top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Buralardan gitme, buralar gitsin!

"Başına ne gelir kaygısı taşımıyor, fevri alınan kararları, hayata geçirirken karşılaşılacak, o olası buruntuyu hesaba katmıyordu."


Fatih Altınbeyaz


“Evvelce umursamadığı, acımasızca görmezden geldiği yüksek ruhlu bir kadına, âşık olma gafletine nasıl düşmüştü? Üstelik yüreği burada, seninleyken, palas pandıras gitmeye nasıl cüret edebiliyordu?” Mekân, Ayvalık Otobüs Terminali… Pamukkale Turizm otobüsünün 41. koltuğuna ayırtılmıştı yeri. Aslında burnunun dibinde olan, eli yüzü düzgün muavini, kesif hisler ve sabırsız gözlerle başka taraflarda aramaktaydı. Bavullarını bir türlü koyamayıp, bakışları ister istemez sana kaydığından, gölgesiyle, geçmişiyle, seninle kıyasıya kavga etmekteydi. Ağzını doldura doldura sayıp dökmeyi marifet sandığından binbir türlü küfrü ipe dizmekteydi.


Alt taraftaki ana caddeyi aykırılamasına kesen betonarme üst geçidin üstünden, iki kişi, bir konu üzerinde tartışarak inmekteydi. Gelenlerin önlerindeki, kalın gövdeli, yüksek çamların, iğne yaprakları arasında, bir tehlikeden ürkmüş serçeler daldan dala atlamaktaydı.


Gökyüzünde Ayvalık’ın simgesi kargalar vardı; alaylar hâlinde, zeytin bahçelerine, Cunda’ya doğru hüzünle uçuyorlardı. Öte yanda, otobüsün birinin beyaz gömlekli kaptanı, şikâyetlerini sunmakta ısrar eden bir müşteriye sinirlenmemek için gayret sarf ediyordu. Değişik modelde ve renkte bir sürü araç peronlara yanaşmıştı. Orta boy çantalar, tıka basa valizler, ağızları bağlanmış tek tük çuvallar bagajlara konmayı bekliyordu. Yazıhane görevlileri de ellerinde evraklar son hazırlıklarını yapmaktaydı. 


Bir sonbahar akşamı eşlik ediyordu bize. Denizden gelen imbat, terminaldeki kasvetli havayı, bir yerlere gitmek için hazırlanmış, tedirgin insanların yüzlerine taşıyordu. Senden, kara üzüm gözlerinden, oynadığınız çocukça oyunlardan, birlikte gezdiğiniz Ayvalık sokaklarından, Hamidiye Camii önlerinden, balıkçı lokantalarından ve onun için kutsallığını, hâlâ ve her şeye rağmen koruyan günlerden kopuyordu. Başına ne gelir kaygısı taşımıyor, fevri alınan kararları, hayata geçirirken karşılaşılacak, o olası buruntuyu hesaba katmıyordu. Acele yapılan işlere davetsiz iştirak edecek, müstehzi gülümsemeli şeytanî durumu da önemsemiyordu. Korkarım, bazı şeyler ilk defa bu kadar keskin, çıplaktı. Bu ayrılık, birbirinize olan düşkünlüğünüzü katlayan, ufak tefek şeyleri ortadan kaldıran tepkilere benzemiyordu. Bu sefer, o eski sınırları belli küsüp barışmalardan, bazı konularda fikir ayrılığına düşüp faydalı uzaklaşmalardan ve olmazsa olmaz tavır yapmalardan ayrıydı her şey. Asıl önemlisi, bu paldır küldür eylem, akıbette senin için anlı şanlı bir dönüşü barındırmayacaktı.


Yalnız, yarım yamalak yola düşmüştü, ne var ki kemiklerin içine işlediği için kazınması imkânsız hâle gelmiş kanser gibi seni de bedeninde götürüyordu. Üstüne üstlük gittiği yerde, çok değil bundan birkaç ay öncesine ait güzel günleriniz, anılarınız vardı. Her yerde karşısına çıkan, gölge gibi köşe bucak peşindeki yaşanmışlıklardan nasıl kurtulacaktı? Ruhi mekanizması ve fikir yürütme kabiliyeti işlemez olmuştu. Biten şeylerin, yoz, soysuz olduğunu idrak etmeye başlasa bile kararını hayata geçirmeliydi. Yakınlarda olmazsa, Cumhuriyet Meydanı’nda, Taş Kahve’de seninle karşılaşmazsa, ansızın birilerinden sana dair haberler almazsa ve elinde olmadan etrafında dolanmazsa senden kopmasının daha çabuk ve külfetsiz hallolacağı hissine kapılmıştı. Ok yaydan çıkmıştı bir kere, senden çekip gitme hedefini on ikiden vurmak üzereydi. Zehirli bir kama huysuzluk edip kınına girmiyor, yüklenip kinini akıtacak, ikinizin ortak şeyler barındırdığı bir kalp, geçmiş, ruh arıyordu.


