Hiç yazılmayacak romanlar, güzel elbiseler, tanrıçalar ve birtakım ölümler
- Nilay Kaya

- 8 dakika önce
- 5 dakikada okunur
Nilay Kaya, Marian Izaguirre'nin İspanya'nın otuz yıllık tarihini ve süregiden bir gerilimi içinde barındıran, aynı zamanda aşkın gizli kalmış yönlerini ve kadınların özgürleşme mücadelesini derinlemesine ele alan romanı Pek Çok Kışın Ardından üzerine yazdı: “Izaguirre, Ferrante'yi andırır bir biçimde, Yunan ve Roma mitolojisini anlatı zanaati ve feminist bakış açısı bağlamında işlevsel ve estetik olarak etkin bir biçimde kullanır.”

Altmışlı yılların ortalarında Madrid'i sarsan gizemli bir cinayet: Salamanca semtinde lüks bir evde bir kadın ölü olarak bulunur. Cinayetten hareketle geçmişe gideriz. Bir zamanlar, Bilbao yakınlarındaki bir sahilde, Balenciaga'sını giyerek sosyeteye sunulma hazırlıkları yapan genç bir kız vardır: Henar Aranguren. Her akşam balık tutmak için iskeleye gelen işçi sınıfı bir ailenin oğlu Martín'e delicesine âşık olmuştur.
İmkânsız bir aşkın peşine takılan Henar ile Martín ceplerinde hayalleriyle, Bilbao'dan Madrid'e kaçarlar: Martín'in hayali en kısa sürede başarılı bir yazar olmaktır. Elbette bu noktada, benzer dünyalardan gelip yazar olma hayalinin peşinde koşan John Steinbeck'in unutulmaz kahramanı Martin Eden'a selamlarımızı gönderiyoruz. Henar ise yaratıcılığını ve yeteneğini daha en başından konuşturduğu moda dünyasında yol almak ister. Ancak yoksulluk, sınıf atlama hırsı, Franco rejiminin yarattığı ve pekiştirdiği muhafazakâr bir toplumun sert yargıları, çiftin arasında aşılması güç çatlaklara neden olmaya başlayacaktır.
Marian İzaguirre'nin 2019'da İspanya'da yayımlanan, Delidolu Yayınları'ndan ise Murat Tanakol'un güzel çevirisiyle 2021'de Türkçeye kazandırılan Pek Çok Kışın Ardından, İspanya'nın otuz yıllık tarihini ve süregiden bir gerilimi içinde barındıran, aynı zamanda aşkın gizli kalmış yönlerini, sinema kostümlerinde dikiş sanatını ve kadınların özgürleşme mücadelesini de derinlemesine ele alan bir roman.
El Correo'dan Álvaro Soto'nun aktardığına göre, 60'ların Madrid'i, bir çiftin tiyatro bileti alabilmek için yaylı yataklarını rehin verebileceği bir yerdir. "Bu, bana anlatılan gerçek bir anektodtur. İnsanlar fakirdi ama meraklıydı ve her şeyin tadını çıkarırdı," diye açıklıyor bu dönemi Basklı yazar Marian Izaguirre. Pek Çok Kışın Ardından'ın kahraman çiftleri işte bu Madrid'e taşınır ve sınıflar arası bir aşk hikâyesinin kahramanları olurlar. Ne var ki İspanya'nın 60'larında başlayan, 70'leri bile göremeyen bu aşk, sosyal gerçekliğin ve sınıf bilincinin tokat gibi vurduğu asri bir zamanda ancak müstehzi bir Romeo ve Juliet hikâyesi olabilir. O yüzden de Pek Çok Kışın Ardından, göründüğünün aksine, bir aşk romanı değildir. Ne de bir polisiyedir.
Keza roman en afili film noir'ları aratmayan bir cinayet sahnesiyle açılır. Sinemanın parıltılı dünyasında nefes alan bir kadın, sabahlığı içinde kafasına bir Diana heykelinin vurulması suretiyle son nefesini verir. Ama romanda bir dedektif göremeyiz. Cinayeti tam olarak kimin, neden işlediğini de öğrendiğimizi söyleyemeyiz. Bunun yerine, kendi geçmişlerine ve büyüme serüvenlerine bakan iki karakteri yetişkinlik zamanlarında kendi ağızlarından dinleriz. Izaguirre okuyucunun her iki bakış açısını da görmesi ve otuz yıl süren bu ilişki hakkında kendi sonuçlarını çıkarması için, iki karakterin sesini birbiriyle değiştirerek, anlatı zamanında sıçramalar da yaparak kullanır. Önce Martín'in sesiyle başlar. Henar o noktada kavrayışı kıt küçük bir zengin kızı, sadece "güzel elbiselerin kızıdır". Okuyucu olarak Henar'ı yavaş yavaş keşfeder ve büyütürüz.
