top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook

Öykü: Ateş Böcekleri

  • Yazarın fotoğrafı: Litera
    Litera
  • 12 saat önce
  • 8 dakikada okunur

"Demir kapının sürgüsü çekildi, uzun bir gıcırtı. Çocuklar sırayla indi; elleri kelepçeli, başları öne eğik. Boğazım düğümlendi, bağırmak istedim, sesim içime hapsoldu."


Hülya Öztürk


Bekliyordum, gözlerim merdivenlerde; gri taş, basamaklar eğri büğrü. Floresanın titrek ışıkları, kalp atışlarımın hızına denk. Ani bir fren sesi yankılandı sokakta. Sıçradım. Gelen otobüstü. Karakolun önünde durdu. Arabadan indim. Nefes nefese koştum. Demir kapının sürgüsü çekildi, uzun bir gıcırtı. Çocuklar sırayla indi; elleri kelepçeli, başları öne eğik. Boğazım düğümlendi, bağırmak istedim, sesim içime hapsoldu. Polisler çocukları ittiriyordu; sesler birbirine karıştı, ayak sürtünmeleri, sert komutlar. Karakol kapısı açıldı. Hafif bir esinti dolandı alanda. Kalabalık uğultuya boğuldu. Avuçlarımı sıktım, dizlerim titriyordu.

Yanımda bir adam vardı; hiç kıpırdamıyordu. Yüzü kararlı, gözleri kapıya çakılı. “Kızım içeride,” dedi kısık ama tok bir sesle. O an fark ettim, yalnız değildim.

Bakışlarımı kapıdan sırayla içeri girenlere çevirdim. Tek bir yüzdü aradığım: Oğlum. Hepsi birbirine benziyordu. Flaşör titredi, gözümü kamaştırdı. Tanıdık bir ses duydum bir an.

“Çabuk çıkacağım anne,” diyordu uzaktan, yüzünde hep o bildik gülümsemeyle.

Derin bir soluk aldım. Gözlerimde bir damla yaş, ha düştü düşecek. Birkaç adım attım, yaklaştım sıradakilere. “O gülümseme,” diye fısıldadım. Oğlumun yüzünde babamı gördüm sandım. “Davası haklı olanın yüzünden gülümseme eksik olmaz,” derdi babam. Adını da o koymuştu zaten. Sinan. Dağın eteğinde susturulan gençten. Bir sabah, sessizliğinde arkadaşlarıyla birlikte vurulmuşlar. Yüzünden gülümseme eksilmemiş. Ateş böcekleri gibiymişler. Kısacık ömürlerinde geceyi aydınlatmayı görev bilmişler. Babam öyle anlatırdı. 

Kalabalık sustu bir an. Bir çocuk haykırdı: “Yapma abi!” Gözyaşımı tutan ne varsa bir anda çözüldü. Elim yüzüme gitti, yanağıma yayılan ıslaklığı sildim. Yine babamın Sinan’ın annesiyle ilgili söyledikleri geldi aklıma. “Oğlunun cesedinin başında bile dimdikti.” Ürperdim. “Sinan,” dedim. Sesim esen yele karıştı.

Son çocuk da içeri girdi. Demir kapı kapandı. Tok bir gürültü çarptı sokağa. Sabaha karşıydı. O ses, başka bir sabahı açtı zihnimde. Üç kez vurulmuştu kapı. Tarih 12 Eylül.

Babam tek katlı evimizin pencerelerini sevmez, önünden geçmezdi. Bizi de hep pencerelerin uzağında tutardı. Yataklarımız duvar kenarındaydı. Akşam haberlerinden sonra “Uyku vakti,” derdi, bizi odalarımıza gönderirdi. Hiç sevmezdim erkenden uyumayı. Perdeden sokak lambasının önünden geçen gölgeleri izlerdim. Bazen sayardım. Çoğu zaman öyle sabah ederdim. O gece yine gölgeleri sayıyordum. Karaltılar farklıydı bu kez. Başları çizgi film karakterleri gibi yuvarlaktı. Sert adımlarla geçtiler. Usulca kalktım. Perdeyi araladım, baktım. Postallar taş zemine vuruyordu. Kısa bağırışlar, telsiz cızırtısı. Daha sabah olmamıştı.

