top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

"Üveylik bir bataklık gibidir. Kurtulmaya çalıştıkça sizi daha da içine çeker."

Hatice Günday Şahman, Okan Çil ile son kitabı Üvey odağında söyleşti: "Geçmişi sağlam kurunca karakter de ete kemiğe bürünüyor, gelecek hikâyesi daha bir oturuyor."


Hatice Günday Şahman

Çeşitli mecralarda öyküleri, inceleme ve araştırma yazıları yayınlanan, 2017’de Onu da Sonra Anlatırım öykü kitabı ve Tezer Özlü: Bir Arayışın Peşinde romanının yanı sıra 2019’da Ölüler ve Seyyahlar isimli sesli romanı okurla buluşan, yazar-senarist Okan Çil ile Oğlak Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini alan yeni kitabı Üvey üzerine söyleştik.



Öncelikle kitabın ismi üzerinde durmak isterim. Üvey’in sözlük anlamına baktığımızda; yasaca akraba sayılan ancak aralarında kan bağı bulunmayan, öz olmayanı ifade etmesinin yanı sıra kendisine kötü davranılan şeklinde de bir tanımla karşılaşıyoruz. Siz hangi bağlamda Üvey’i isim olarak seçtiniz?

Hayatta herkesin kendini üvey hissettiği bir an vardır. Bunu bazen aile içinde, bazen arkadaşlar arasında, bazen de sevgilinizle baş başayken hissedersiniz. Bir anda tuhaf bir yabancılaşma içine girersiniz; oturduğunuz koltuk, tokalaştığınız el, baktığınız göz bile rahatsız eder sizi.


Kitapta üveylik hem gerçek hem mecazi anlamda mevcut. Üstelik sadece ana karakterler için değil, neredeyse her karakter için. Hatta bir karakter halini alan dönem ve mekân için de geçerli bu. Karakterler adım adım üveyleştiklerini fark ettiklerinde önce kendilerini, sonra birbirleriyle olan ilişkilerini sorgular hale geliyorlar. Doğalı da budur; binbir türlü soru sarar insanın etrafını. Birinden kurtulunca bir başkası yakanıza yapışır. Üveylik bir bataklık gibidir. Kurtulmaya çalıştıkça sizi daha da içine çeker; hepten kimsesiz bırakır.


Bunun ilk akla gelen örneği, Cezmi’nin fırıncı Karatekeli ile eşi Raziye Ana’nın üvey evladı olma meselesidir. Raziye Ana iki çocuk düşürmüş, mahallede adı uğursuza çıkmış bir kadın. Bir çocuk gördüğünde, aman lanetim bulaşmasın diye perdeyi çekip içeri kaçıyor. O derece. Karatekeli Cezmi’ye, “Sen bize değil, biz sana muhtacız a oğlum,” diyor. Acaba kim kimin üveyi?



Minyatür Türkiye olduğunu söyleyebileceğimiz Karabağlar semtinde geçen kişisel öykülerin toplamından büyük resme ulaştığımız, artalanda siyasal ve toplumsal olayların, olguların, dönüşümlerin incelikle işlendiği çok katmanlı bu romanı yazma düşüncesi nasıl doğdu? Ana meseleniz neydi? Ve yazma süreci nasıl gelişti?

Ben İzmir’de doğup büyüdüm. Çocukluğum Karabağlar’da geçti. Semtin de, şehrin de türlü halini gördüm. Uzun zamandır bir İzmir romanı yazmak istiyordum. İlk etapta romanı sadece İzmir Yangını etrafında kurmayı düşündüm. İşin içine Yunanistan’dan gelen muhacirler eklenince kurgu biraz daha büyüdü. Ben de önünde durmadım. Nihayetinde ortaya yaklaşık 100 yılı işleyen bir roman çıktı.


Bunu “Sabah”, “Öğle”, “Akşam” şeklinde üç bölüme ayırdım. Her bölümde ailenin bir neslini işlediğim için buna “Dede”, “Baba”, “Torun” da diyebiliriz. Kitap, içinde bulunduğu toplumsal koşullarla beraber değerlendirilince daha da genişledi, başlangıçta tasarladığım İzmir Yangını’nı hayli aştı. Yangın bir temel olarak kaldı. Yeni kurulan şehir, yeni kurulan ilişkiler yangının üzerine inşa edildi. Bu yüzden de biraz karanlık ve is kokulu bir iş ortaya çıktı.



