Öykü: Emanet
"Kaybolmak... Hayatın sunduğu açık artırmada ne de çok taliplisi vardır onun."
İlknur İşcan Kaya
Gözlerime çektiğim şu karayı, ipek bir gerdanlık gibi uzayıp giden nadide yapılarla özdeşleştirme çabam da nereden çıktı, bilmem. Hadi eskiden onların, boşlukta gezinen astronotlara, şöminesinden odun eksilmeyen, buram buram mutluluk saçtığı düşünülen, çok uzaklarda onları bekleyen evlerini işaretlediğine inanılırdı. Hoş, şimdilerde bu teorinin dahi geçersiz bir mitten ibaret olduğu anlaşılmışken, benim nefesimi tutmak pahasına çizdiğim bu çizginin anlamı ne? Sırtımda, benden oldukça usanmış çantamla beraber çıktığım safari gezisinde paramparça olmuş kalbim, içimi keşfetmeye gelen, meraklı bakışlarıyla saldırmak için an kollayan, keskin bakışlı vahşi bir vaşağa mı davetiye yoksa kırıkları bitmeyen mutfağımda, kanayan ellere, ayaklara yenilerini eklemeye mi... Yok. Benim kömür karası gözlerim ve kalbim, kaybolmak, belki de topyekûn yok olmak için karaya çalınıyor, biliyorum. Kaybolmak... Hayatın sunduğu açık artırmada ne de çok taliplisi vardır onun.
Of, şu botlarım da vurmasa, büründüğüm masala büsbütün inanacağım. Sürmeli gözlerime, şişkin ve pembemsi elmacık kemiklerime ve kartımla mağaza arasındaki değişdokuşa konu olan tiril tiril mevsimlik elbisemin albenisine. Oysa hiçbiri benim değil sanki, emanet gibi taşıyorum. Sadece onları mı? Hayat’ı da...
Uzun zamandır böyleyim... Borçlarını yüklendiğim ev, kontağını çevirdiğim araba, güzelliklerinde kaybolduğum çiçekler, emanet gibi. Bir tek, evet bir tek önceleri hobi olarak yaptığımı düşündüğüm, şimdilerde alışkanlığa dönüştürdüğüm vazgeçilmezim, yamaçlardan aşağı süzüldüğümde bana sonsuzluğu yaşatan paraşütün iplerine sımsıkı sarıldığımda hissediyorum var olduğumu. Ne olursa olsun, hayat ipi de kolay kolay bırakılamıyor galiba, diyorum o zamanlar. Hayat nereye giderse gitsin, daima peşinden sürüklüyor insanı. Ve anladım ki, kırkıma giderken ben, ondan kolay kolay -sahiden- vazgeçilmiyor.
Belki de adım Hayat olduğundan... Hiç şikâyet edemedim hayatımdan. Yaşamalıydım öylece, sorgulamadan. Güneş yaksa da, kızgınlıkla dağlasa da uzuvlarımı, yüzümü, ruhumu sessizliğe gömmeliydim. Öyle de yaptım. Yağmur yağdığında çalışamayan arılarına verip veriştirenler gibi olamadım hiç. Yerden yükselen ya da yukarıdan inen, hatta bir keresinde evime dolan çamura bulansa da bedenim, hayallerim, o ince ince yağarken yaşadığım romantizmin nedenini kimsecikler bilemedi. Her kış günü, geceden hazırlık yaparak, sabah kaygan pistiyle ve soğuk sürpriziyle buluştuğum beyaz büyünün etkisiyle yerle bir olduğum yolda, düşmeden -tek bir gün- işe gittiğimi bilmem. Belki de erkek olarak doğmalıydım ve adım da ‘Savaş’ olmalıydı. Ancak annem, terzi söküğünü dikemez misali, çalıştığı hastanede başıma biriken hemşire arkadaşlarıyla adımı koyarken, hayatın bana hazırladığı sürprizleri bilemezdi elbette. O, kendisiyle gurur duyan sarrafın, enfes bir mücevheri sunduğu gibi babamla ortak kurdukları yuvaya beni takdim ederken, şimdi kendimi nerelerde ve ne kıymette görüyorum, hayret verici. Hayat kadınlar için bir savaşa dönüşmemeliydi.
Gün aşırı içlerinden çıkamadığım dosyalarda kayboluyor, kazandığım ve kaybettiğim davaların her an çetelesini tutuyorum. En son birlikte yürümek için çıktığım yolda, beni yarı yolda bırakan yol arkadaşımla görülen davayı ise, hiçbir yere koyamadım. O davayı kazandım mı, kaybettim mi? Bilemiyorum. Hâlâ masamda.
