"Yazdıklarım dünya üzerinde yaşananların yanında hafif kalıyor"
Ülkenin yakın siyasi tarihinde yaşananları hikâye eden Polat Özlüoğlu, “Bu öyküleri okumayı göze alanlar huzurlarının, rahatlarının bozulmasına, o çok konforlu koltuklarından kalkmaya niyetlenmiş olmalılar” diyor. Ümran Avcı, Polat Özlüoğlu ile yeniden basılan ilk öykü kitabı Günlerden Kırmızı üzerine söyleşti.
Kötücüllükte kurgu gerçekliğe yenildi
Yazdıklarım dünya üzerinde yaşananların yanında hafif kalıyor
Bu memlekette bütün hikayeler hâlâ yarım
Bazen bütün günler kırmızı, bütün günler cumartesi
“(…) Yıkılı yıkılıverirmiş yılkı atları gibi gencecik delikanlılar kaldırımlara, meydanlara. Gazeteler okunmak için değil caddelerde uyuklayan kırmızılar içindeki cesetleri örtmek için çarşaf çarşaf çıkarılırmış…”
Toplumsal belleğimizi dürten yukarıdaki cümleleri Polat Özlüoğlu’nun, “Günlerden Kırmızı” adlı on iki öyküden oluşan kitabından alıntıladım. İlk baskısı 2015 yılında yapılan “Günlerden Kırmızı”, İthaki etiketiyle yeniden okurla buluştu. Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar kitabıyla 2022 yılında 7. Antalya Edebiyat Günleri Yılın En İyi Öykü Kitabı Ödülü’ne, 2023 yılında Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü ve 34. Haldun Taner Öykü Ödülü’ne layık görülen Polat Özlüoğlu, “Günlerden Kırmızı”da okuru ülkenin karabasan günlerine götürüyor. Siyasi cinayetleri, faili meçhulleri, beyaz Torosların cirit attığı, gözaltına alınanların sır olduğu dönemleri hikâyeleştiriyor. Kayıp evlatlarını “gözlerini pencereye asılı bırakarak” bekleyen Cumartesi Anneleri’ne ses açıp Maraş katliamına, 12 Eylül acısına, Gezi olaylarındaki direniş günlerine ortak ediyor okuru…
Adıyla müsemma “Günlerden Kırmızı”da ülkenin kanlı günlerine projeksiyon tutan Özlüoğlu, “Ne kadar anlatsak da hep eksik kalacak hikâyeler, hep bir tamamlanamamışlık hissiyatı kalacak damakta kitap bittiğinde. Çünkü bu memlekette bütün hikayeler hâlâ yarım. Bazen bütün günler kırmızı, bütün günler cumartesi” diyor… Özlüoğlu ile öykülerini ve hayatı konuştuk…
“Günlerden Kırmızı” ilk öykü kitabınızdı… Yeniden basımı için gözden geçirdiğinizde on yıl önceki Polat ile karşılaşmak neler hissettirdi? Kaleminizde ve bu coğrafyada neler değişti?
İlkler unutulmuyor deyişi ne kadar doğru, hele söz konusu olan bir kitapsa onun duygusunu, coşkusunu, kuşkusunu, yumrusunu içinizde her an patlayacak bir mayın gibi saklıyorsunuz. Kitabın ilk sayfasını çevirip öyküleri okumaya başladığımda bunu yeniden anladım ve bir kere daha darmadağın hissettim. Keza kolay okunan öyküler olmadığını biliyordum. Ancak onca zaman geçince bir şeylerin değişmiş olacağını, memlekette bir şeylerin iyiye gitmiş olmasını ummak ve düşünmek istiyor insan evladı beyhude bir çabayla. Oysa her şey eskisinden de beter. İyiye gitmek ne mümkün. Üzerimize çöken karabasan o günden bugüne
daha korkunç, daha kötücül, daha zorba. Yazdıklarım dünya üzerinde yaşananların yanında hafif kalıyor. Kurgu gerçekliğe yenilmiş duygusunu yaşadım yine. Kalem elbette değişiyor, dönüşüyor, imgeler, metaforlar, simgeler zenginleşiyor, kelimeler çoğalıyor, belki de daha çok dövüşüyor yazarla. Keskin, katı, dik köşelerimiz kırılıp dökülüyor, törpüleniyor nihayetinde. Zaman hepimizi eğip büktüğü gibi yüreğimizi de ezip geçiyor. Gurur değil ama belki vicdan yükümün birazını sırtımdan sayfalara savurmuşum gibi hissettim daha yolun başında biri olarak.