Roman uzun bir zaman dilimini kapsıyor ve farklı özellikte pek çok karakter var. 31 Mart olayını, mübadeleyi, İzmir yangınını, darbeleri, sağ-sol çatışmasını yaşamış insanlardan ve onların çocuklarından, torunlarından söz ediyoruz. Arka kapakta “Hasılı, hepsi yaşadıkları semte, Karabağlar’a benzerdi; Karabağlar gibi tekinsiz, Karabağlar gibi içten pazarlıklı…” şeklinde belirtilen farklı düşünce ve davranış yapılarına sahip roman karakterlerinin oluşum sürecinde kendinize nasıl bir yol haritası çizdiniz?

Evet, roman biraz kalabalık; irili ufaklı elliye yakın karakter var. Yola çıkarken nasıl bir atmosferde neler yapacağımı az çok biliyordum zaten. Ana karakterlerimin geçmiş hikâyelerini kurarak başladım. Neden bilmem, geçmiş her zaman beni daha çok ilgilendiriyor. Zaten romanda sık sık geri dönmemin sebebi de bu. Geçmişi sağlam kurunca karakter de ete kemiğe bürünüyor, gelecek hikâyesi daha bir oturuyor.


Beri yandan, yaklaşık 100 yıllık ve İzmir’in pek çok yerine girip çıkan bir roman bu. Hal böyle olunca bu kadar büyük bir şeyi üç beş karakter arasında döndürmenin iyi sonuç vermeyeceğini hissettim. Sonra tabiri caizse sokakta dolaşmaya başladım. Nerede, ne yapacağımı biliyordum elbette, ama karşıma kimin çıkacağını pek düşünmedim. Böyle olunca da pek çok karakterle karşılaştım. Hepsi de bulundukları dönem ve ekonomik koşullar dahilinde bir üveylik yaşıyorlardı. Onlarla bazen ana karakterimle beraber aynı anda tanıştım.



Mübadele sonrası para karşılığı ikinci eş/besleme/hizmetçi olan, hırsızlık yapan Gülşah gibi geçmiş dönemlerde yaşamış karakterlere ilişkin gözlem yapma olanağınızın olmayışından yola çıkarak, hangi kaynaklardan beslendiğinizi de öğrenebilir miyiz?

Mübadele ve İzmir’in kurtuluşuyla ilgili çok sayıda tez ve kitap var. Biraz derine inince, enflasyon sebebiyle ekmeğin bile ne kadar zam aldığını görebiliyorsunuz. Ben biraz daha sokağa inmeye, orayı görmeye çalıştım.


İzmir 9 Eylül’de kurtuluyor. Yani şehir kışa hazırlanıyor. İzmir Yangını’yla şehrin önemli bir kısmı yanmış, ticaret hayatı neredeyse yok olmuş durumda. Belediye sistemi, vergi ve denetim çöküyor. Karaborsa ve seyyar satıcılık artıyor. Enflasyon ve sokak kanunları da cabası. Şehirdeki suç çeteleri yangın harabelerinde saklanıyorlar. Muhacirler böyle bir İzmir’e geliyorlar. Hiç de öyle herkesin birbirine kucak açtığı bir durum yok yani.


Hal böyle olunca her türlü pisliğin, kötülüğün yaşandığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Gülşah özelinde bir şey söylemem gerekirse, onu, pek çok yerde karşımıza çıkan ağlak, çaresiz kadın karakterlerden biri yapmayı başından beri istemiyordum. Ancak bu denli derinleşeceğini ben de tasarlamamıştım açıkçası.



Karakterlerle ilgili olarak bir soru daha yöneltmek isterim. Ana karakterlerden Cezmi “Ben iyi bir insanım Abbas Ağa, bütün iyiler kadar iyiyim, ama sen sen ol, iyilere güvenme, onlar aslında çok kötüdür,” diyor. Karakterleri nesnel bir şekilde zaaflarıyla, kusurlarıyla, gölgeleriyle, karanlık yönleriyle yansıtmışsınız. Karakterle özdeşlik ya da tam tersi karşıtlık da kuramıyoruz. Onları öyle davranmaya iten koşulları, nedenleri ya da sonraki dönüşümlerini öyle bir aktarıyorsunuz ki duygudan duyguya sürükleniyoruz. Romanı kurgularken özellikle neden böyle bir tutum benimsediniz?

