top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

“Kim hayatı için böyle bir özet ister ki.”

Sedat Palut, Didem Ünal Demir ile ilk romanı, Bu Cenazeyi Bana Lütfeder misiniz? odağında söyleşti: "Dilerim ki okur da Esin’in o iç yolculuğuna tanık olurken; dışarıda bir göçe, uyumlanmaya, şivelere, kişisel-kamusal alan ayrımına ve yolsuzluklara, coğrafyanın dinamiklerine bir cinayetin izinden bakarak, gerek psikolojik gerekse sosyolojik tespitler eşliğinde farklı bir yolculuğa çıkıyor."



Kahramanımız Esin boşanmanın ertesinde İstanbul’un keşmekeşinden kaçıp Ege’ye yerleşir. Sakin bir hayat ararken beklenmedik, istenmedik bir cenaze töreninin ortasında bulur kendini. İç sesi hiç susmayan Esin, bu cinayetten kaçabilir mi?

Editör olarak kaliteli kitaplara imzasını atan Didem Ünal Demir’in adını, bu kez geç kalınmış bir romanın kapağında yazar olarak görüyoruz.


Didem Hanım Bu Cenazeyi Bana Lütfeder misiniz? bir ilk roman. Kendini gösteren, belli eden bir roman. Keşke başka romanlarınızı da okusaydım, hissiyle kitabı bitirdim… Bir ilk roman için neden bu kadar beklediniz?

Sorunuzla Behçet Necatigil’in şu güzelim dizelerini hatırladım: “Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları.” Bazı romanlar da zamanını bekliyor anlaşılan. Bu Cenazeyi Bana Lütfeder misiniz?’in size bu soruyu sordurmasına sevindim. Doğrusu otuz yıllık bir editör olarak, edebiyatımızın önemli isimlerinin kitaplarını –çoğunlukla onlarla birlikte çalışma şansı bularak– yayına hazırladım ancak yüzlerce kitaba girip çıkarken kendi romanımın kapısını aralayamadım. Temelde bir zaman meselesi bu. Yazdığım, yayımlanmış öyküler bile bu anlamda “damarlarında roman uçları taşıyan”, bir bakıma “zip’lenmiş” çalışmalar diyebilirim. Ezcümle, dar vakitte çok (ve nitelikli) iş yapma çabasındayken kendime dönebildiğim nadir bir anda çıktığını söyleyebilirim.


Roman kahramanımız Esin, İstanbul’dan Ege’ye taşınıyor. Bu taşınma, büyükşehir karmaşasından kaçma isteğinden mi yoksa insanın içindeki manevi boşluğun büyük şehirde bir karşılığı olmamasından mı kaynaklanıyor? 

Esin, hayatındaki büyük değişikliklerin içinden travmatize olmuş bir biçimde çıkıyor. Büyükşehir koşullarında depresyonu kökleniyor. Nihayetinde “İstanbul’un kalabalığından, gürültüsünden, fiyatlarından ve fay hatlarından” kaçmaya karar veriyor. Aslında bu çıkış noktası, büyükşehirden kaçmayı düşünen pek çok kişinin ortak hissiyatı. Nitekim “ruhum da cüzdanım da zaten İstanbul’da daha fazla tutunamayacağımı söylüyordu” derken İstanbul mücadelesinin ne kadar büyük olduğunu tarif ediyor. Bir yanıyla da kırsalda doğanın iyileştirici gücüne tutunmak istiyor; köy-kent karşılaştırmalarındaki tespitlerden biri olan “‘Bu da geçer ya hu’ toprakları: Toprak alıyor her şeyi, toprak veriyor her şeyi. İstanbul’dan sonra hayatımın fon rengi griden yeşile dönüyor burada,” ile de bunun altı iyice çiziliyor.


Kahramanımız temizlikten hoşlanmıyor. Psikoloğu anneye bir tepki olarak yorumluyor bunu. Bu kayıtsızlığın temel kaynağı nedir? Esin, hayatını da çok “temizlemeye” çalışmıyor açıkçası.

Esin temizlikten hoşlanmıyor değil aslında, temizlemek için yaptıklarının berhava olmasından şikâyetçi. Emek verdiği şeylerin muhafaza olmasını istiyor aslında ama temelde hiçbir şeyi koruyamıyor. “Zaten öteden beri temizlikle uğraşmayı hiç sevmem. Suya yazı yazmak gibi. Uğraşıp didinirsin, sonra hep öyle kalacak zannedersin ama anında tozlanmaya başlar nankörce. Bir kere gözüne takılmaya başladı mı da hep batar. Öğretmen emeklisi annem hayatında düzene koymak istediği hiçbir şeyi gönlünce yapmayı başaramadığından olsa gerek, kendini –durmaksızın– evi temizleyip toparlamaya adamıştı. Buna rağmen tatmin olamamıştı. Çocukluk hafızamda annem çoğunlukla Gripin kadını gibi durur. En olmadık şeylerde bile çamaşır suyu lekesi vardır; çocukluğuma dönüp Rorschach testi yapabiliriz yani.” Bununla birlikte kendi hayatına dair temizliğe girişmiş; o çabalarının da berhava olmasından korkmasına rağmen bir psikologdan destek alıyor ve değişim-dönüşüm uç veriyor. 


