top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Kendi evine varamamak: Demir Özlü

1950 kuşağı yazarlarından, edebiyatımızın kıymetli ve daima genç kalemi Demir Özlü geçirdiği kalp krizine yenik düştü. Söyleşilerinden ve kitaplarından alıntılarla, kısa bir Demir Özlü portresi hazırladık sizler için. Minnetle ve saygıyla…

“İstanbul’da doğdum. Dört yaşla on dört yaş arasında ailemle Batı Anadolu’nun ilçelerinde dolaştım. On dört yaşında İstanbul’a, liseye yatılı öğrenci olarak döndüm. On yedi yaşında gündüzlü öğrenci oldum.” İşte yazarlığa dair ilk hevesi bu yatılı lise yıllarında başlar Özlü’nün. Kabataş Lisesi’ndeki edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil’dir. Necatigil’in Alman romantik yazınını anlattığı dersleri Özlü için yepyeni bir kapı açar. İçindeki yazma ateşini fitilleyen, sıkça değindiği ve teşekkür borçlu olduğunu belirttiği Heinrich von Kleist’la bu sayede tanışır. İlk şiiri de bu yıllarda okul dergisinde yayımlanır. Yıllar sonra Behçet Necatigil Özlü için “Hikâyelerinin yapısını varoluşçu ve gerçeküstücü öğelerle oluşturdu, entelektüel ve esrarlı havasıyla yalın gerçekçilerin karşıtı bir yazar oldu,” diyecektir.

Fotoğraflar: Miko Özlü

Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girer, aynı dönemde Beyazıt’taki kahvehanelerde ve Baylan Pastanesi’nde toplanan kalabalık yazar grubuna dahil olur. Arkadaşlarıyla a dergisi ve Mavi’yi çıkarır. Bu yıllarda varoluşçuluk akımını benimser, arkadaşı Ferit Edgü ile birlikte bu akım için kuramsal bir arka plan oluşturmaya çalışır. Bu yıllarda yayımlanan ve varoluşçu öykülerini topladığı ilk kitabı Bunaltı hem yadırganır hem de çok ilgi çeker. 1961-62 yıllarında Onat Kutlar’la birlikte “bizim kültür başkentimizdir” dediği Paris’e gider. Türkiye’ye döndüğünde mezun olduğu üniversitede asistanlık yapmaya başlar ancak bir süre sonra siyasi faaliyetleri sebebiyle işine son verilir, bu uzun sürecek bir sürgünlüğün ilk işaretidir. Sakıncalı bulunur, tutuklanır, mahkûm edilir, ülkeyi terk etmek zorunda bırakılır, vatandaşlıktan çıkarılır ama bunları anlatmaktan hoşlanmaz. “1979’da küçük oğlumun yurdumuzdaki olaylardan rahatsız olması sonucu Stockholm’de oturmaya başladım. On yıl yurduma hiç dönmedim, dönemedim. Bana yapılan şeyleri anlatmayı küçüklük sayarım.”

Bu mecburi yurtsuzlaşmanın ardından pek çok Avrupa şehrinde yaşar, bu sürgünlüğün ve gezginliğin izleri yapıtlarında da görülür. Kentler ve sokaklar daha da belirginleşir, eserlerinin coğrafyası zenginleşir. Eserlerinde mekânların ve kentlerin önemli bir yer tutmasıyla ilgili şöyle der: “Kent yazarıyım. 20’li yaşlarımın başında çok Balzac okumuşumdur. İnsanlar kentleri yaratarak uygarlığa adım atmışlardır. Yaşadığı kent insanı biçimler. İşte böyle. Uygarlık –çeşitli düzeyleriyle– ancak kentlerde ortaya çıkar. Toplumsal özgürlük kentlerde ortaya çıkar.”

Farklı ülkeleri gezip farklı kültürlerden beslense de ilkgençlik yıllarının geçtiği, tutkuyla bağlı olduğu İstanbul’un ve Beyoğlu’nun özlemi yazdıklarına siner. Yıllar sonra “Bugünkü İstanbul estetik olmayan mimari yapısıyla da, oraya üşüşmüş nüfus yapısıyla da bizim İstanbulumuz değil. İstanbul’u özlüyorum dersem yalan söylemiş olurum,” der