Cezmi haklı bence. İyi insanlar aslında çok kötüdür. Bunu herkes kendine yorabilir. Sorsanız hepimiz iyiyiz, ama içimizden geçenler neler neler.


Bu fikri bütün karakterlere, hatta semtin kendisine oturttum. Hiç kimse iyi değil. Hiç kimse ideal değil. Ancak bu onların küllen iyi ya da küllen kötü oldukları anlamına gelmiyor. Bir sapık çok iyi bir arkadaş olabilir, bir katil çok şefkatli bir baba olabilir. Hatta çoğu zaman da böyledir. İnsanlar vicdanlarını bir şekilde yumuşatmak için başka bir yerden çok iyi şeyler yaparlar.


Mesela İbram Çavuş. İzmir’in kurtuluşunda savaşmış, alkolik olup sokağa düşmüş biri. Çocukları onu terk etmiş, karısı kendini asmış. Meyhaneci İrfan’la kavga ederken, “Ben cephede Yunan’ı memleketten kovmaya çalışırken burada hepiniz bir olmuş, benim karıyı sikiyordunuz!” diyor. Burada kim iyi? Ya da şöyle sorayım: Burada kim kötü?



Romanda dört kuşağı kapsayan evlatlık, üveylik de olmak üzere kopuşlar, kayıplar, küslükler, kaçınılmaz çatışmalar çerçevesinde işlediğiniz farklı baba-oğul ilişkileri var. Son kuşak oğul Yiğit’in İbrahim’e baba demesiyle, “Bir kelimenin sanıldığından daha büyük anlamlara geldiğini ilk o an fark etti İbrahim,” cümlesinden hareketle, öz ya da üvey “baba” kavramının neden bu kadar güçlü bir anlamsal değere sahip olduğunu öğrenebilir miyiz? Ve kitaptaki baba profilleri üzerine neler söylemek istersiniz?

Cezmi’nin üveyliğiyle Yiğit’in üveyliği arasında bir fark var bence. Dolayısıyla bir baba olarak Karatekeli ile İbrahim arasında da fark var. Üstelik tek fark bu değil. Arada yaklaşık yüz yıl var.


Karakterlerin konumları ve hayattan beklentileri, hissettikleri üveyliğe verdikleri tepkileri de belirliyor. Bence onlar sadece gerçek anlamda üvey değiller. Onlar pek çok konuda üveylik yaşıyorlar. Gerçek üveylik bunlardan sadece biri.


Bir sosyal statü olarak baba olmak her zaman netameli bir şey olagelmiştir. Bununla ilgili sürüsüne bereket şey yazıldı çizildi. Benim ilgilendiğim kısımsa çaresizlik ve hayal kırıklığıydı. Her baba-oğul ilişkisi bu denge üzerine kuruludur. Bir zaman biri ağır basar, bir zaman diğeri.



Romanın ana eksenlerinden birini oluşturan “Göç” olgusu üzerine konuşalım. Kitap “İnsan her yere sığardı; bir şehre, bir kalbe ya da bir mezara,” cümlesi ile başlıyor. Sonraki bölümlerde “Sanki bir kürek köy köy gezerek hepsini köklerinden söküp kaldırmış, önce gemiye, sonra da İzmir’in orta yerine atıvermiş gibiydi,” şeklinde ifade ettiğiniz Selanik’ten gelen “macırlar” ve karşılaştıkları zorlukları yansıtırken, Suriyeli göçmen Afo’nun yurtdışına kaçmak isteyen Yiğit’e söylediği “Nereli olduğun önemli değil, kaçaksan kaçaksındır. Bütün göçmenler, kaçaklar tek bir ırktır,” cümlesinde ifade bulan somut anlamda göç dışında “İnsan her şeyden kaçardı; bir ölümden, bir hayalden, bir de kendinden,” cümlesinin işaret ettiği sembolik göçler, yolculuklar, kaçışlar var. Bu ifadelerden yola çıkarak göç, aidiyetlik, eğretilik kavramları ve göç edebiyatı ile ilgili olarak düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?


