin bir türlüsü düşünülüp incelenebilecek bir konu.

Nesiller arasılık hususuna gelince bu benim çok düşündüğüm, çok ilgimi çeken bir konu. Psikoloji biliminin bakış açısından, kuşak aşkın travmalarını inceleyen pek çok şey okudum. Bunun pek çok atasözü ve deyişle halkın yüzyıllardan süzülüp gelen bilgeliğinde de kendine yer bulduğunu görüyoruz. Demek ki buna ilişkin gözlemler hep yapılmış. Yaşadığımız toplumun, çevrenin, ailenin ve dönemin bize yüklediği kodlar var. Hepimiz bu kodlarla işliyoruz, ona göre yargılar oluşturup tepkiler veriyoruz. Bunları evrensel yasalar sanıyoruz. Ancak, bu kodların her yerde ve her zaman aynı olmadığının farkına varabildiğimizde –ki bu çok nadir oluyor– değişim başlıyor. Önce bu farkındalığa ulaşan kişide minik değişimler başlıyor. Farkındalık sayısı arttıkça aile, çevre, toplum değişiyor. En basitinden gelenek sandığımız pek çok şeyin tarihini okuduğumuzda sadece yüz yıllık olduğunu görebiliyoruz. Demek ki her şeyin sürekli bir değişim içinde olduğunu anlayıp bilinçsizce tekrarladığımız kodların yıkıcı, zorlayıcı olanlarını silmeye gayret edebiliriz.


Öyküler yazmaya devam edecek misiniz? Bir sonraki dosyanız ne üzerine olacak?

Evet, yazmaya kesinlikle devam edeceğim. Bu öyküleri ortak bir tema altında seçerken konusu farklı diye kenara ittiğim öykülerimi de elden geçirip okurlara bir an önce sunmak istiyorum. Ayrıca, üzerinde çalıştığım bir roman var. Yazma sürecini biraz fazla uzattım. Amacım onu hızlıca bitirmek. 

Daha uzun vadede romana dönüştürmek istediğim, yayımlanmamış bir öyküm var. “Yüzleşme”nin roman, tiyatro oyunu, film gibi versiyonları da ara ara aklıma düşüyor. Bakalım, göreceğiz.

Yorumlar


bottom of page