top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Varoluşçu bir sorgulama

Hakan Tarman, Prof. Dr. Seda Ünsar'ın kaleme aldığı Düşüş adlı romanı üzerine yazdı: “Roman 'gerçeğin peşine düşme' eylemini bilinçsizce yapan, çocukluk arkadaşı iki ana karakterin (S ve Ali), İstanbul’dan San Fransisko’ya ve Los Angeles’a uzanan hayatlarında, hayatın anlamı ya da anlamsızlığını keşfetmelerini anlatıyor.”


Hakan Tarman

Düşüş: siyaset ve felsefe odasında aşk hikayeleri

İnkılap Kitabevi tarafından 2021’in sonlarında çıkarılan “Düşüş” adlı roman, Prof. Dr. Seda Ünsar imzası taşıyor. Düşüş ya da uzun adıyla Düşüş: siyaset ve felsefe odasında aşk hikayeleri'nin ana teması “gerçeğin peşine düşme” ve “kayıp zaman”. Roman “gerçeğin peşine düşme” eylemini bilinçsizce yapan, çocukluk arkadaşı iki ana karakterin (S ve Ali), İstanbul’dan San Fransisko’ya ve Los Angeles’a uzanan hayatlarında, hayatın anlamı ya da anlamsızlığını keşfetmelerini anlatıyor. “Yolculuğumuz tamamen düşsel, onu güçlü kılan tek şey bu” (s. 460) diyor Ali.


Romanın genel hikayesine özgürlük, erdem, bilgi gibi birbiriyle bağlantılı ana temalarla ölümsüzlük, onurlu bir yaşam için ödenecek bedel, sıradanlık, hayal ve gerçek, hayal kırıklığı, aşk, “mutlu olma baskısı”, yalnızlık gibi içe içe geçmiş yan temalar hakim. Bu temalar, roman boyunca süregelen karakterler arası diyaloglara eşlik eden felsefi ve politik düşünceler, Ali’nin rüyaları, geçmişi hatırlayışı, sinema tutkusu ve karakterlerin psikolojik çözümlemeleriyle beliriyor. Bu anlamda, roman Thomas Mann’ın Dr. Faustus’u tadında yoğun bir düşünce ağına sahip. Romanla ilgili göze çarpan şeylerin başında, karakterlerin derinliği ve ağır, edebi üslubun zaman zaman bir dil sürçmesi ya da belli belirsiz bir bilinçaltı yayılımı gibi sürreal bir anlatıma kayması geliyor. Bu üsluba örnek vermek gerekirse, aklıma gelen iki bölüm şöyle: “Bu düşüncenin bir de hissiyatı vardı. (Bazı düşüncelerin hissiyatı vardır.) Ali bu hissiyatı, çocukluğunun komik karikatürlü küçük çiklet kâğıtlarına sarar gibi imgelere sararak cebinde sakladı” (s.49). “Kimsenin Ali’yle onu tanımadığı yerlere gitmek ve sadece resim yapmak, çocukluğundan beri, odasında, yatağının içinde, gizli gizli bir çiçek büyütür gibi büyüttüğü bir hayaldi (bazen hayal kurarken yakalandığında, hemen eğilip hayalini yatağının altına saklardı) fakat mutluluk, büyüyen bir çiçek gibi boyu ölçülebilecek, gözle görülebilecek bir şey değildi. Belki gözüyle görebileceği bir şey olmadığı için bir türlü mutlu olamıyordu Afife veya bu yüzden, gözüyle göremediği için yani, mutlu olduğunu anlayamıyordu” (s.211).


Romanın ağırlıklı karakteri Ali olduğu halde, beş bölümden oluşan ilk kısım, Los Angeles’ta S karakteriyle açılıyor. Hayatın anlamını, katıksız bir sıradanlık dışına çıkma çabası olarak gören S, Platonik bir İdea olarak algıladığı aşkın, hayattaki tek gerçek şey olduğunu düşünen ve aşkın peşinden giden bir karakter. Toplumun “mutlu olma baskısı” dışındaki başka bir boyutta, kendiliğinden ve sadece kendisi için olan Aşk.


