Yaratıcılık Ritüelleri 45 / Uğur Deveci: “Yaratıcı değil, anlatıcıyım”
“Ben kendimi yaratıcıdan çok anlatıcı olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Yazdıklarım genelde gözleme dayanıyor. İnsanları, ağaçları, kedileri, gökyüzünü, denizi, karanlığı, bir duvarı saatlerce oturup başka hiçbir şey yapmadan seyredebiliyorum. Bu bir anlamda günümüzün hız dayatmasına da bir başkaldırı. Eğer etrafımıza yeterince uzun yeterince dikkatli bakmazsak olan biteni görme şansımız azalıyor. Kendi yazma serüvenimde de bu şahitlikleri uygun bir dille anlatmaya çabalıyorum. Ne yazacağımı bulmak konusunda hiç eksiklik yaşamadım.” Yazarların yazma deneyimlerine odaklanan 'Yaratıcılık Ritüelleri'nde Semrin Şahin'in bu haftaki konuğu Uğur Deveci.

Yaratıcı sanatlarda akışta kalmanın, kendimizi yaratma anının içinde tutarak, sürüklenmeden kalabilmenin ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçek. Bizi “an” a döndürecek bazı küçük totemler, seremoniler, bazı ritüellerin olmasının yaptığımız çalışma üzerinde odağımızı canlı tuttuğuna dair çalışmalar mevcut. Bu anlamda birçok yazarın günlük yazma alışkanlıkları olduğunu da biliyoruz. Yazmaya başlamadan önce yaptığınız ritüeller var mı?
Yazmaya başlamadan önce yaptığım ritüeller yok ancak çok fazla iş var. Yazıya oturduğum günlerde yapacak başka işlerim varsa önceliğim onları bitirmek oluyor. Eğer günlük rutin işlerimi ve o günün getirdiklerini yapmadan masaya oturursam hepsi birer beyin faresi olup kafamın içine giriyor, orada fink atıyorlar.
Genelde kurgu yazdığım için yaşadığım dünyadan kurguya geçmek için şarkıları kullanıyorum. Yazdığım bölümleri kimini metinlerde okurla paylaştığım kimini ise kendime sakladığım şarkılarla eşleştirmeyi seviyorum. Bu yüzden çalışmaya başlamadan metne girmek için önce hiçbir şey yapmadan o şarkıları dinliyorum. Çalışırken odağım dağıldığında da beni şöyle sarsıp kendime getiren şarkılarım var. Merak eden varsa diye andan bir örnek vereyim, bugün biraz uykusuzum ve bu satırları yazarken Solar Fields dinliyorum.
Dr. Seuss olarak bilinen yazar ve illüstratör Theodor Seuss Geisel, geniş bir şapka koleksiyonuna sahiptir. İlham gelmediğinde, dolabının başına gider, koleksiyonundan seçtiği bir şapkayı takar ve fikir bulmayı beklermiş. Ne hikmetse mutlaka parlak bir fikirle şapkayı başından çıkarırmış. Siz yaratım tıkanması yaşıyor musunuz ve bu tıkanmayı aşmak için neler yapıyorsunuz?
Benim kendimi yaratıcıdan çok anlatıcı olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Yazdıklarım genelde gözleme dayanıyor. İnsanları, ağaçları, kedileri, gökyüzünü, denizi, karanlığı, bir duvarı,,, saatlerce oturup başka hiçbir şey yapmadan seyredebiliyorum. Bu bir anlamda günümüzün hız dayatmasına da bir başkaldırı. Eğer etrafımıza yeterince uzun yeterince dikkatli bakmazsak olan biteni görme şansımız azalıyor. Kendi yazma serüvenimde de bu şahitlikleri uygun bir dille anlatmaya çabalıyorum. Ne yazacağımı bulmak konusunda hiç eksiklik yaşamadım aksine yazmak istediklerimi bir ömre nasıl sığdıracağım sorusu uykularımı kaçırıyor. Yazmaya karar verip başladığım metinde en doğru sözcükleri, en doğru sesi nasıl bulacağımla cebelleşiyorum. İşte bu noktada tıkanırsam o zaman imdadıma yetişen bir eylem var.
Yemek yapmak.
