top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Hicvin bilimkurguyla iç içe geçtiği bir anlatı

Aylin İlkim, N. Can Kantarcı’nın ikinci romanı, İDÜK üzerine yazdı: "Bilimkurgusal bir öğenin bu topraklarda işin bilim kısmından nasıl kademe kademe soyutlandığı üzerine bir metin olmaya çalışıyor İDÜK."



Baştan söylemek lazım: Çevirmen ve yazar N. Can Kantarcı’nın Tepemizdeki Gölge’den sonraki ikinci romanı (novellası?) olan İDÜK, dağınık bir kitap. Ama şunu da hemen eklemeli sanki: metnin dağınık olmama gibi bir iddiası da yok zaten. Tarafgir bir görevlinin yazdığı bir raporu okuduğumuzu anlıyoruz kitabın başından itibaren. Neden bahsediyor peki bu rapor?

Boğaz’ın sularında bir gecede yükseliveren, kısaca “fallik” diyebileceğimiz, seksen doksan metre uzunluğunda, dikey bir yapının yükselmesinden. Halk arasında bir süre sonra “İdük” adını alan bu yapı, İstanbul’un neredeyse her yerinden görülebiliyor. Sadece görülmekle de kalmıyor, aynı zamanda etrafındaki belli bir çapta tuhaf etkiler yaratıyor. Baş ağrısı ve kusmalara neden olan bu tuhaf yapı, bir süre sonra fark edildiği üzere, İstanbul’un yine etrafındaki genişçe bir bölgesindeki toprağın, suyun ve havanın temizlenmesine neden oluyor.


Neden peki?

Nedenini başta bilmiyoruz, hikâye ilerledikçe öğreneceğimizi umuyoruz. Ama bir süre sonra pes edecek duruma geliyoruz: çünkü bu yabancı cismi incelemek üzere kurulan Yabancı Cisim Dairesi, maalesef İdük’ün ne olduğuyla pek ilgilenmiyor. İstanbul’un havası, suyu ve toprağının temizlenmesinden edinilecek siyasi rant, her şeyden üstün geliyor zira. 

Kente turist akını hâlihazırda fazlayken, iyice katlanıyor. Boğaz farklı balık türlerinden geçilmez oluyor. Hava, ne kadar kömür yakılırsa yakılsın “mis gibiliğinden” bir gram ödün vermiyor. Ama ne oluyor? Neden peki bütün bunlar? İDÜK tam da bu “neden” arayışının bu topraklardaki beyhudeliği üzerine bir metin. Herhangi bir şeyi yüzeysel değerlendirmekte üstümüze olmadığının altını çizercesine, eşelenmeden öylece kalıyor İdük’ün sırları. 


YACİDA’nın basiretsizliği karşısında bir şeyler yapma ihtiyacı duyan bazı vatandaşlar, çevreciler, gazeteciler ve hikâyeciler peşine düşüyor gerçeğin. Gerçeğin peşine düştükçe, İdük’ün sağladıklarının göründüğü gibi olmadığı, hatta görünenin ufak bir kısmı olduğunu yavaş yavaş hissetmeye başlıyor okur. 

Ve bir süre sonra, İdük’ün tohumunun ilk düşüşüne tanık olduğunu iddia eden yaşlıca bir karakter kendini hissettirmeye başlıyor anlatıda iyiden iyiye. Hayat adlı, yaşsız bir yaşlılığa sahip bu kadının anlattıklarını kulak arkası edemeyeceğimizi bir süre sonra çok net bir biçimde anlıyoruz. Hayat bir anlamda, kitapta anlatılan, Tanrı’nın seçilmiş mekânı olduğunu bir anda bağrından çıkıveren dikilitaşımsı bir nesneyle idrak ettiğini zanneden ülkenin kayıp vicdanı. Her şeyi hatırlıyor. Hatırladıklarını bölük pörçük olsa da anlatmaya çalışıyor. Ama maalesef, çok geçe olana dek onu dinleyen pek çıkmıyor.


“Çok geç olana dek” burada kilit bir noktayı oluşturuyor. Çünkü İDÜK’ün dağınık derdi, aslında bu yabancı olduğu hemen baştan belli olan cismin yabancılığıyla, burada nasıl oluştuğuyla ve neden burada oluştuğuyla ilgilenmek değil, çünkü kitabın evrenini dolduran insanların öyle bir derdi yok. Ya da pek azının var. Ülkedeki hemen her şeyde olduğu gibi, eğer gidişat iyiyse, o gidişatın neden öyle olduğuna dair en ufak bir sorgulama görmüyoruz. İdük de bu bakımdan kelimenin tam anlamıyla tüy dikiyor İstanbul’un kalbine. Ancak başta da belirttiğimiz gibi, bu oldukça fallik bir tüy. Kentin bağrını yararak yükselen ve tüm dikliğiyle dört bir yana kendini ilan eden bu yabancı cisim, kendisinden nemalanan ataerkil düzene de tuhaf, parodik bir ayna tutuyor kaçınılmaz olarak. 


Bilimkurgusal bir öğenin bu topraklarda işin bilim kısmından nasıl kademe kademe soyutlandığı üzerine bir metin olmaya çalışıyor İDÜK. Bunu yer yer başarıyor, yer yer ise sırtını yasladığı dağınıklığa fazlaca güvenip odağını kaybettiği oluyor. Hicvinin büyük oranda işlediği söylenebilir ama hüznünün biraz daha kendisine alan açmayı başarmış olmasını dilerdi bu okur. Çünkü her ne kadar yaşananlar dağınık olsa da, edebiyatın matematiğinin zarafeti kendini bize hissettirmek ister. İDÜK bu zarafete parça parça yer verirken, bir noktada kendi anlatısına kendini fazla kaptırıyor. 


Ancak şunun altını çizmek lazım: hicvin bilimkurguyla bu kadar iç içe geçtiği nadir Türkçe anlatılardan birini sunuyor bize İDÜK. Türkiye’de gitgide sayısı artan bilimkurgu türündeki çalışmaların içinde de kendine has bir yer tutmayı başarıyor. 


İDÜK

N. Can Kantarcı

İthaki Yayınları, 2024

Tür: Bilimkurgu


bottom of page