Ortada ayın on dördü gibi bir gerçek vardı. Giden buralar değildi, bendim. Sen de bana, o çok sevdiğimiz Feridun Düzağaç şarkısındaki gibi: “Buralardan gitme, buralar gitsin, sen gitme. Gitmek çözecekse ve biri gidecekse, buralar gitsin, sen gitme!” diyemiyordun. Gerçi sen engel olmaya çalışsan, ellerini kaldırıp önüme geçsen, “Bedenimi çiğnemeden olmaz,” deyip dört gözle affını beklesen, kulak asar mıydım sana? Çünkü kolum kanadım kırılmış, dalım budağım kör testereyle kesilmişti. Daha kötüsü olmadan, haysiyetim ayaklar altına alınmadan gereğini yapmalıydım. 


Sen de söylemlerinin üzerimde meydana getirdiği hâlleri anlamıştın. Pabucun pahalı olduğunu biliyordun. Hatta o an, değişik hislerle ortalıkta dolaşan yolcuların, üst geçitten itişip kakışarak gelenlerin, ağaçlarda tünemek üzere olan serçelerin ve gökyüzünde dolanan binlerce karganın, orada ve gerçek olduklarına inandığın gibi, verdiğin zararın, ruhumda açtığın boşluğun farkındaydın. Boğazımın tıkanıp öksürmeme sebep olan olay bardağı taşıran son damlaydı. (Kırgınlıkla yere fırlatılan telefon, deri cüzdan satan dükkân vitrinine atılan yumruk, sağ elin ayasından fışkıran kan…)


Kelimelere döktüklerinin arkasında sinsice ifade etmediklerin de olduğunu gayet iyi biliyordum. Beni alaşağı eden esas bunlar olmuş ve hepsinden ayrı ayrı anlamlar çıkarmıştım. Diyecek çok söz vardı lakin rüzgâr kayadan ne koparabilirdi. Hep içlerinde neler gizlediklerini merak ettiğim uzun kirpikli gözlerinde bir telâştır almış yürümüştü. Şehla bakışlarında, korku, panik ve geleceğe dair ağdalı merak vardı. Bir önceki akşam, aldığın kararları, kaynağını başkasından alan bir tür özgüvenle, M. Emin Süner Pasajı’nda suratıma çarpsan da içinde çetin bir çatışma yaşadığın, adını koyamadığın hislerinle büyük savaşlar verdiğin belliydi. Doğru bir hamle yapmak, ortayı bulacak sağduyulu bir adım atmak istiyordun. Belki de ileniyordun kendine, bana öykünerek kulplu küfürler ediyordun ancak ne yapmaya kalkışsan elinde kalacaktı. Bazı şeyler senden geçmişti. 


Ocak bardağı gibi kararmış bir suratla, sırtıma aldığım yırtık heybemde bir yığın cam kırığıyla senden ayrılırsam, “Başım dara düşerse ben ne yaparım?” diyor, hâlâ kendi geleceğini düşünüyordun. Kireç gibi geçmiş bir yüzle bana bakıyor, ben bagaj fişi alma bahanesiyle senden kaçtıkça, kafamı diğer insanlardan tarafa çevirdikçe yanıma geliyordun. Hep havada kalan bir şeyler mırıldanıyordun.

“Erken gitmene sebep ben miyim? Kurban Bayramı’nda Ayvalık’a gelecek misin?” 

Birinci sorunu es geçip ikincisi için, “Belki!” dediğimi hatırlıyorum. Hiçbir şeyin önemi kalmamıştı artık. Aramızdaki bağı çok önemsediğimizi belli eden hassasiyetlerimiz ve parçanın büyük tarafını birbirimize uzatmalarımız bile, öylesine söylenmiş ‘belki’nin içine sığdırılabiliyordu.


Beni uğurlamaya gelenlerle, maksat muhabbet olsun diye o gün sabaha karşı Detroit Pistons ile Indiana Pacers arasında oynanan Amerikan basketbol tarihinin en olaylı maçından bahsediyordum. Hakemler, takım elbiseli iri yarı görevliler araya girmiş, kavga yatıştırılmış. Gözlüklü, genç bir taraftar, saha kenarında iki seksen uzanan Ron Artest’in kafasına içecek tenekesi fırlatmış mı? Ron Artest ve Pacers’li arkadaşları tribüne çıkıp önlerine geleni - tıpkı senin, bizim olan her şeye yaptığın gibi - birer yumrukta indiriyorlarmış. Çocuklarıyla birlikte maç seyretmeye gelmiş anneler, babalar arada kaynıyorlarmış. Olayların müsebbibi Ben Wallece başı çekiyor, mahsus ortalığı karıştırıyormuş. 