Esin, psikoloğu ile konuşurken, “komşularımla pek konuşmuyorum, çabuk gitsinler”, diyor. Belki konuşsa gerçekten giderler. İç dünyası gibi çenesi de kuvvetli aslında… Neden konuşmaktan kaçınıyor?

Depresyon bambaşka bir ruh hali; kimseyle sıkı fıkı olmak istememek, hele de yeni insanlarla kaynaşma enerjisinin yokluğu çerçevesinde çok anlaşılır bir şey. Meraklı davranan “yeni komşulara” istediklerini vermeyi reddediyor aslında, kendine dair konuşmuyor sadece. Nihayetinde Esin depresyonda; sarsıcı bir boşanmanın etkilerini atlatmaya çalışırken hayatındaki artçı sarsıntılar devam ediyor. Zaten romanın başında etraflıca tarif edildiği gibi, temel derdi yalnız kalabilmek. Kendini dinleyebilmek için bir tür inziva beklentisiyle geldiği yerde küçük yerin coşkusuyla karşılaşan, başta onlardan da kaçmaya çalışan asosyal bir karakter. Kendisini güler yüzlü gösteren yüz felci nedeniyle de sıkıntılı zaten, sadece psikoloğuyla online görüşüp kendini tamire çekiyor. Zıtlıklarla beslenen metaforik bir anlatı. O yüzden en trajik anlarda bile ironi var. Yoksa Esin kendini anlama ve anlatma yolunda da çaba harcayan bir karakter ki bu seanslarda ele alınan rüyalarla da yerini bularak sorunuza yanıt oluyor.


Yine psikoloğu, “ihtiyacı olana yetiştiğini söylüyorsun, ancak zorda kalmadıkça da aramamalarını istiyorsun,” diyor Esin’e. Esin “Issız bir kadın” mı?

“Issız adam/kadın”ın temel tarifine Esin uymuyor bence. Çünkü “bağlanamama sorunu” yok; çok uzun bir evlilikten çıkmış yalnız kadın olarak “bağlanmama tercihi” var. Yeni bir yerde yeni insanlarla ilişkilenebilecek gücü de isteği de yok; üstelik göç ettiği bu yerdeki iletişim biçimlerini de yadırgıyor zaten. Yavaş yavaş tanıyıp anlıyor ve kendini konumlandırıyor kitabın sonuna doğru. 


Modern insan biraz da kendinden kaçmak için başka şeylerle ilgileniyor günümüzde. Esin’in ölümlerle ilgilenmesinin temel sebebi bu olabilir mi?

Esin’in kendinden kaçmadığını, rüyalarda ve psikoloğuna kendini tarif edişlerinde, üstelik aldığı tavsiyelere uyma çabasında görüyoruz. Büyükşehir keşmekeşinden kaçıp kendini dinlemeye gelmiş zaten. Karakter şöyle tarif ediyor kendini: “Asosyal demişken; sarkastik yanını babasından, şüpheciliği ve detaycılığı muhtemelen anne tarafından alan kahramanımız, çocukluğundan beri kimsenin fark etmediği küçük ayrıntılara düşkündü. Bu yüzden, yeniden başladığı antidepresanların yan etkilerine rağmen koruyabildiği acımasız bir ironi duygusu vardı: Ağzından çıkamayan sözler beyninde komik bir diyaloğa dönüşürdü. Tahammül ayarları oynadığında onu ayakta tutan muhtemelen buydu. Senaryoda iç seslerin daha çok yer tuttuğu bu film, şimdilik benzersiz sıkıcılıkta bir kara komedi.” Psikoloğunun öğütlerine kulak vererek depresyondan çıkmaya, sağalmaya çalışıyor ve merak duygusunu diri tutmaya çalışıyor, ilgisini dış dünyaya açmaya çabalıyor çünkü “Bilgi yedikçe acıktıran iştah açıcı bir meyve gibi.” Nihayetinde merak duygusunu sürekli kamçılayan bir anlatıya okur da aynı hislerle katılıyor. Çünkü küçük yerde insanlardan kaçsanız bile dedikodular gelip sizi bulur; biraz dikkatliyseniz yerinizden bile kalkmadan, bir cinayeti dahi adli makamlardan önce çözebilirsiniz. Herkes konuşmaya çok gönüllüdür: “Valla cinayet olsa oturduğun yerden çözersin; burada bir verandaya çık iki el salla, gelsin gönüllü şahitler, ihbarnameler, iddia makamları...” Böylece Esin, fark ettiği küçük şeylerin peşine düşüyor. Zira “Bu bana daima iyi gelir işte, canlı veya cansızlar üzerinde fark edilmeyen detayları görmek!” ile iyice anlıyoruz ki kendinden kaçmıyor, öyle bile görünse sonunda yine kendini bulmasına dönük bir etki yapıyor. Dilerim ki okur da Esin’in o iç yolculuğuna tanık olurken; dışarıda bir göçe, uyumlanmaya, şivelere, kişisel-kamusal alan ayrımına ve yolsuzluklara, coğrafyanın dinamiklerine bir cinayetin izinden bakarak, gerek psikolojik gerekse sosyolojik tespitler eşliğinde farklı bir yolculuğa çıkıyor.


BU CENAZEYİ BANA LÜTFEDER MİSİNİZ?

Didem Ünal Demir

Everest Yayınları, 2025

Tür: Roman

224 s.

Comments


bottom of page