Göç, sığınmacılık, kaçaklık da bir üveylik halidir. Üstelik bu üveylik birey olarak sizi yok sayar. Bir prototipe hapseder. Böylece lokalize edilir, yalnızlaştırılır, bazen de suça itilirsiniz.

Bütün göçmenler, sığınmacılar, kaçaklar eşittir. Tabii içlerinden bazıları daha eşittir. Ancak burada zenginlerden bahsetmiyoruz. Yoksullar ve çaresizlerse konumuz onların hepsi tek bir ırktır. Öyle muamele görür. Özellikle 20. yüzyılın sonlarından itibaren yaşananlar da bunu bize gösterir.


Beri yandan, üveylik gibi kaçaklık da hem gerçek hem mecazi anlamda ele alınıyor kitapta. Bütün karakterler bulundukları halden kaçma, bazen fiziken bazen duygusal olarak başka bir yerde bulunma arzusu içindeler. Cezmi bunu fark ettiği için, “Kendinden daha fazlasını beklemeyi bırak. Başka türlü mutlu olamazsın,” diyor oğluna.



Sosyopolitik okumalara açık karakterlerin (burada üç ayrı müezzin karakteri özellikle dikkat çekiciydi) yaşamlarının yanı sıra fırının bakkala, kahvenin çay bahçesine, ülkü ocağına, kafeye dönüşmesi gibi mekânlar üzerinden mahalle güzellemesi yapmadan Karabağlar’da ve elbette ülkede yaşanan değişim ve dönüşümleri tasarlarken, kurguya yerleştirirken nelere dikkat ettiniz? Bu ayrıntıları romana bir bütünlük yakalamak için mi eklediniz, yoksa toplumsal iklimi, dönemi yakalamak için mi?

Herhangi bir karakteri, mekânı ve olayı toplumsal ve tarihsel bağlamı haricinde ele almak, hikâyeleştirmek bana hatalı gelir. Çünkü mutlaka eksik bir şey kalır ve bu eksiklik sizin inandırıcılığınızı etkiler.


Roman uzun bir zaman dilimini kapsadığı için semtin ve şehrin yaşadığını değişimi karakterlere de yansıtmam gerekiyordu. Ya da karakterlerdeki değişiklik semti ve şehri yavaş yavaş değiştiriyordu. Bu karşılıklı etkileşim karakterlerin aşka, arkadaşlığa, düşmanlığa bakışlarında hissedilir bir fark yarattığı gibi, semtin ve şehrin mimari yapısını da belirliyor.

Her bölüme yerleştirdiğim müezzin hikâyeleri ise geleceğe yönelik öngörülerde bulunuyor. Dinin ve dindarların bu ülkedeki değişimini benim penceremden etap etap anlatıyor. İlk bölümde Türkçe ezan zorunluluğu işleniyor. İkinci bölümde 12 Eylül dönemine geçiyoruz. Burada sistem tarafından susturulan, hatta sistemin çıkarları doğrultusunda hareket ettirilen bir dindarlık söz konusu. 2000’lerden sonrasını işleyen üçüncü bölümdeyse devletin başına gelip bütün kadrolara yerleşmesinin ardından istediği gibi at oynatan bir dindarlık mevcut. Buna bir din simülasyonu da diyebiliriz tabii.



Cezmi’nin Gülşah’a karşılıksız, Selma ile Murat’ın yarım kalan, duvarda Murat’ın yarım bıraktığı sloganı “Faşizme Karşı Seni Seviyorum Selma!” diye tamamlayan İbrahim’in “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı anıştıran aşkına ve Yiğit ile İlayda’nın tanımsız ilişkisi üzerinden aşka dair ne söylemek istersiniz?

Burada da aşkın üveyliği karşımıza çıkıyor. Aşk, olan, tamamlanan bir şey değildir. Her zaman oluş halindedir ve bu durum vakit ilerledikçe -hemen herkesin deneyimlediği gibi- negatif bir yönde seyreder. Taraflardan birinin bilinçli veya bilinçsiz şekilde ipin ucunu bırakması diğerinin omzundaki yükü arttırır. İnsanı üveyleştiren şey de işte bu yüktür.

