top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıSemrin Şahin

Yaratıcılık Ritüelleri 40 / Doğu Yücel: “En baştaki o saf, çocuksu, aşka yakın yazma tutkusuna tutunmaya çalışıyorum.”

“Tıkanmayı çözmek için aslında en başta üstünde çalıştığınız metni neden yazmaya başladığınızı hatırlamanız gerekiyor. O ilk fikirde, o fikri aklınıza getiren duyguda, kaygıda, o yaratıcı sürecin en başında ne vardı, sizi kağıda, kaleme, klavyeye götüren şey neydi… Onu hatırlayınca en yaman kilitler açılabiliyor.” Semrin Şahin, Yaratıcılık Ritüelleri söyleşilerinde bu hafta Doğu Yücel’i ağırlıyor.



Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?

Aslında geçmişe baktığımda her kitap öncesinde o dönem değişen hayat koşullarına göre şekillenen ritüellerimin ya da rutinlerimin olduğunu fark ediyorum. İzmir’deyken başkaydı mesela, İstanbul’a geldim değişti. Beşiktaş’ta yaşıyorken bir türlüyken Kadıköy’de başka türlü oldu. Şimdilerde şöyle oluyor; sabah erken öğretmen eşimi okula bıraktığım günlerde, yolda Radyo Eksen dinliyorum, dönüşte bir sesli kitap açıyorum, ona kulak veriyorum. Bu yazmaya beni hazırlayan bir tür egzersiz oluyor. Diğer sabahlarda ise masaya oturmadan önce ufak tefek fiziksel egzersizler yapıyorum. Ne de olsa, sağlam kafa sağlam vücutta bulunur demişler! 


Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?

Yaşıyorum, yaşamaz olur muyum! Sadece fikir bulmak, olayları ilerletmek gibi büyük meselelerde değil, bazen dilinizin ucuna gelen bir kelimeyi bulamamak gibi küçük meselelerde bile takılabiliyorsunuz. Seuss gibi bu tip durumlarda faydalanabileceğim şapka koleksiyonum yok; daha ekonomik, kendimce yöntemlere başvuruyorum. Evin içinde volta atıyorum önce. Evin içindeki nesnelerde arıyorum kilidi açacak anahtarı. Sonra pencereden bakarım. Derken kütüphaneme dönerim. Rastgele seçtiğim bir kitabı karıştırırım. Bazen bir şarkı açarım, sözlerini okuyarak onu dinlerim. 

Tıkanmayı çözmek için aslında en başta üstünde çalıştığınız metni neden yazmaya başladığınızı hatırlamanız gerekiyor. O ilk fikirde, o fikri aklınıza getiren duyguda, kaygıda, o yaratıcı sürecin en başında ne vardı, sizi kağıda, kaleme, klavyeye götüren şey neydi… Onu hatırlayınca en yaman kilitler açılabiliyor.


Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?

Zaman sorunu her zaman var maalesef. Çünkü bu işin doğası böyle, ne kadar zamanınız olsa da yetmiyor. Bunu tecrübe etmeyenlerin anlaması çok zor. Ama şöyle diyeyim, bazen bir kısa mesajı veya email’i yazarken bakmışsınız bir saat geçmiştir ya, bir roman onun gibi belki on bin, belki yüz bin mesajdan-mail’den oluşuyor. Zaman dışında büyük bir engelle karşılaşmadım aslında. Tabii başlangıçta, henüz bir editöre dosyamı okutamadığım, bir yayıneviyle anlaş(a)madığım dönemleri saymazsak! Ama o da bu işin olmazsa olmazı. Geçmeniz gereken bir sınav.


Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?