Kitabı annenize ithaf etmişsiniz. İçindekiler ise göz yaşı dinmeyen tüm annelere ithaf niteliğinde…
Annelerin hakkı ödenmez hiçbir zaman. Bir annenin gözünde çocuk hiç büyümez. Kitapta yer alan öyküler kayıp çocukların ağzından dile geliyor çoğunlukla. Anneler ise dilsiz, suspus, yaslı, yorgun, daimî bir bekleyiş içinde. Kırmızı aşkın, mutluluğun rengi değil bu kitapta, acının, ölümün, gözü yaşlı annelerin rengi, kuruyan karanfillerin, başlardan düşen yemenilerin rengi. Sokakları, kaldırımları, duvarları boyayan kanın, gencecik bedenlerin üzerine örtülen gazetelerin rengi kırmızı. Devrimin, itaatsizliğin, başkaldırının rengi. Bir evlat kaybetmenin acısını tarif edecek bir kelime henüz bulunamadı bu coğrafyada. Oysa bu ülkede en çabuk kaybolan, en kolay gözden çıkan, göz ardı edilen, gözden düşen çocuklardır. İlk çocuklar ölür sokaklarda. Bunun bilinciyle daha fazla bir kelam edesi gelmiyor insanın.
Kitabınız Murathan Mungan’a selamla başlıyor, “Yaz Geçer”i anmayı da ihmal etmiyorsunuz? Mungan’ın sizdeki yerini sorsam?
Onunla tanışıklığım 1990’lı yıllarda başladı. ‘Yaz Geçer’ şiir kitabı o günden bugüne başucumdan ayrılmadı hiçbir zaman. İçindeki her bir şiiri, her bir dizeyi yüzlerce kez okumuşumdur, hâlâ da okuyorum. Ama onun şairliğinin yanında öykücülüğü bana deyim yerindeyse öykünün büyülü kırk odasının kilitli tüm kapılarını açmıştır. Bir okul gibidir her yazdığı hikâye. Denemeleri, seçkileri, oyunları, senaryoları, şiirleri, imgelem dünyamı çoğaltmış, yüreğimi hafifletmiş, içime adeta kelimeler üflemiştir. Ne zaman bir kitabını elime alsam hayal gücümü tetikleyeceğini bilirim. Yazarlığın öğretilebilirliği tartışmalı bir konudur hâlâ ama bazı yazarlar size yazacaklarınızı adeta fısıldar. Hepimiz zamanın acıyla tütsülü kalıntılarında yaşıyoruz, geçmişin yüreğimizdeki söküklerini dikmeye, içimizdeki iliklenmemiş düğmeleri bulmaya çalışıyoruz. İşte Murathan Mungan pek çok aradığım kelimeyi, imgeyi, duyguyu, hatırayı, çocuk gözlerimi uzanıp avucuma bırakmıştır eserleriyle. Belleğin acımasız olduğu, unutmanın ve hatırlamanın birbiriyle yenişemediği zamanlarda kitaplar bir yazarın uçurumlardan defalarca atlamasına imkân verir. Ben yazarken sıkça düşerim. Elimden tutan yazarlardan biridir Murathan Mungan.
ARAMIZA HEP ÖLÜLER GİRİYOR
“Sen Yoktun Daha” öyküsünde öyle bir cümle var ki, Türkiye’nin özeti adeta: Kaç ölüm girdi aramıza… “Kaç kişiyi teşhis edince gider insan kendinden ya da kaç kişiyi gömmek gerek bulmak için aradığını’’ diye de çoğaltabiliriz örnekleri… Zaten öykülerin başat derdi de bu… Misal; ilk öykü Cumartesi Anneleri’nin yarım kalmışlıklarına ağıt niteliğinde.
Bizim aramıza hep ölüler giriyor. Annelerin, babaların, dayıların, teyzelerin, amcaların, halaların arasına hep ölümler, hep çocuklar, mezarsız kayıp ruhlar giriyor. Öyküler bu coğrafyanın tarihinde kırılma yaratan anlara, toplumsal belleğimizi acıya bulayan kötülüğe, zalimliğe, zorbalığa odaklanıyor. En acı durumlar, en yıkıcı kıyımlar, en kırmızı işkencelerden mütevellit zamanları kahramanların değil sıradan insanların gözlerinden, onların en çocuk dillerinden anlatıyorum. Cumartesi Anneleri’nden Maraş’a, 12 Eylül’den Gezi’ye, gözaltındaki kayıplardan faili meçhullere dair hikayeler sayfalara düşüyor. Ne kadar anlatsak da hep eksik kalacak hikayeler, hep bir tamamlanamamışlık hissiyatı kalacak damakta kitap bittiğinde. Çünkü bu memlekette bütün hikayeler hala yarım hala yarım. Bazen bütün günler kırmızı, bütün günler cumartesi…
Kırların arasından lunaparka giden bir kız çocuğunun patlayan bombayla ölümünü anlatan “Lunapark”ı okuyunca, havan topuyla can veren 12 yaşındaki Ceylan Önkol geldi gözümün önüne.