Kapı üç kez vuruldu, tok, sert. Ev sallandı sanki.

Kardeşlerim hâlâ uyuyordu, nefes alışverişleri karanlıkta usulca akan su gibiydi. Yan odadan babamın horultusu geliyordu. Yatak gıcırtısı duydum çok geçmeden; annem sıçramıştı, terlik seslerinden anladım, aceleyle kapıya doğru.

Yatağımın kenarından kayıp, kapının o her gece babamın aralık bıraktığı boşluğundan baktım. Annem kapıya varmadan önce elini duvardaki düğmeye uzattı; tavan lambası birden yandı, odanın karanlığı sarı bir ışıkla aydınlandı. Daha kapıya dokunmuştu ki kapı birden savruldu. Gürültüyle birlikte serin bir hava doldu içeri; karanlığın içinden başları parlayan askerler göründü, demirlerin şangırtısı, botlarının kokusu.

Bir an askerlerden biriyle göz göze geldim. Korkudan nefesim boğazıma düğümlendi. Donup kaldım, sonra o bana doğru bir adım atınca hızla kapının arkasına sığındım, kıpırdamadan bekledim. İçeriden demir sesleri, sert bağırışlar, annemin kesik soluğu duyuluyordu. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki asker duyacak sandım. Merakla korku içimde çarpışıyordu.

Dayanamadım; yine o aralıktan başımı uzatıp baktım. Babam yatak odasının kapısında belirdi, üstünde hâlâ pijamaları vardı. Kaşları çatık, yüzü bembeyaz. Askerlerden biri sertçe bağırdı, diğeri babamı itti: “Üstünü giy!” Babam sendeleyerek odasına geçti. Çekmecelerin açılıp kapanma sesi, dolabın gıcırtısı. Birkaç saniye sonra ince bir gömlek ve pantolonla kapının önündeydi; gömleğinin önü yarım ilikli, saçları dağınık, ayaklarında hâlâ o eski terlikler.

Daha nefes almaya kalmadan askerler kollarına yapıştı. Kelepçenin şakırtısı sırtımdan aşağıya buz gibi aktı. Tam o sırada babam başını çevirdi, göz göze geldik. Pos bıyığı titredi, dalgalı, hafif uzun saçları alnına düşmüştü. Sarı ışık saçlarının her telini parlatıyor, bıyığının gölgesini yüzünde titretiyordu. Maviyle yeşilin birbirine karıştığı gözleri o ışığın içinde daha da derin görünüyordu; bana baktığında sanki odada başka hiçbir şey kalmadı. O bakışta gizli bir gülümseme vardı, sanki gözleriyle “korkma” diyordu. O an, yüzündeki sevgi ve umut sarı ışığın içinde büyüdü, içimde sonsuza kadar kalacak bir resme dönüştü. Ama o resim daha gözlerimde duruyorken askerler babamın kollarını daha sert kavradı. Biri omuzlarından, biri kollarından çekiştire çekiştire kapıya doğru sürüklediler. Terliklerinin yere sürtünme sesi hâlâ kulaklarımda. Annem bir şey söylemeye çalıştı, ama sözcükler hıçkırıklara boğuldu.

Kapının gürültüsüyle evin içine yeniden serin bir boşluk doldu. Babamın az önce sarı ışıkta parlayan yüzü yoktu artık. Gidişini izlerken kalbim küçüldü, odam daraldı. Yatak, duvar, pencere… hepsi üstüme kapandı sanki. Nefesim daraldı, boğazım sıkıştı; odanın havası çekilip alınmış gibiydi. Odam birden küçücük, havasız, soğuk bir kutuya dönüştü.

***

Kapı kapandıktan sonra polislerden biri kalabalığa döndü: “Dağılın, burada beklemek yasak!”

Yanımda duran adam öne çıktı, gözünü kırpmadan polisin yüzüne baktı: “Ben gitmem,” dedi tok bir sesle. “Kızım içeride. Beni de alın istiyorsanız.”

Polisin kaşları çatıldı: “Seni de alırız, zorlama.”