Romanın gerilim hattı (cinayet) ile geniş bir zamana yayılan toplumsal panoramanın iç içe geçmesi, karakterlerin içselleştirilmiş toplumsal cinsiyet rollerini ve bunlarla hesaplaşmalarını göstermek için kullanılır. Bu temalar, anlatıcı sesler ve zaman dilimleri paralel olarak ilerler. Olay örgüsü Bilbao ve Madrid'den başlayarak bizi Girit'e; oradan başka bir adaya, Finlandiya'nın Turku'suna, Buenos Aires'e, Hollywood'a, Granada'ya götürür. Henar'ın mesleği, yani uluslararası ölçekte onu tiyatro ve sinemanın önde gelen kostüm tasarımcılarından biri yapan sanatı terzilik, romanın örgüsünün birebir patronu olur. Kelimeler iğnelerle dikilir; bir ters bir düz dikişlerle oluşturulan roman, edebiyat ve terzilik sanatının her zaman karşımıza çıkmayacak nitelikli ve hayranlık uyandırıcı bir örneğine dönüşür. Benzer işçilikleri ve metaforlarıyla akla Sevim Burak ve Elena Ferrante düşer.
Roman boyunca “estetik” — moda, sinema, sanat — kadınlar için bir ifade alanıdır. Ama aynı zamanda bu alanlar, patriyarkal toplumda kadın özgürlüğünün “zarif bir biçimde sınırlandırıldığı” mekânlardır.
Moda ve kadının erkek nezdinde nasıl algılandığına dair de bir sorgulamadır bu roman. Bir yanda kendini halihazırda bir entelektüel ve önemli bir yazar olarak gören, ama daha ilk denemede başarısız olup kendini bir yayıncı olarak bulan, başka yazar adaylarının kitap dosyaları altında ezilen Martín'i ele alalım. Aynı Martín, sanat olmak şöyle dursun, kıyafetler ve terziliği Henar'ın ve kadınların ıvır zıvır bir uğraşı olarak görür. Gerçek sanatı ancak erkekler, büyük büyük adamlar yaratır; kadınların ürettikleri ve üretim biçimleri olsa olsa oyalansınlar diyedir. Roman boyunca “estetik” — moda, sinema, sanat — kadınlar için bir ifade alanıdır. Ama aynı zamanda bu alanlar, patriyarkal toplumda kadın özgürlüğünün “zarif bir biçimde sınırlandırıldığı” mekânlardır. Henar'ın film yıldızı olan halası Cecilia’nın güzelliği sinemada bir araçtır; Henar’ın estetik duyarlılığı ve kostüm tasarımcılığı ise Oscar ödülüyle taçlandırılsa bile “zevkli bir kadının zararsız farklılığı” gibi görülür. Henar’ın kostüm tasarımcısı olması dramaturjiktir. Tasarım, sahne, görünürlük, kadın bedeninin kıyafetle biçimlendirilmesi ile ilişkili bir alandır. Kadın bir karakterin bu alanda varlık göstermesi, sadece “kadınlık rolü”nün aktörü olmasından daha fazlasını talep ediyor demektir: estetik, sanat, iş dünyası içindeki yer ve güce dairdir. Kıyafet/moda/kostüm tasarımı motifleri cinsiyet, beden, görünürlük açısından sembolik olarak ayrıca incelenmeyi hak eder.