Hatırlıyorum koyun otlattığı yerde ölen ufacık bir kız çocuğuydu Ceylan Önkol. 283 bin TL ile tazminatı, ölümünün bedeli, kısacık hayatının diyeti ödendi dava kapandı. Aslında hepimizin hikâyesi birbirine benziyor. Hikayeler biz istemesek de karşımızda arzıendam ediyor. Oyuncaklarla oynaması gereken bir kızı kaybetmenin acısının tarifi yok. O annenin eteğine topladığı kızından geriye kalan parçaları taşımasını tahayyül edemiyor insan. Bunca acı çok değil mi yeryüzüne? Hikâyede bambaşka bir zamanı, bambaşka bir olayı anlatmıştım ama ortak acılar o kadar çok ve birbirine benziyor ki insan ne diyeceğini bilemiyor.
“Bir Avuç Toprak”ta Maraş olaylarını yaşıyoruz yeniden. Hem de saklandığı divanın altından ailesinin ölümünü izleyen bir çocuğun gözünden izliyoruz bir korku filmi gibi… O küçük çocuğun sorusunda kaldım; “Nasıl devam ederdim kaldığım yerden çocukluğuma bilmiyordum”… Bunu konuşalım isterim.
Dediğim gibi çocuklar ilk gözden çıkarılan varlıklar bu coğrafyada, ilk kaybedilen, niyeyse ilk ölen. Ne çok çocuk ölüyor? Ne çok çocuk kayboluyor? Çocukluk özel bir cumhuriyet gibi benim için, kıymetli bir zaman, uçucu bir an, göz açıp kapayana geçip gidiyor. Çok çabuk o cumhuriyetten kovuluyoruz. Vaktinden önce büyüyoruz ve hep kaybettiğimiz çocukluğumuzu boşuna bir çabayla arayıp duruyoruz. Çocukken kurduğum hayalleri özlerken yakalıyorum kendimi çoğunlukla. Çünkü büyüdükçe hayallerimiz de güdük kalıyor, rengi soluyor, fakirleşiyor. Ev, araba, tatil kıskacında kalıyor. Oysa çocukken ne hayaller kurardık bir düşünsenize… Özlüyor insan çocukluğunu. Kendimi bu manada şanslı addediyorum. Yazarken çocuk yanımı, çocuk halimi yeniden keşfediyorum. Çocukların ağzından, gözünden yazmak çok kıymetli. Onların baktığı gibi dünyaya bakmayı önemsiyorum. Mutsuz çocukların yetiştiği bir dünya ne kadar iyi olabilirse o kadarlık bir dünyaya mahkumuz.
OKURKEN UTANALIM İSTİYORUM
“On Dokuzunda Lastik Ayakkabılarla” hikâyesinde Ali İsmail Korkmaz’ın katli, “Tersine Kurulmuş Saatler”de Soma faciası var. Okurken karnımıza yumruk yerken, siz yazarken nasıl hissettiniz kim bilir?
Sindirilmesi kolay olmadığı gibi yazılması da kolay değildi elbette.
Hepimizin yaşadığı ve şahit olduğu adaletsizlikleri, haksızlıkları, yasları, zorbalıkları, acıları, kıyımları, yoksunlukları öykülere taşımak insanın elini kolunu çoğunlukla bağlıyor. Ama bir şekilde kaleme dökülmesi edebiyata konu olması gerektiğini hissediyor insan. Hakikate yeni soluklar vermek, derinlikler kazandırmak, gerçeğin boyutlarını eğip bükmek, acıya kulak vermek ve bunu okurla paylaşmak gerektiğine inanıyorum. Yoksa bu tür acı olaylar tarihin tozlu raflarında yerini alacak, gazetelerin üçüncü sayfalarında harcanacak, sosyal medyada bir iki gün gündemde kalacak ve sonrasında dijital çöplükte yok olacak. Oysa metnin yazınsal değeri ile birlikte edebiyatın tüm imkânlarını kullanıp onu öykü haline getirerek bir kitapta toplamak önemli zannımca. Kayda geçsin. Unutulmasın. Okurken vicdanımız, kalbimiz, içimiz sızlasın. Huzurumuz bozulsun. Utanalım istiyorum.
“Köşe Yastığı” ebeveyn eliyle yaşanan bir çocuk istismarına odaklanıyor.