Yoğun felsefi ve politik düşüncelere daha ilk bölümle açılan romanın bu ilk kısmında, Al Pacino ile Börklüce Mustafa, Liberace ve “sanat için sanat”, Los Angeles’ın parlak güneşi ve palmiyeleri altında insan ruhunu rahatsız eden karanlığı, Osmanlı’nın yeniden dağıtımcı kurumsal yapısının verimli kurumsal yapıya dönüştürülmesi olarak değerlendirilen cumhuriyet devrimi, makro-tarihi düzlemde, sınıf yapılarından Müslüman ve Hristiyan toplulukların farklı evrimine ve Osmanlı kurumsal evrim tarihinin ve cumhuriyet devriminin, Marksist ve liberal tarih ve ekonomi teorilerinin harmanlamasında bir yeniden değerlendirilmesine kadar her biri bir akademik tez konusu olabilecek büyük argümanların karakterler arası diyaloglara yedirildiğini görüyoruz.


Romanın ilk kısmı, okuyucuyu Los Angeles’ın kendine özgü yapısında postmodern bir dünyaya götürdüğü gibi, Amerika ve Avrupa’da farklı çelişkiler ve zayıflıklıklarla örülü akademik dünyaya da sokuyor. Birinci kısmın en dikkat çekici yönlerinden biri, tutkulu ve derin bir aşkın karakterleri Stefano ve S üzerinden yansıtılan Batı-Doğu karşılaşması. Bir diğeri ise, S’nin yarı-fantastik ve yarı-sürreal bir dille bir yazmakta olduğu kapitalizm ve emperyalizm kritiği. Romanın ilk kısmı “bu dayanılmaz derecede sıra dışı, lütufkar ve görkemli hikayede, bütün düş gücünü, henüz hayal kırıklığı bilmeyen kalbini ve tek bir ülkede, tek bir şehirde, tek bir evde geçmeyen hayatının törensel iniş çıkışlarını gören, olayların kendiliğindenliğinin gücüne inanan” (s.132) S’nin düşünsel ve düşsel zenginliğiyle örülü.


On beş bölümden oluşan ikinci kısım ise, Hölderlin’in “Bizler hiçbir şeyiz; aradığımız ise her şey” uyarısına karşılık Puşkin’in verdiği “Zamanın her şeyi halledeceği aşikardır” yanıtıyla, okuyucuyu, daha başında gizli olan bir ipucuyla başka bir hikayeye sürüklüyor ve sanki bu hikaye, asıl romanın başladığı yer.


Çarpık Zaman adlı bölümlerden ilkinde (toplamda üç Çarpık Zaman’dan geçerek sonunda Kayıp Zaman’a varıyoruz), ruhu yaratma arzusuyla dolu olsa da, bunu bir türlü dışa vuramayışının gerilimiyle sarsılan Ali karakterinin San Fransisko’daki hayatına giriyoruz. Çocukluğunun beraber geçtiği teyzesinin üvey kızı Afife tarafından terk edildiğinde, “Afife hayata karşı tek avuntusundan vazgeçtiğinde; Ali, bir fırtınanın ortasında zorla açılan bir kapıdan geçerek, taştan ve sakin bir eve girer gibi, yazmanın dingin ama tekinsiz dünyasına sığınmıştı” (s. 395). İşte, romanın belki de en ilgi çekici yanlarından biri alışılmışın dışında, “roman içinde roman” ifadesiyle arka kapakta sözü edilen, Ali’nin böylece yazmaya başlayabildiği bir 19. yüzyıl Rus hikayesi. Hikaye, yine romanın geneline yayılmış bulunan politik ve makro-teorik birçok düşünceyi içermeye devam ettiği gibi, uzun doğa tasvirleri, bu tasvirlerle karakterlerin psikolojik çözümlemelerinin bağlantısı, karakterlerin geçirdiği psikolojik değişimlerin yaşantılarına yansıması gibi hususlarda dikkat çekici. Hikayenin uslubu Rus edebiyatı tadında.


Ali Afife’nin yarım bir mektupla ortadan kaybolmasının ardındaki gizemi, San Fransisko’ya Afife ile yerleşmeden önce İstanbul’da geçen hayatını bölük pörçük hatırlayışları ve rüyalarında ararken, biz Ali’nin hayatına dahil olan karakterler ve kendisi arasında, Murakami’nin sıradışılık ve yalnızlıkla örülmüş karakterlerinin arasında hissettiğimiz, sözle çok da ifade edilemeyen bağa benzer bir bağ olduğunu fark ediyoruz. “Şimdi Anastasia’yla bu odada havada asılı kalmış bir su zerreciği gibi dururlarken, Behman, Afife, Anastasia ve Ali arasında dördünün de ruh yapılarında mevcut olan ortak noktalar birleşerek sanki görünmez bir bağ oluşturmuş gibiydi” (s. 395). Öte yandan, Ali yarattığı Sergey Andreyev Kuruzkov adlı 19. yüzyıl karakterinin “boşluğu kapatmak” için “anlam arayışı”nda veya ait olduğu sınıfı aşamayan kırılganlığının devrim için hayal kırıklığına dönüşmesinde, kendi ruh buhranlarını yansıtıyor diyebiliriz. Hatta, Ali’nin yan karakterlerden biri olan Talat dayısıyla henüz İstanbul’dayken yaptığı ateşli politik tartışmalardan birinde, Talat’ın öne sürdüğü, bireyin hayatının anlamı noktasında sınıf kimliğinin aslolan kimliği olduğu iddiasını farkında olmadan kabul ederek, Sergey karakteriyle hayata, yani yazıya, geçirdiğini görüyoruz.


