top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Sanat ve Dilde Yeni Hazların Keşfi: Koloni

Aynur Kulak, Audrey Magee'nin kaleme aldığı Koloni üzerine yazdı: "Baştaki çok iyi olan açılış sahnesinin beni metne bağlayan tüm unsurları romanın son sayfasına kadar -herhangi bir dalgalanma veya düşmeye sebebiyet vermeksizin- yüksekliğini korudu."


Niran Elçi çevirisi ile yayımlanan Koloni, okumaya başlar başlamaz sarmaladı beni. Açıkçasını söylemek gerekirse böyle bir sarmalanma yaşayacağımı tahmin etmiyordum. Bay Llyod’un resim yaparken kullandığı malzemelerin bulunduğu sandığın ve şövalesinin onu İrlanda’nın kuzeyinde bulunan adaya götürecek olan küçük motorlu kayığa yüklendiği sahnenin detayları Audrey Magee tarafından öyle anlatılıyor ki, şöyle bir başladığım romandan kendimi alamadığım bir noktada buldum kendimi.



Neredeyse pürüzsüz bir metin okuması oldu diyebilirim. Baştan sona, tüm karakterleri, olay örgüsü, anlatısı, zihnimde ve ruhumda yarattığı duygular ve kurgusu ile Koloni pürüzsüzdü. Pürüzsüzdü çünkü, baştaki çok iyi olan açılış sahnesinin beni metne bağlayan tüm unsurları romanın son sayfasına kadar -herhangi bir dalgalanma veya düşmeye sebebiyet vermeksizin- yüksekliğini korudu. Yılın bitmesine daha altı ay var fakat çağdaş dünya edebiyatı içerisinde yılın en iyi romanını okuduğumu şimdiden ilan edebilirim. Kendimi tutabilsem (romana karşı sevgimi anlatmak adına) sadece “okuyun” “lütfen okuyun” deyip bitirebilirim kitapla ilgili yazacaklarımı fakat üzerine çokça konuşulmayı ve yazılmayı hak eden bir roman. Yani bendeniz romana sevgimi anlatmak adına susmayacağım izninizle.


Mairead ve James. Müthiş derecede kalbimi çarptıran bu iki karakterin ismini hemen yazmak istiyorum. Bu iki karakteri -anne ve oğlunu- okumak, onların zihinlerine, kalplerinin içine ve bedenlerine girip çıkmak, Audrey Magee’nin bu anlamda -aslında romandaki hangi karakteri yazıyor olursa olsun- onlar gibi düşünüp, onlar gibi hissetmememizi sağlaması muazzamdı. Hatta onlara karşı bu hissiyatımı cebime koyarak, anne oğulu benim nezdimde özel kılan en önemli iki sebebi daha yazacak olursam; yaşadıkları adada birbirlerinin duygularına ve isteklerine saygı duymaları (özellikle annenin oğluna) ve diğer herkesten farklı olarak (adaya giden İngiliz ressam Bay Llyod ve Fransız dil bilimci J.P Masson’dan bile) yaşadıkları ve sıkıştıkları adada hayal kurabilen tek karakterler olmalarıydı.


Roman başlar başlamaz Bay Llyod ile tanışıyoruz aslında. Yıl 1979 yazı. Kendisi İngiliz bir ressam. İnzivaya çekilip resim yapmak ve kendini sanat çevresine, en çok da bir resim galerisi sahibi olan karısına karşı ispatlamaya çalışan Bay Llyod’u İrlanda’nın kuzeyindeki bir adaya gitmek üzereyken tanımak son derece önemli. Resim malzemeleri ve şövalesi ile bir motora bindiği sahnenin tüm detayları o kadar güzel anlatılmış ki romana şöyle bir başlamış olsanız bile devamını getirmemeniz imkansız.


Aynı zamanda bu sahne Bay Llyod ile ilgili harika bir karakter analizi. Tüm üstten bakan davranışları, hal ve hareketleriyle tam bir İngiliz var karşımızda. İngiliz ressamımız adaya ayak basar basmaz adalılar ile tanışıyor ki bu tanışma ile birlikte tüm karakterlerle de tanışmış oluyoruz. Adada bulunan adalıların artık neredeyse konuşmadığı İrlandaca dilini yaşatmaya çalışan Fransız dil bilimci Masson (o da tam bir Fransız’dır, tam anlamıyla isyankar bir ruh ve protestocudur) bu dili konuşan 100 yaşına yaklaşan Bean Ui Fhloinn, onun kızı Bean Ui Neill, eşini, abisini ve babasını bir deniz kazasında kaybeden Mairead ve oğlu James ile kaybettiği eşinin kardeşi Francis. Kitabın başından itibaren aile içerisindeki diyaloglar çok önemli. Zira bizler onların yaşamlarındaki ayrıntıları, adaya gelenlerle ilgili düşüncelerini, adada kalmış bir grup insan olarak dışarıdaki modern dünyaya karşı nasıl bir algı oluşturduklarını, isteklerini, arzularını, hayal ettikleri şeyleri, anadil ile olan bağlarını ve zaman zaman da aslında modern dünyadan kendilerini koruyamamalarının getirdiği yozlaşmaya başlamış davranışlarını okuyoruz. Çünkü kapitalizmin asimilasyon mekanizması çok güçlü ve yıllardır son derece istikrarlı şekilde halklar, diller, kültürler üzerindeki çalışmalarını sürdürmekte.