Yol arkadaşım... Oysa bana içinde mutlulukla yaşanacak yıllar, gülümsemesi bitmeyen çocuklar ve yemyeşil bahçesi ile harika bir gelecek çizdiğinde ve bunu simgeleyen cümleleri süsleyerek bana armağan ettiğinde, ne kadar da inandırıcı gelmişti vaatleri. Beni hiçbir zaman yalnız bırakmayacak, biricik sığınağım, yıkılmayan dayanağım olacaktı(?) İnanması güç değildi ancak yanılmıştım işte. Pek çok kadın gibi.
Gözlerime karalar değil, pembeler, turkuaz renkli ışıltılar değmişti o zamanlar. Çoktandır, hem yol arkadaşımla hem de o cümlelerle ayırdım yollarımı. Nihayet ikisine de çok fazla anlam yüklediğime kanaat getirebildim (?)
Deniz yine dalgalı bugün; köpük köpük. İçinde taşıdığı huzursuzluk yüzüne yansıyor. Arabadan indiğimden beri, bedenimi üşüten, ruhumun ise kayıtsız kaldığı poyraz eşlik ediyor yalnızlığıma. Telefonda içtenlikle “Buluşalım” dedi. “Konuşacak neyimiz kaldı ki?” dedim.
İşte, biraz ileride bekliyor. Mavi gözlerini göremiyorum, deniz gibi onlar da dalgalı mı, yoksa haftalar sonra dinginleştiler mi? Bana ne ki bundan? Çabucak bitse, ne söyleyecekse söylese de tamamen bitse her şey.
Karşısındaki, buz kesmiş masayı ve sandalyeleri göstererek, otur, diyor. Havalar soğudu, gerek yok, diyorum. Gözleri kopacak bir fırtına öncesi sessizliğiyle bana bakıyor. Grileşmiş, deniz gibi... Yürüyelim o hâlde... Kabul ediyorum. Hesaplardan, borçlardan, alacaklardan, bizi birbirimize bağlayan ve aramızda kalan son bir kaç bağı koparmaktan bahsediyor. Sanki bana serenat yapıyormuş gibi gülümseyerek, ayaklarımı vuran botlarıma bakıyor ve onu dinliyorum. Gülümseyişimi alayımsı kabul ediyor olacak ki, ona her baktığımda o da garip garip yüzüme bakıyor. Sonra, hayat... Hayat, diyorum. Sözlerimi zoraki söylenmiş ve saçma, mevzuları alengirli buluyorum. Kendine gel, diyorum yuvarlak cümleler kurduran beynime. Ne yazık ki, camdan zarifçe kendini aşağıya bırakan berrak bir su damlası değilim, birilerini içtenlikle selamlayan bulutlar ve senin için kanat çırpmaya hazırlanan mutlu mu mutlu bir kelebek de. Kendine gel, oyunu bırak Hayat!
Havaya inat ellerim terliyor. Sanki bedenimden yükselen alevler sarıyor etrafı. O, bendeki bu hâli fark ediyor. Güçsüz omuzlarımdan tutuyor. Sarsarak, “İyi misin,” diyor. “İyi değilim, iyi değilim. Nasıl iyi olabilirim? Birlikte çıktığımız bu yolda yalnız kaldım. Çıkışını bulamadığım dünyanın karanlığından çok mutsuzum. Ve sen ne söylersen söyle, ben anlayamadan bütün sözlerin boşlukta siliniyor artık. Kulaklarım uğulduyor. Bizi karşılaştıran tesadüfleri tamamen silmek istiyorum. İyi değilim, iyi değilim.” demek istiyorum. Diyemiyorum...
Aramızdaki incelmiş, bezmiş son birkaç bağı koparmış olmanın verdiği rahatlıkla sahilden küçülerek uzaklaşıyor. Kendini bırakan gözyaşlarım ise yağmur damlalarına karışıyor. Elime hapsettiğim, anlamını yitiren emanet yüzüğe bakıyorum istemsizce. Geri veriyorum asıl sahibine. Kabaran denizde bir anda gözden kayboluyor.
Başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Gözlerimden acılar, içimde kalanlarla sessizce akıp gidiyor. Aktıkça berraklaşıyor sema. Bulutların arasından ara ara göz kırpan Güneş’e gülümsüyorum bu kez; Hayat’a... Çıplak ayaklarımla...
Comments