Ama adam kıpırdamadı, dimdik duruyordu. Çevresindeki uğultu bir an kesildi. Gözümü kırpmadan adama bakıyordum; dimdik duruşu, kızını kollaması… Yaklaştım, kolundan tuttum. Adam, “Çekilin Hanımefendi!” diye haykırdı. Polis yanımıza yaklaştı, sertçe itti onu.

Sonra kalabalığa döndü: “Dağılın dedim duymadınız mı?”

Bir an sessizlik oldu. Kimse karşılık vermedi. İnsanlar bakışlarını yere indirdi, ağır adımlarla geri çekildiler. Çıt çıkmıyordu; ne fısıltı, ne de itiraz. Sokağın üstüne ağır bir sessizlik çöktü.

Yanımdaki adam kıpırdamadı. Kalabalığın dağıldığı o sessizlikte, yalnızca onun dimdik siluetiyle kızını bekleyişi kalmıştı. Ben de yerimden kımıldayamadım. Tam o anda çantamda telefon çalmaya başladı. Sessizlik, o tiz sesle yarıldı.

Ekranda eşimin adı. Birkaç adım geri çekildim. Ellerim titreyerek açtım. 

“Az önce bir platformda gördüm,” dedi öfke ve endişeyle karışık bir sesle. “Oğlanın okulda olaylar olmuş. Ulaşamıyorum ona, telefonunu açmıyor.”

Durdum, boğazım kurudu.

“Buradayım…” diyebildim sadece.

Eşimin sesi öfke ve telaş arasında gidip geliyordu:

“Orası neresi Deniz? Oğlumuz nerede? Neden açmıyor telefonunu?”

Sustum, nefesim daraldı. Sesinin iniş çıkışını zihnim beni sopayla dövüyormuş gibi algılıyordu.

“Karakol,” diyebildim.

Birden sesi sertleşti:

“Biliyordum…” dedi, “hepsi senin yüzünden. Bu inat, bu asi hâl… kimin oğlu, kime çekmiş belli.”

Telefonu kapattım. Ekran karardı. Ellerim hâlâ titriyordu. İçimde birikmiş her şey gözlerimden boşaldı. Adımlarımı hızlandırdım, kalabalıktan uzaklaştım. Sokak taşları ayağımın altını kesiyor, her adımda içimdeki acıyı kanatıyordu.

Arkamda bir gölge hissettim. Döndüm. Az önce kızını bekleyen adam sessizce peşimden geliyordu. Bir şey söylemedi, sadece yürüdü. O karanlık sokakta, ikimizin adım sesleri kaldı geriye.

Köşeyi dönünce ışıkları titreyen küçük bir gece çorbacısı gördüm. İçeriden buhar yükseliyordu; soğuk sokak taşlarının keskinliğine karşı bir sığınak gibiydi. Duraksadım. Adam yanımda belirdi. Hiç konuşmadan kapıyı açtı, bana yol verdi. İçeri girdik.

Masaya oturduk, önce sadece kaşık sesleri vardı. Çorbanın sıcak buharı yüzüme vuruyor, içimde donmuş şeyleri yumuşatıyordu. Adam gözünü masadan ayırmadan konuştu:“Genç bunlar,” dedi, “kıvılcımdan yangın çıkarırlar. Kantin fiyatlarını protesto etmek bu kadar sorun olmamalı halbuki.”

Sözlerini duyunca içimde bir boşluk büyüdü. Oğlumun neden içeri girdiğini bilmediğimi fark ettim.

Adam devam etti: “Eskiden başka türlüydü her şey. Bilgi, eğitim… değerliydi. İnsan insana bununla yaklaşırdı. Şimdi öyle mi? Paran kadar insansın. Parası olanın sesi çıkıyor, olmayanın nefesi bile duyulmuyor.”

Onun sesindeki sükûnet, az önceki dik duruşuyla birleşti. Kaşığım elimde asılı kaldı. Gözlerimi adama diktim; içinde saygı, merak ve tuhaf bir yakınlık filizlendi. “Yıllardır kimse böyle konuşmamıştı benimle,” diye düşündüm.

