Bir ihtimal daha var – O da unutmak mı dersin?
Barış Çakır, Monika Maron’un Animal Triste romanı üzerine yazdı: "Kitap, Berlin’in ikiye böldüğü dönemleri de arkasına alarak, bizi yüz yaşında münzevi bir kadının, kronolojik ayarları sapmış flashback’lerle hatırlayabildiği kadarıyla aktardığı bir aşk hikayesine taşıyor."
Barış Çakır
Unutmak, ruhun bayılmasıdır[1]. Peki ya beklemek? Monika Maron’un Animal Triste romanı; beklemenin, beklerken geçmişin ve şu anın imkanlarında aşkı yoklamanın, hafızanın dönüştürücü gücünü test etmenin ve nihayet bu dönüşüme kendini de katmanın hikayesi. Beklemenin olduğu kadar bu bekleyişe son vermenin de… Adını ise kitabın arka kapağındaki nottan anladığımız üzere Latince bir sözden alıyor. Türkçesiyle kadınlar ve horozlar hariç her hayvanın cinsel ilişki sonrası hüzünlü olduğunu imliyor bu söz ve bizi yüz yaşında münzevi bir kadının, kronolojik ayarları sapmış flashback’lerle hatırlayabildiği kadarıyla aktardığı bir aşk hikayesine taşıyor.

Bir müze görevlisi olan adsız kahraman, hatırlayamadığı için isim tayin ettiği aşkı Franz’la da bu müzede, bakmaktan gözlerini alamadığı dinozor iskeletinin önünde karşılaşıyor. Böylece milyonlarca yıl öncenin ihtimali, günümüzün gerçekliğine imkan sağlıyor sanki. Bu andan itibaren unutmaktan değil hatırlamamaktan mustarip (ki kendisi bunu beynindeki elektrik akımlarının bozulması sonucu baygınlık geçirmesine bağlıyor) kahramanın; anılarını kurcalayarak, hafızasının dehlizlerini aydınlatıp yeniden inşa ederek Franz’la olan tutkulu aşkını anlattığı bir yolculuk bekliyor okuru. Öyle bir yolculuk ki, ikiye bölünen Berlin dönemini ya da Berlin’in ikiye böldüğü dönemleri de alıyor arkasına. Böylesi bir tarihsel örüntüyü takip eden metni sadece bir aşk anlatısı olarak anmak haksızlık olur. Savaşın cinsiyet rollerini nasıl şekillendirdiği, buradan hareketle aile kurumunun ve onun inhisarı altında yetişen çocukların nasıl geliştiği gibi bir dizi toplumsal sorun üzerine de kafa yoruyor, fikir üretiyor ve farklı ihtimaller dahilinde bir projeksiyon çiziyor Maron.
Gelgelelim, aşka karakterini veren olgu Franz’ı ve kahramanı da ıskalamıyor: "İmkansızlık." Her ne kadar imkansızlığı Franz’ın medeni durumu açık ediyormuş gibi görünse de, Franz’ın babasının hikayesinden bunun bir imkansızlık yaratmayacağını da hissettiriyor yazar. Öyleyse bu aşkta imkansızın payı nerede? Romanda, bir halet-i ruhiye gibi duruyor bu. Kahramanın, deyim yerindeyse Franz’ın evliliğini tramplen yaparak kendini attığı bir deniz oluyor böylece imkansızlık. Bu suda (aynı zamanda aşkta da) ise aşığı muhatap alan sadece iki ihtimal var: “Seni kazanmak veya bu dünyadan göçüp gitmek”… Bu bağlamda, imkansızlığın dip noktası Franz’ın karısıyla birlikte gittiği Edinburgh tatili oluyor. İmkansızlığın gücüne güç katansa Franz’ın bu tatil sürecinde kahraman tarafından takip edilmesi… Takip süreci belli bir noktaya kadar da olsa, kahramanın Franz’ın mevcut ilişkisindeki bağlılık jestlerini katman katman açılan detaylar silsilesi yoluyla keşfetmesine, ermemesi gereken kuytu sırlara vakıf olmasına yetiyor. Kahramanın Franz’dan ne kadar uzaklaşırsa o kadar yakınına düştüğü bir uzaklaşma-yakınlaşma gerginliğine zemin oluyor bu andan itibaren imkansızlık.
Böylesi imkansızlık hissi, yerini zihinsel takibe de bırakıyor. Bunu, kahramanın Franz’la karşılaşma anlarını konu edinen hayaller arasında savrulduğu sahneler izliyor. Bu sahnelerin birinde, Franz şehirde kol kola karısıyla gezerken yanlarından bir kadın geçiyor ve Franz bir an için dönüp bakıyor ona. Böylece göz göze geliyorlar Undine’yle.