Yemek pişirmenin yazmakla çok benzer bir iş olduğuna inanıyorum. Hayal ettiğiniz bir lezzet var, hem sizi hem başkalarını doyuracak, iyi yapılırsa ağızlarda hoş bir tat bırakacak. Yapmanız gereken ilk şey taze ve doğru malzemeleri bulmak, lezzetini, faydasını yitirmeden onları yıkamak, soymak, kesmek, doğramak. Doğru tencere, tava vs. kullanmak. Uygun sıralarda ve sürelerde pişirmek. Bazen tarife harfi harfine uymak, bazen de kendinizden bir şeyler katmak. Tüm bunları yaparken içinde bulunduğunuz şartları da hesaba katmak. Yazın sıcacık bir çorba yerine zeytinyağlı fasulye pişirmek gibi. Yazmak da öyle gibi geliyor bana ve yemek yaparken yazacaklarımın kafamda dönüp durması hem yemeğe tat veriyor hem de masada geçirdiğim zamanı epeyce azaltıyor. Ben tenceredeki tadın, kokunun yazdıklarıma da sindiğine inanıyorum fakat bunu onaylayacak olan kişi okur.
Yaratıcı çalışmalar yaparken hiç engellerle (iş ortamı, zamansal sorunlar, yazdıklarınızın görünür olmaması gibi engellerle) karşılaştınız mı? Bu engellerle nasıl mücadele ettiniz? Tam aksine sizi destekleyen ve yolunuzu açan kişiler oldu mu?
Yaratıcı çalışmalar yaparken becerebildiğim kadar kabuğuma çekiliyorum. Bugüne kadar yazdığım iki roman ve bir öykü kitabını sonrasını hiç düşünmeden, birileri beni zaman ya da yazacaklarım konusunda prangaya almadan yazma şansına eriştim. Evde bir çevirmen bir yazar yaşamak büyük bir şans. Çalışırken biraz sevdiğimiz insanlardan uzak kalıyoruz neyse ki bizi böyle seviyorlar. Burada bahsedeceğim ilk engel gündemi bol ve genelde kalp ağrısına sebep olan bir yerde ve zamanda yaşıyor oluşumuz. Çalışırken bir anda kendimizi bir parkta ağaç nöbeti tutarken, sokaktaki köpekleri, kedileri götürecekler mi diye pencere önünde dikilirken, yardım kolisi hazırlarken buluyoruz. Duygumuz değişiyor. O zamanlar mutlaka yazmayı bırakıyorum. Çünkü gözüm doluyken mutlu bir ânı yazmak çok zor.
Ben biraz şanslıyım yazdıklarım kıymet gördü ve kendilerine yol buldular. Kitaplarım basıldıktan sonra okurların kol kanat germesi sayesinde görünür oldular. En büyük destekçim onlar. Bunun dışında başta ilk kez okurla buluşmama vesile olan Demir ve Tülay Büyüközkan, ardından da Fuat Sevimay, Sezgin Kaymaz, Seda Yılmaz, Tamer Tur ve Burak Görün’ün adlarını burada anmazsam üzülürüm. Şu an çalıştığım İthaki Yayınları da ticari kaygıların uzağında bana büyük destek veriyor, eksik olmasınlar. En büyük teşekkürüm de bana her zaman düştüğüm tüm karanlıklarda ışığa ulaşmanın bir yolunu bulacağımı hatırlatan Betül Şenkal’a…
Yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla şimdi hissettikleriniz aynı mı? Bu süreçte yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Duygularım çok değişmiyor fakat ben değişiyorum. Sevgili Duygu Akın, geçenlerde bir söyleşide insan merak etmekten, öğrenmekten vazgeçtiği zaman yaşlanmaya başlıyor demişti. O kadar haklı ki, ben de bu merakımın, öğrenme isteğimin, çabamın tazeliğinden çok mutluyum. Bu çabaların yazarlığımı da olumlu etkilediğinin farkındayım. İlk başladığım zamanlar daha sabırsız bir insandım, yazdıklarımın bir an önce okunması telaşındayım. Şu an tamamen farklı düşünüyorum. Biliyorum yazdıklarım hep biraz eksik hep biraz hatalı olacak. Bunu en aza indirmek için zamana ve çalışmaya ihtiyacım olduğunun farkındayım. Başta bir an önce onları paylaşmak, ortalarda henüz bitmediklerini düşünüp saklamak tarafındaydım. Giderek doğru zamanı bulma konusunda kendimi geliştirdiğime inanıyorum. Hatta bu konuda çok sevdiğim bir yazım var, Bergamot Reçeli adı altında. Oradan küçük bir alıntıyı aşağıya bırakıyorum…
‘…Haklı. Yazar arada açıp okuyor onları. Bu ara daha da sık. Yıllar önce yayımlanmış romanını yeniden yazma fikri aklından bir türlü gitmiyor. Çok acele etmişim diyor içinden sürekli, keşke biraz daha üzerinde çalışsaydım. Oysa asıl derdi bu değil, başka. O artık başka bir insan. Arada geçen sürede bir sürü yenisi oldu, eskileri çoğaldı. Çok okudu, çok yazdı. Çok çalıştı, çok üşendi. Çok gezdi, çok durdu. Yazının fidanıydı ve o zamandan bu yana çok bahar, yağmur, güneş, gece gördü. Dalları artık daha kalın. Neredeyse ağaç oldu. Artık meyvelerinden reçel yapılabilir. Eğer büyümeden, şekerlenmeden dalından düşürdükleri olmasaydı bu hale gelemeyecekti farkına varması gerek. Zaman durmayacak; baharlar, yağmurlar, günler, geceler. Ağacın işinin fidandan zor olduğunu bir an önce fark etmesi gerekiyor.