Hiçbiri kahraman veya anti-kahraman olmayan bu karakterlerin bir adada toplanmış olması romanın ince detaylarının her diyalogda ve her monologda (karakterlerin zihinlerinin, kalplerinin ve bedenlerinin içine girdiğimiz bilinç akışı monologlar muazzamdı) yeniden ve yeniden sağlamlaşmasına sebebiyet veriyor. Audrey Magee bu çoklu karakter anlatımı seçimi ile ana iskeleti sürekli sağlam tutuyor. Romanın ana iskeletinde omurgayı oluşturan ana unsur ise ana dil konusu olarak karşımıza çıkıyor ve ana dilde uygulanan politikaların halkların asimilasyonu ve emperyalizmin yayılmasını nasıl sağladığı oluyor.


Sadece konuşulan ve kaybolan diller konusu değil mevzu bahis olan. Dilin bir ifade aracı olarak dışarı çıkması (dışlanması, zamanla unutulması ve yok olması) ve aynı zamanda sanatta önemli bir ifade şekli olarak resim ile yenilenerek içeri girmesi, sızması hatta. “Sızması” diyorum çünkü adaya yeryüzünde sömürü devletlere sahip oldukları ülkelerden dolayı güneş batmayan imparatorluk olarak adlandırılan İngiltere’den gelen İngiliz bir ressam geliyor. Buna rağmen öyle bir şey oluyor ki dil kalplerimizden içeri bir hayal ve haz unsuru olarak giriyor resimlerle birlikte. Fırça darbeleri tuvale inerken dilin ifade biçimi olarak yeni olanı keşfi ve bu durumun bilinç akışı ile monologlara yaslanmasındaki muazzamlık çareyi tek bir yerde aramamayı, aynı zamanda da insan için sanat vasıtasıyla hayal kurmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Sonrasında yine bir dışlanma unsuru olarak elbet. Çünkü en az aç kalma korkusu ve yoksulluk kadar ruhların ve bedenlerin arzu etmeyi ve hazzı yeniden hissetme tehlikesi de var. Hikayenin bu yapısı Mairead karakteri vasıtasıyla dışlanmanın ikili unsurları gözetilerek -günlük yaşamda ve tuval üzerinde- çizilen harika kompozisyonlar eşliğinde aktarılıyor.


Bu arada James’in dedesi ve babası gibi balıkçı olmak istemeyip ressam olma hayali ve annesi Mairead’in Bay Llyod’un tuvaline her detayıyla kazınan bedeninin dini bir motif olarak Meryem’i veya cennetten kovulan Havva’yı çağrıştırması içinden çıkmak istemediğimiz “politikalar üstü” benzersiz detaylar sunuyor bize. IRA’nın İngiltere’deki eylemleri olmasa her karakter istediği her şeye kavuşacak belki ama Audrey Magee bu olayları her bölümün sonunda ada topraklarının dışında gerçekleşen fakat adadaki yaşamı tümüyle etkileyen öyle bir gerçeklikle sunuyor ki politikalar söz konusu olduğunda çarpışma ve ölüm unsurları ne kadar uzakta gerçekleşirse gerçekleşsin her bir hayatın tam da odağına yerleşip kurulan hayalleri tuz buz ediyor. Magee’nin yaşanan siyasi eylemleri hikâyenin içine karıştırmaksızın tam odağa bu derece güzel yerleştirebilmesi hikâye anlatmadaki stratejisini ne derece iyi yönlendirdiğinin önemli göstergelerinden biri.


Başından sonuna çok güzel anlatılmış, dengesi hiç bozulmayan, kurgu unsurları gayet yerinde, tüm karakteriyle ilişki kurabildiğimiz, tüm bunlar düşünüldüğünde Audrey Magee’nin anlattığı hikâyeye karşı mesafesini çok iyi koruyabildiği bir roman Koloni. Niran Elçi yine harika bir çeviriye imza atmış. Çok teşekkür ederim.


Ve son olarak yazarın hemen başka bir kitabı daha var mı diye baktım elbet. 2014 yılında yayımlanan The Undertaken isimli dilimize henüz çevrilmemiş bir romanı daha var. Bu romanını da Delidolu Yayınları’ndan okuyacağız sanırım. Audrey Magee artık yakından takip edeceğim çağdaş dünya edebiyatının en önemli yazarları arasında benim için. Sizin için de öyle olsun lütfen. Koloni’yi mutlaka okumanız dileğiyle.


KOLONİ

Audrey Magee

Delidolu Yayınları, 2023

Çeviri: Niran Elçi

336 s.


bottom of page