“Kaç gün kalırlar?” diye sordum titrek bir sesle.

Adam hafifçe gülümsedi, ama gözlerinde temkin vardı.“Yarın öğlene bırakırlar… öyle olması gerek. Ama bu işlerin garantisi olmaz.”

Yüreğimde ince bir rahatlama dolaştı, ardından yine belirsizliğin soğukluğu çöktü içime.

Telefonum yeniden çalmaya başladı. Titreyen ses, buharın üstünde ağırlaştı.“Kusura bakmayın,” dedim. Telefonu alıp kalktım. Adam başını kaldırdı, bakışlarını üzerimde hissettim. Kapıya yönelirken kaşığımın sıcaklığı parmaklarımda hâlâ tütüyordu.

Eşim telefonda bağırıyordu:

“Neredesin?”

“Çorbacıda,” dedim.

“Bu saatte sokaklarda mı geziyorsun?” dedi sertçe. “Çabuk eve geç. İlk uçakla geliyorum.”

“Ama,” dedim ağlak bir sesle. İçimden “Bir kez olsun dinle beni, ne yaşadığımı anla,” diye haykırmak geçiyordu. Parmaklarım istemsizce telefonu sıktı, avucumun kenarlarını acıttı.

“Ama filan yok,” dedi. “Şirketi aradım, avukat ilgilenecek.”

O sırada karşımdaki adam başını kaldırdı, bakışları ellerime kaydı. Sıkılı yumruğumda ezilen telefonu gördü, sonra yüzüme baktı. Hiçbir şey söylemedi, ama gözlerindeki sessiz tanıklık...

Telefonu kapattım. Ekran karardı. Avucum hâlâ sızlıyordu; kenarları elime batmış gibiydi. Çantama koyup hızla dışarı çıktım. Adam arkamdan bakıyordu, ama peşimden gelmedi bu kez.

Sokağa çıktığımda gökyüzü solmaya başlamıştı. Karanlığın yerini gri bir aydınlık alıyordu; neredeyse sabah oluyordu. Arabama bindim. Kontağı çevirdiğimde motorun uğultusu alaca karanlığın sessizliğini bozdu. Ellerim direksiyona değdiğinde hâlâ titriyordu.

Yol boyunca gözlerim ıslaktı, ışıklar bulanık görünüyordu. Caddeler ıssızdı; yalnızca sabahın ilk otobüsleri geçti yanımdan. Gözlerimden taşan yaşlar camın buğusuna karıştı.

Eve vardığımda odaların sessizliği üzerime çöktü. Yatağa girdim, ama gözlerimi kapattığım an sokak taşlarının keskinliği, babamın o geceki bakışı, oğlumun yüzü, telefondaki ses yeniden canlandı.

Uyku bir türlü gelmedi. Perdelerin arasından gün ışığı içeri süzüldü; tavan sarıya çalıyordu. Saat ilerledikçe içimdeki ağırlık da büyüdü. Yatak bana dar geldi, sanki odanın duvarları yeniden üzerime kapandı.

***

Öğlene doğru kapı çaldı. Telaşla koştum kapıya. Oğlumla babası, karşımdaydı. Yorgundu oğlum, omuzları düşük, başı önde. Yüzüme baktı, gözlerinde sönmemiş bir parıltı.

Babası holden içeri adım atar atmaz patladı: “Lan eşek sıpası!” dedi. Eliyle portmantoya vurdu. Salona doğru yürüdü. Döndü. Parmağını oğlunun yüzüne doğru sallayarak “Kantindeki tostun fiyatını protesto etmek sana mı kaldı?” 

Kısa bir duraksamanın ardından, dudaklarının kenarında küçümseyici bir bükülmeyle ekledi: “Karnını kantinden mi doyuruyorsun sen?”

Oğlum başını öne eğdi, suskun. İçimden bir şey koptu. Dayanamadım.

“Yeter artık!” dedim eşime, sesim titredi ama sertti. “Herkes senin oğlun kadar şanslı değil. Arkadaşlarını düşünmüş, onların yanında durmuş.”

Eşim gözlerini kısarak bana baktı. Dudaklarının arasından anlaşılmaz bir homurtu çıktı. Elini salladı, salondaki koltuğuna yürüdü. 