Artık kökleri daha derinde, dalları daha kalın, yaprakları daha geniş. Yerden de gökten de daha fazla alıyor. Aldığını vermek zorunda. Bunu biliyor. Ne kadarını meyvelerine verecek, ne kadarını kendine saklayacak öğrenmek zorunda. Dengeyi kurması gerek. Eğer açan çiçeklerinin hepsini tek seferde meyveye döndürmeye kalkarsa dalları taşımaz, kırılır. Bu yüzden bazılarını feda etmeli. Yazar gibi. Neredeyse yazdığı kadar da sildi son romanda. Fark etti ağırlaştığını. Hafifledi...’
Yazar Julia Cameron “Sanatçının Yolu” adlı kitabında yazarların güçlerini toplamaları için sabah sayfalarından söz eder. Sabah uyanır uyanmaz yazmayı tavsiye eder. Siz sabah mı yoksa gece mi yazıyorsunuz? Yazma rutininiz nedir? Yazarken elinizin altında tuttuğunuz kitaplar var mı?
Ben sabahları taze bir beyinle yazmayı düşlüyorum fakat bu her zaman mümkün olmuyor. Geceleri çok ender o da unutacağımdan korkacağım bir şeyler aklıma gelirse yazıyorum. Yazmaya asla kaldığım yerden devam etmiyorum. Mutlaka her oturduğumda genelde metni eğer çok uzun bir ara vermediysem yazdığım bölümü en baştan tekrar okuyup sonrasında yazmaya devam ediyorum. Eğer, yazarken bir şekilde -telefon, kargocu, kedilerin devirdiği eşya vs.- çalışmam bölünürse de kaldığım yerden devam edemeyip yeniden en baştan okumaya dönüyorum. Aksi taktirde metnin sesi ve duygusunun zedeleneceğini artık biliyorum.
Yazarken elimin atında tuttuğum kitaplar elbette var. Sevgili Necmiye Alpay’ın Türkçe Sorunları Kılavuzu ve Özcan Yalım’ın Türkçede Yakın ve Karşıt Anlamlılar Sözlüğü olmadan asla yazamıyorum. Bakmasam da onlar mutlaka elimin altında dursun istiyorum. Bunun dışında internetteki sözlükleri kullanmayı sevmediğim için yakınımda sözlüklerin olması beni daha huzurlu hissettiriyor. Tek sözlük kullanmak yerine farklı sözlükleri mutlaka kontrol ediyorum. Bunun dışında ara ara açıp okuduğum kurgu dışı kitaplarım var. Calvino’nun Amerika Dersleri, Ursula K. Le Guin’in Kadınlar Rüyalar ve Ejderhalar kitabı ve son olarak da Ingeborg Bachmann’ın Frankfurt Dersleri kitapları en sık açıp tekrar tekrar okuduklarım.
Ben yaratmış olsaydım dediğiniz bir yapıt (tablo , öykü, şiir, beste vs…) var mı? Nedeniyle birlikte bu yapıtın sizin için anlamını açıklar mısınız?
Ben yaratmış olsaydım dediğim bir yapıt yok. Bunun yerine iyi ki ben yaratmamışım demeyi tercih ediyorum. Kendi yazdıklarıma ikna olma ve beğenme konusunda sıkıntılı biriyim. Bazen kendi yazdıklarımı acaba aynı metni başkası yazsaydı ve ben okusaydım ne hissederdim çok merak ediyorum. Bu yüzden sevdiğim bütün sanat yapıtları iyi ki benden çıkmamış diye şükrediyorum. Eğer öyle olsaydı onları bu kadar sevmek yerine eksiklerini, hatalarını, daha iyi yapılacaklarını arar durur hep şüpheyle bakardım.
Comentários