Çocuk istismarı bu coğrafyada en çok duyduğumuz, karşılaştığımız ama önüne geçemediğimiz bir durum. En savunmasız, en kırılgan, en yalnız varlıklar çocuklar. Onlara değer atfetmeyen bir toplumda istismara da en çok uğrayan yine çocuklar. Öykülerden birinde bir kız çocuğunun kendi ailesi tarafından istismarı hikaye ediliyor. Yazarken o kızın bakışlarını, hislerini, duruşunu, hayallerini, yalnızlığını, tutunamayışını resmetmeye çalıştım. Onun tutunamadığı dallarız her birimiz.
Ülkedeki sosyolojik, siyasal, politik gelişmelerin silsile halinde her bir bireye nasıl sirayet ettiğini görüyoruz. Ülkenin herhangi bir toprağında yaşanan acı her yere sirayet ediyor. Bu gerçeği öykülerde de görüyoruz…
Elbette, etmesi de lazım. Bu öyküleri yazmak için sadece insan olmak, vicdan sahibi olmak, bir yürek taşımak gerektiğine inanıyorum, oralı olmak gerekmiyor yani. Buradan da oraların kırılmışlığını, yoksunluğunu, ağıdını yazabiliriz. Yoksa zalimlerden ne farkımız kalırdı? Buna tanıklık-şahitlik edebiyatı, toplumsal edebiyat, gerçekçi edebiyat vb. isimler verenler mevcut ama ben buna insani edebiyat diyorum. Bu öyküleri okumayı göze alanlar huzurlarının, rahatlarının bozulmasına, o çok konforlu koltuklarından kalkmaya niyetlenmiş olmalılar. Acılar paylaşıldıkça değer ve anlam kazanır. Memleketin neresinde acıdan, yastan, kayıptan, haksızlıktan, adaletsizlikten yana bir olay olduysa onu sadece yaşamış olanların değil hepimizin içselleştirip ortak olması önemlidir. Yazar olarak coğrafyanın doğusu, batısı demeden nerede vicdanımı kanatan, yüreğimi sıkıştıran, içime dokunan bir şey olursa onu yazmadan, paylaşmadan duramam. Oralıyım, buralıyım değil, ben acının
toprağından karılmış olduğuma inanıyorum.
“Denizkızı” yine bir öteki hikayesi… Düğümü sonunda çözülen hikâyenin sürprizi bozulsun istemiyorum. Yalnızca şunu söylemek isterim ki o hikâyede Virginia Woolf’un ölüm yürüyüşü canlandı gözümde…
O yürüyüş ara ara düşlerime, rüyalarıma sızıyor. Yazar olarak ne kadar büyük bir değerse, insan olarak da o kadar cesur bir kadın.
Kahramanımız artık dayanma ve tahammül sınırlarını aştığında, bu dünyaya dair tüm bildiklerini unuttuğunda belki de yeniden yürümeye başlıyor hiç bilmediği topraklara doğru. Öykü kendi yolunu buluyor.
“Uyku Sana Yalnızlık Bana”da anlatıcı, “Sana hediye ettiğim kitabı okusaydın ne biçim bir insan olduğumu anlardın” diye bir cümle sarf ediyor. Okuduklarımız değil belki ama beğenip başucu yaptığımız kitaplar kişiliğimizle ilgili ipuçları verir mi diye sormak isterim?
Elbette hediye etmekteki amacı aslında kendisi hakkında karşısındaki insana bir ipucu vermek. Belki de kendi odasının kapısını açacak anahtarı ona veriyor o kitapla. Her daim okuduğumuz, dönüp durduğumuz, başucu kitaplarını sevdiklerimiz de okusun, sevsin isteriz. Bu öyküde de kahramanın sevgilisine verdiği kitap aslında kalbinin kilidini açacak anahtar mahiyetinde. Baştan kırık bir anahtar belki de.
Öykülerin tamamına yayılan bir izlek var; gölgeler…
Gölgeler üzerine ne denir bilmiyorum. Gölgeler karanlığı çağırır benim için ve çelişkileri, hatta çatışmayı. O anın ruhunu da taşır. Gölge bir anlamda bilinçdışına yolculuk değil midir? Bilinmeyene duyulan özlem bir nevi yolculuk, kaçış.
Kitapta giriş, gelişme ve sonuca bağlanan üç şiir var. Kitaptaki seyri anlattığı gibi yaşamın da özeti gibi. Sırasıyla, Murathan Mungan “Kırmızı”, Ahmet Erhan “Bugün de Ölmedim Anne”, Ahmet Telli “Su Çürüdü”…
Dönemin en güçlü şairlerine ait üç şiir bir yanıyla kitabın anahtarları gibi benim gözümde. Kilidi açan üç şiir. Ne çok şey borçluyuz o şairlere. Ne yüce bir gönülleri var ki acıyı, yası, kaybı o beyaz sayfalardan bütün benliğimize bulaştırıyorlar.
Comments