Ne güzel bir soru. Gerçekten durup düşündüm. Ben çok erken yaşlarda yazmaya başladım, ortaokulda bile karalıyordum birtakım öyküler. O yıllarda herhalde kendini ifade etme ihtiyacıyla, belki de biraz sıkıntıdan yazıyordum. Aklımdan geçen hayalleri kâğıda dökmek eğlenceli geliyordu. Bir de hikayeleri çok seviyordum, okuduğum kitapları, çizgi romanları, izlediğim filmleri, tiyatro oyunlarını… O eserler beni nasıl etkiliyorsa benzer bir etkiyi başkaları üzerinde yaratabileceğim ihtimali çok çekiciydi. Sonra hayata dair itirazlarım daha baskın bir hal aldı. Duygu olarak ise bir dönem hırs vardı. Bunu itiraf etmeli. Bir dergide öyküm yayımlanmadığında yayınlanan öykülere bakıp “bunu mu kabul etmişler peh” diye söylendiğimi hatırlıyorum. Belki bu hırs olmadan da olmaz, bilmiyorum. Ama şimdi hiç hırsım yok. Kendimi memnun etmek ve okurları hayal kırıklığına uğratmamak dışında hiçbir başarı hayalim yok. Sadece en baştaki o saf, çocuksu, aşka yakın yazma tutkusuna tutunmaya çalışıyorum. 


Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?

Erken yaşlarda bile yazmak için gündüzleri tercih ediyordum, ama tabii yine dönem dönem değişen hayat şartlarıyla şekilleniyor bu. Uzun yıllar bir müzik dergisinde çalıştım, o yıllarda işten eve döndüğümde yazmaya başlayabiliyordum, haliyle yazma sürecim gecenin ilerleyen saatlerine uzuyordu. Şimdilerde bir yandan bir ajansta redaktör olarak çalışıyorum ama pandemi sağ olsun, evden çalışıyoruz. O yüzden hep istediğim gibi sabah masama oturur oturmaz öykülerim veya romanım üzerinde çalışmaya başlayabiliyorum. Rutin olarak şunu söyleyebilirim: Sadece bana ait bir masada yazabiliyorum, bu aşmaya çalıştığım bir şey aslında. Bazı yazar arkadaşlarıma çok özeniyorum, havaalanında, bir aracın içinde, bir kafede ipad’lerinde yazabiliyorlar, ben bunu yapamıyorum. İllaki masamda, o eski, ağır, kocaman bilgisayarımda çalışmalıyım… 


Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…)  var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?

Bu soru beni bir ikilime götürdü. Elbette çok sevdiğim çok fazla eser var ama keşke ben yazmış olsaydım diyemiyorum. Çünkü o romanın, öykünün veya filmin fikri benim aklıma düşseydi, benim kalemimle başka bir eser olacaktı o. Misal, Hermann Melville’in Kâtip Bartleby’sine bayılırım ya da Dino Buzzati’nin herhangi bir öyküsü… onları ben yazmış olsam çok büyük olasılıkla da şu an onları başyapıt kılan çoğu şeyi içermeyecekti ve her şeyi geç, Türkiye’den biri yazdığı için o eserden milyonlarca kişinin haberi bile olmayacaktı. Bu yüzden nispeten az bilinen romanlar veya filmler için bu “keşke”yi yaşamak daha mantıklı. Misal Davetsiz Misafir diye çok az bilinen bir İspanyol gerilim filmi var, onun senaryosunu yazmış olmayı isterdim çünkü hem basit hem de çok yaratıcı bir çıkış fikri var. Ya da Müfit Özdeş’in Zoltrak isimli kısa öyküsü, bence yabancı biri yazmış olsa bilimkurgu-mizah klasiklerine girebilecek bir öykü. Öyküde uzay gemisi için belirgin bir materyal için yabancı gezegene inen bir adamı izliyoruz. Bir yaratıkla karşılaşıyor, ondan çok korkuyor. Uzun uzun ağzını tarif ediyor. Okur olarak siz de ondan korkuyorsunuz. Ama sonra o tarif edilenin insan olduğunu anlıyorsunuz, yabancı gezegen de dünyaymış. Ursula LeGuin’in “Karısının Hikayesi”ne benzer bir ters köşe var. Bu tip az insanın farkında olduğu ama yıllarca eskimeyecek fikirler ilgimi çekiyor.

Comments


bottom of page