Bir Pazar Günü Buhranı başlıklı bölümde, Ali karakterinin gördüğü bir rüya içinde Aydınlanma Çağı filozofları tartıştırılıyor. Kayıp Zaman bölümündeyse, bir başka rüya içinde, bu sefer, İslam dünyasında Aydınlanma filozofları olarak düşünebileceğimiz Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, Ömer Hayyam ile karşı statükoyu temsil eden Gazali arasındaki felsefe-din tartışmasına yer veriliyor. Her ne kadar felsefi, politik tartışmalar, karakterlerin hayata karşı duruşları ve düşünce yoğunluklarıyla hemen her bölümde karşımıza çıksa da, bu iki bölüm özellikle okuyucuyu direkt olarak 18. yüzyıla ve 12. yüzyıla götürdüğünden oldukça baş döndürücü.


Başka bölümlerde, Ali ile yan karakterler arasındaki diyaloglarda ve Ali’nin yazmakta olduğu Rus hikayesinde, Oryantalizm, Batılılaşma, modernleşme, Marksizm, anarşizm, post-Marksizm, postmodernizm ve bunların Doğu’daki farklı ontolojileri ve izdüşümleri anlatılıyor. Özellikle Oryantalizm, Batılılaşma ve modernleşme mevzuları alışılagelmiş akademik veya entellektüel tüm tartışmalardan çok farklı. Hatta, bu anlamda birtakım yeni okuyuşlar ve tezler vadetmekte. Bulantı adlı bölümdeyse, Mevlana’dan Derrida’ya, Fanon’dan Arendt’e insanlık tarihini birbirine bağlayan düşüncelerle karşılaşıyoruz. Devrim, devlet, Tanrı gibi kavramlar, Ali’nin hayatına düstur edindiği Platonik erdem, insan doğası üzerine karşıt felsefi bakış açılarını somutlaştıran Rus karakterler arası diyaloglar, Doğu toplumlarında “özgür insan” olma hali, “Amerikan rüyası veya kabusu” gibi düşünceler okuyucuyu her adımda ayrı bir düşünce deryasına sürüklüyor.


“Haliç’ten Eminönü’ne, Cihangir’den Tarlabaşı’na, insanların yüzlerinde öfke, yılgınlık, mutsuzluk, delilik gibi işaretleri izleyerek, bir kentin, bir devletin, bir ulusun, bir uygarlığın çöküşünün haritasını çıkaran” (s. 179), romanın açılışında T. S. Eliot’ın bahsettiği o gölgede (Düşünceyle gerçek arasına, devinimle eylem arasına düşer gölge), çocukluğu ansiklopediler ve filmler arasında geçmiş, düş ile gerçek arasında bir gölge karakter olan Ali, küçük Japon balığım dediği Ai karakterine “İstanbul’da yürüyecek sokak, görecek yüz kalmamıştı. İnsanın ruhu uzak diyarlardaki sokaklara ve yüzlere aittir” (s. 348) dediğinde olduğu gibi, ruhunun ait olduğu mekan veya zamanı arıyor. Bu arayış ruhen yalnız bir entellektüelin bulunduğu toplum ve çöküşten kaçışından ziyade, ancak yabancı yerlerde mümkün olabilecek köksüz bir özgürlük arayışı. Fakat yazar romanda bu arayışı bir sonla taçlandırmıyor. Tıpkı Behman, Afife gibi karakterlere ne olduğunu bilmediğimiz gibi, Ali’nin vardığı noktayı, her ne kadar o aslında söylüyor olsa da, biz hala bilmiyoruz.


DÜŞÜŞ

Prof. Dr. Seda Ünsar

İnkilap Yayınevi, 2021

464 s.

bottom of page