İçin kan ağlarken belli etmemeye çalışmak, asap bozucu laflara, temelsiz sohbetlere katlanmak zorunda kalmak… Etrafımızdakilerin, sanki ağız birliği etmiş gibi, “Neden susuyorsun, eski şakacı havandan eser yok, ilk defa gidiyor gibisin İstanbul’a. Sen Ayvalık’a henüz beş gün önce gelmedin mi?” diyerek onu sorguya çekmeleri… Bizimki gelen eleştirilere cevap yetiştirirken, sen babetlerine bakıyor, “Ben ne yaptım, demek ki diğerlerinin fark edeceği kadar kötü,” diyerek kendini suçluyordun. 

Yakınları, arkadaşları, İstanbul’a ilk defa gitmiyor olsa bile sonbaharda daha bir alımlı olan Ayvalık’tan, bir kimlik sahibi Cunda’dan ayrılmasının ona dokunduğunu zannediyorlardı. Sonuçta gittiği yer senin eğitimini sürdürdüğün İzmir gibi, yolu düşenin, üniversite hastanesine gelenin uğrayacağı bir memleket değildi.


İşin garibi, bir sürü ihtimal havada uçuşurken içlerinden biri bile, aranızda bir tatsızlık olabileceğini düşünme cesareti gösteremiyordu. “Galiba aralarında sıkıntı var,” diye zihinleri meşgul etmek şurada dursun, dahası sana gıpta ediyorlardı. “Bankacı Burcu Hanım, müstakbel eşi, geleceğin ünlü yazarı, Sayın Berk Atahan’ı uğurlamaya gelmiş, ne kalender bir davranış,” diyorlardı. Çünkü siz, sargılı bir eli bir kenara bırak, o güne kadar, kimsenin aklına, olumsuz bir düşünce getirmesine fırsat vermeyecek kadar, kusursuz ve riyadan uzak bir görüntü veriyordunuz. Fesat nazarlarından, kem gözlerden, fitne fücurlardan korkmuyor, Cennet Tepesi’nde birlikte rüzgârın saçlarını tarıyor, oradan Şeytan Sofrası’na çıkıp şeytanın ayak izine para atıp dilek tutuyor, Âşıklar Tepesi’nde mola verip, inlere, cinlere, kurtlara, kuşlara, su perilerine ve denizkızlarına enikonu nispet yapıyordunuz.


O an gücünü toplayıp, paramparça olmuş kalbinin sızısını dindirebilseydi, muhtemelen sana, şöyle seslenirdi: “Sen var ya sen; beni, sana olan, sınırlarını ayarlayamadığım meylimi ve neyi niçin yaptığımı anlamadın. Ya da sen benim içinde olduğum durumu hiçbir zaman bilemezsin. Çünkü bunun olması için, rolleri değişmemiz gerekiyor. Bir sevginin getirdiklerini ve senden aldıklarını iyi bilmelisin. Delicesine kalmak isterken, yüreğini kanatarak, pestenkerani bir şeyleri sorun ederek, biricik sevdiğinin yanından gitmen gerekiyor. Bana gerçek manada hak vermen için, bazı güzellikleri altın siniler içinde bulmamalısın. Sorumluluk sahibi olacak, elde etmek için çaba göstereceksin. Öyle tepeden inmeyle olmuyor işler. Bir şeylere taş atıp kolunu yormadan sahip olunca, kazandıklarına gereken değeri vermedin sen. Asla senden kopamayacağımı, daha çok seven tarafın ben olduğumu bildiğin için, istediğin gibi davrandın bana. Oysa iç dünyamda yaşadıklarımı bir bilebilseydin. Ah, ben bir hissiyatımı dillendirip, bırak içli sözlerle anlatmayı, en özensiz değerlendirmelere dökebilseydim? Heyhat, her şey boştu artık. İçimde Abbas Sayar misali çelimsiz bir yılkı atı delice koşuyordu, aldığı mahmuz darbelerinin hıncıyla âdeta uçuyordu ve bir müddet sonra çatlayacaktı? 