Izaguirre, yine Elena Ferrante'yi andırır bir biçimde, Yunan ve Roma mitolojisini anlatı zanaati ve feminist bakış açısı bağlamında işlevsel ve estetik olarak etkin bir biçimde kullanır. Romanın başındaki cinayet silahı bronz Diana heykeli şu açıdan önemlidir: Roman boyunca tanrıça Diana, mitolojik bir araç olarak, Henar ve diğer kadın karakterleri hâleler, içlerine girer: Diana, romanın sonunda Henar’ın kendi kaderini yazabilen bir özneye dönüşmesinin simgesidir. Ormanda yaşayan, avcı, bakire (yani erkeklere ait olmayan) tanrıça Diana doğanın ve ay döngüsünün koruyucusudur, kadınların doğum ve bedensel döngüleriyle ilişkilendirilir, erkeklerin bakışından bağımsız, kendi alanında hüküm süren bir figürdür. Feminist kuram açısından Diana, ataerkil kültürde bastırılmış kadın özerkliğinin mitik biçimidir. Nitekim, Simone de Beauvoir, Hélène Cixous ve Luce Irigaray gibi kuramcılar, bu figürü kadın öznenin “erkek tanımından bağımsız” bir varlık olarak yeniden okumayı önerirler. Henar, Diana gibi çoğunlukla tek başınadır — ama bu yalnızlık, romanda bir yenilgi değil, yaratıcılığın ve özerkliğin alanı olarak sunulur. Diana’nın mitolojide “kadınlar arasında, ormanda” yaşaması, patriyarkal toplumsal yapının dışında bir kadın topluluğu fikrini de çağrıştırır. Henar’ın kadın arkadaşlarıyla (Başta Clara ve Cecilia; Rute, Gloria, Theodora ile) kurduğu bağlar, bu “dişil alanın” modern izdüşümüdür. Feminist açıdan Diana, “kadının erkeklerle değil, kendi cinsiyle ilişkilerinde özneleşmesi”nin mitik temsili olarak görülür. Henar’ın yalnızlığı bu biçimde okunabilir: Romantik ilişkiden çekilmesi, kendi yaşamını örgütlemesi ve yaratıcı emeğine yönelmesi — hepsi Diana’nın autarkeia'sına (kendi kendine yeterlik) denk düşer. Romanın başlığındaki “pek çok kış” ifadesiyle de uyumlu biçimde, Diana’nın ayla ilişkisi (doğanın döngüselliği) Henar’ın zamanla değişen kimliğine ayna tutar. Kadın kimliği, burada lineer bir “ilerleme” değil; tıpkı ay döngüsü gibi dönüşlü, yinelenen, ama her seferinde farklılaşan bir süreçtir. Bu, Hélène Cixous’nun “kadın yazısının döngüsel zamansallığı"(cyclical temporality) kavramıyla ilişkilendirilebilir: Henar’ın kimliği, patriyarkal tarihin doğrusal ilerlemesine değil, kadın deneyiminin iç ritmine uyar. Romanın erkek karakterleri (özellikle Martín) genellikle Henar’ın “ışığını” kısıtlayan ya da kendi düş kırıklıklarıyla onun özgürlüğünü bastıran figürlerdir. Bu anlamda Diana göndermesi, Henar’ın bu erkek merkezli dünyadan sembolik kopuşunu temsil eder: Diana’nın “avcı” kimliği, kadının artık kurban değil, eyleyen özne oluşunun göstergesi, moda teması ise kadın bedeninin yeniden sahiplenilmesine işaret eder, bir o kadar da sanat dünyasındaki toplumsal cinsiyet rollerini sorgulaya vesile olur.
Romanda bir o kadar maharetle işlenen ve ayrıca incelenmeye değer olan kader tanrıçaları Moiralar yahut Mireler, herkesin yaşam ipliğini düzüp, bazen söker ya da koparırken hayatta kimin kurban, kimin avcı olduğu sorusunun cevabının değişkenliği, bunun dönüştürülmesinin bireylerin kısmi iradesinde olduğu ama insan ötesi güçler düşünüldüğünde biz fânilerin hayatta ne yaparsak yapalım bir yere kadar mahir olduğumuz gerçeğini gözler önüne sererler. Delidolu Yayınları'na çağdaş edebiyatın bu önemli ismi Marian Izaguirre'i bizimle buluşturduğu için, -ayrıca Bir Zamanlar Hayat Bizimdi adlı romanı da Seda Ersavcı çevirisiyle yayımlandı- ve Murat Tanakol'a leziz çevirisi için teşekkür etmek gerekir. Bu romanın henüz İngilizceye çevrilmediğini belirtirsek, Türk okuyucularının şansı daha çok anlaşılır.













































Yorumlar