Romandaki aşklara baktığımızda da -tıpkı şehir ve şehirdeki her şey gibi- onun da ciddi bir dönüşüm geçirdiğini görüyoruz. Aşk, aşka bakış, aşkı yaşayış biçimi dönemden döneme farklılaşıyor. Ancak yanlış anlaşılmasın; burada amaç ucuz bir geçmiş özleminin peşine takılıp günümüzü yermek değil. Sosyal ilişkilerdeki farklılığa parmak basmak. Zira söz konusu aşk olunca, bazen günümüzün fuckbody’liği geçmişin türlü acı içinde yaşanan aşklarından daha tercih edilesi olabilir.



Üvey çok katmanlı bir roman olunca, sorular genellikle içeriğe dair oldu. Yazım tekniği açsından baktığımda kaleminizi kamera, daha çok da bir omuz kamerası gibi kullandığınızı düşündüm. Görsel bir diliniz var. En baştan itibaren Cezmi mahallede ekmek dağıtırken küfesinin yanına sanki kamera yerleştirmiş gibi evlere, yaşamlara, zihinlere girip çıkıyoruz. Karakterleri genellikle eylem halinde ve hikâyeyi diyaloglar üzerinden yansıtıyorsunuz. Kurgu film karesinin bir anlığına durdurulup geçmişe ve geleceğe sıçramalardan sonra tekrar bugüne dönülmesiyle akronik olarak ilerliyor. Bu sinematografik dil yetkinliğinizin dizi ve film senaristliği yapmanızla bağlantılı olduğu tespitime katılır mısınız? Senaryoyla edebiyat ilişkisi, etkileşimi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Senaristliğin getirdiği bir yazı dili alışkanlığı var muhakkak. Ancak metni tamamen buna yaslamadım. Evet, görsel yazma muhakkak ki pek çok yerde işi kolaylaştıran/güzelleştiren bir durum, ancak farkında olmadan da sizi tek bir yere sıkıştırabilir. Yani sadece görsel düşünerek kendinizi tam anlamıyla ifade edemeyebilirsiniz.


Bunu en güzel örneğini Marquez’de görebiliriz. Marquez, her ne kadar harika romanlar yazmış olsa da bir senaryo geçmişine de sahiptir. İlk dönem kitaplarında bunun etkisini görürüz. Ancak sonra bir şeyi keşfeder ve şöyle der:

“Her zaman muazzam görsel gücü sayesinde kusursuz ifade gücüne sahip mecranın sinema olduğuna inanmıştım. Yüzyıllık Yalnızlık’tan önceki bütün kitaplarımı bu kesinlik köreltti… çünkü romanın sonsuz imkânlar barındırdığının farkına vardım.”

Önemli olan dengeyi yakalamak sanırım. Bu da biraz seyir esnasında ortaya çıkan bir şey.



Yiğit’in, “Umut da en az para kadar gerekliydi ve en az para kadar sabırla, dişten tırnaktan arttırılarak biriktiriliyordu,” cümlesine katılıyor musunuz? Son dönemde bireysel ve toplumsal anlamda çok ihtiyaç duyduğumuz olumlu değişimler yaşanacağına dair umudunuz var mı? Bununla bağlantılı olarak, edebiyatın bu sürece nasıl bir katkı sağlayacağını düşünüyorsunuz?

Umut dile getirilmese de çoğu zaman vardır. Her sabah o yataktan kalkmak bile umudun bir göstergesidir. Siyasal ve ekonomik anlamda ülkece maruz kaldığımız baskı ve zorbalık hepimize illallah dedirtiyor, doğru. Böyle olunca da gözümüze kara perdeler iniveriyor. Ancak umut etmekten, mücadele etmekten başka çıkar yol yok.


Şüphesiz ki edebiyat da mücadele alanlarından biridir. Tabii bunu söylerken sloganlar atan, ille de ille umut pompalayan metinler yazmamız gerekiyor gibi bir şey söylemiyorum. Yazdığımız metnin toplumsal bir karşılığı -biz istemesek de- var. Mühim olan, buna nereden, nasıl yaklaştığımız üzerine düşünmek bence.


ÜVEY

Okan Çil

Yayınevi: Oğlak Yayıncılık, 2022

Tür: Roman

254 s.

bottom of page