Yakın anlamlı kelimelerle benzer cümleler kurduğumu biliyordum ama çok şey mi bekledim senden? Elini vicdanına koy, parçaları birleştir, yaşananları bir bütün olarak tahayyül et. Böyle mi yapman, vereceğin tepkinin bu denli ağır mı olması gerekirdi? Yanında, sebebini bilmediğim bir çıtkırıldımlık, suçluluk içinde olduğumu bilmiyor muydun? Yazık, dünyadaki herkesten beklerdim, fakat senden değil. Ne kadar üstüne düşerdim, yüzüne, gözlerinin içine bakardım. Sendeki en ufak bir değişmeden, öylesine söylenmiş savruk bir sözden büyük mefhumlar çıkarırdım. İnsanlardan, hayvanlardan, olası tehlikelerden hatta muhayyel varlıklardan bile korurdum seni. Bir gün seni hastaneye yatırdıklarında benim de elimden ayağımdan can kesilmişti. Ağladığında sebep olanın karşısına dağ olup çıkardım. Bir sen vardın hayatımı manalı ve yaşanılır kılan. O aydınlık günleri hatırlasana. Birkaç gün görüşemememizin sonrasında gözlerindeki tebessümü aklına getirsene. 

Ben, paylaştığımız küçücük şeylerle yetinebiliyor, ufak gelişmelerden büyük mutluluklar çıkarabiliyordum. Bana verdiklerin kâfiydi, fazlasını istemeyi ar sayıyordum. Sen de suratıma bir tokat atınca, üstüne eski günleri karıştırıp bir safsataya körü körüne inanınca, başımı hangi yabancının omzuna yaslayacaktım? Gayri yanında yakınında yaşayacak cesaretim, özgüvenim ve metanetim olmadığından ölümün, yaşamın, kavganın ve ruhsuz suratlarla ekmek peşinde koşmanın şehrine gidiyordum; İstanbul’un saçakları altına sığınacaktım. İçimdeki maçça yaraları sarıp sarmalamayı ve düştüğüm duruma, her şeyin bir yalan olduğuna yazıklanmayı bir başıma deneyecektim.

Oysa nice ayrılıklar görmüştük biz, nice vuslatlar… Yalnız bu defa hepsinden başkaydı. Elimde kalan yaşanmışlıklar, ceplerimde kül yığınları ile Abbas yolcuydu. Hayatındaki asılı olduğum yerden, kendi imkânlarımla iniyordum. Seni, Ben Wallece’a benzeyen o kasıntı ile baş başa bırakıyordum. Bir yabancıydım bundan böyle, sana uzaklardan bakacaktım. Hoşça kal, şahsında, hayatımı allak bullak ettiğim. Kol kanat gereyim derken kendim edip kendim bulduğum, elveda!”

“Evet, aşağıda kimse kalmasın. İstanbul’a gidecek sayın yolcularımız, hareket saatiniz geldi!” diyordu bir görevlinin çatallı sesi... Bu sözler, çentilip sivriltilmiş bir kazık gibi kalbine saplanıyordu. Herkesle gözü kapalı vedalaşıp bindiği otobüs, yarım bir manevra yaparak dönüyordu. El yordamıyla yerine ilerlerken, koltuklara ve yolcuların omuzlarına çarpıldığını senin gördüğünü fark edince solgun yüzüne hınzır bir gülümseme yayılmıştı. İçinde bulunduğu azap hâlini, sana doğru dürüst anlatamamanın verdiği açlıktan ve hazımsızlıktandı herhâlde bu. Düş kırıklığının büyüklüğünü, bu savrulmalar, ayakta duramamalar belki biraz olsun sana anlatmıştır diye ümit etmişti. 

Vay garibim, ayrılık acısı, nedamet, zehirli bir çökeltiydi şimdi. Baş dönmesi ile birlikte bulanan, yağ kaynatan midenin sersemliği altındaydı. “Hey, muavin, bir bardak su vermeyecek misin bu yorgun, boğazı kurumuş yolcuya,” diye bağırmak istiyordu belki de ama görevli genç yine gözden kaybolmuştu. Otobüsün dışında, hepimiz ona el sallıyorduk. Aralarında olanları kavramalarına rağmen farkında değilmiş gibi yapıp çelebilik gösteren hısımı akrabası, onu tekrar görebilmek, son defa el sallamak için ayak parmaklarının ucuna kalkıyordu. Bir ara canını dişine takıp dışarıya baktı. Senin gözlerinde, bir şeyleri hâl yoluna koymadan çekip gitmesine inanamamanın şaşkınlığını, ürpertisini ve kestiği cezanın yerini bulduğunu görmek istiyordu. Otobüs Ayvalık’ı geride bırakıp Edremit’e doğru ilerlerken ağlayabilmek için neler vermezdi neler. Evvelce reddettiği, zalimce görmezden geldiği onurlu bir kadına delice tutulma ve sonra, yürütemeyip her şeyi eline yüzüne bulaştırma gafletine nasıl düşmüştü? Üstelik yüreği burada, seninleyken, palas pandıras nasıl gitmişti? Yazarlık gibi büyük hayaller kurduklarına ne bakıyorsun sen? Hakikaten bazı erkeklerde çüke sürecek akıl yoktu...  

bottom of page