Oğlum sessizce odasına yöneldi, ben de arkasından, kalbimde büyüyen ağırlıkla.

Babamın dönüşü geldi aklıma. Saçları sıfıra vurulmuştu, alnına düşen dalgalar yoktu artık. Bıyıkları da kesilmişti. O pos bıyığın eksikliği, yüzünü tanımadığım bir yabancının yüzüne çevirmişti; o zaman babamın gidişinden daha çok, dönüşü acıtmıştı içimi. Sanki babam değil, bambaşka biri dönmüştü eve. Gözleri hâlâ mavinin yeşile çalan tonundaydı ama artık derin bakışları yoktu, insanı susturan bir keskinlik vardı içinde. Konuşmazdı, bakardı sadece. O bakışta ne gülümseme ne umut kalmıştı. Beni en çok yaralayan şey, yüzündeki o tanıdık sıcaklığın bir daha hiç dönmemesiydi.

Oğluma döndüm. Uzun saçlarını parmaklarımın arasından kaydırırken dikkatle baktım; babamın dönüşünde kaybolan sıcaklığının izi var mı diye. Yanaklarının kenarında beliren hafif sakal, dudağının üstündeki tüy gibi bıyık gölgesi gözlerimi oraya sabitledi. Gözlerine baktım uzun uzun; yorgundu, ama hâlâ canlıydı.

İçimde bir korku yükseldi: “Ya bir gün o da babam gibi dönerse? Ya gözlerindeki ışık keskin, sessiz bir karanlığa dönüşürse?” Parmaklarım saçlarının arasındayken, kalbim onun nefesinin ritmine bağlanmıştı. Onu kaybetmemek için daha da sıkı sarıldım.

Tam o sırada kapı aralandı, eşim girdi içeriye. Yorgundu, ama öfkesi yorgunluğunu bastırıyordu. Oğluna baktı, gözleriyle hesap sormak ister gibi.

“Cebinden paranı eksik mi ediyorum!” dedi sert bir sesle. “Boş işlerle uğraşmasaydın, karakollara düşmeyecektin.”

Birden dilimden döküldü:

“Yeter artık! Hep para, hep para… Senin için başka bir şey yok. Oğlumuzun canını acıtan şey para mı?”

Eşim öfkeyle geriye yaslandı, gözleri parladı:

“Para olmazsa rüyanızda görürsünüz yaşadığınız hayatı.”

Sözleri yüzüme tokat gibi çarptı. Buz kestim. O an eşimin sesini değil, çorbacıdaki adamın ağırbaşlı sözlerini duydum yeniden: “Paran kadar insansın…”

Eşim hâlâ homurdanıyordu, sesi evin duvarlarında dolaşıp durdu. Dayanamadım, elimle kapıyı işaret ettim.

“Yeter artık, çık, git!” dedim. Sesim çatladı ama kararlıydı.

Bir an gözlerini kıstı, öfkeyle doğruldu. Omuzlarını silkerek portmantodan ceketini aldı, kapıyı sertçe çarpıp çıktı.

Oğlum yatağında kıpırtısız oturuyordu. Yanına oturdum, saçlarını okşadım. Bileklerindeki mor izlere baktım korkarak. Başını hafifçe bana çevirdi:

“Anne,” dedi kısık bir sesle, “dedem hep ateş böceklerinden söz ederdi ya…”

Gözleri uzak bir yere dalmıştı. “Onlar kısa yaşar, ama ışıkları kısa ömürlerine inat geceyi delen bir kıvılcım gibi parlar. Belki de bizim payımıza düşen budur.”

Sözleri içime işledi. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Onu kollarımın arasına aldım.

“Evet,” dedim fısıldayarak, “ateş böcekleri kadar kısadır belki ömür… ama onların ışığı karanlığı unutturur. Sen uzun yaşa ama.”

O an, babamın bıyıksız, saçsız, yabancı yüzüyle oğlumun genç, sakalları yeni terlemiş yüzü üst üste bindi. Birinde kaybolmuştu sıcaklık, diğerinde hâlâ yanıyordu.

İçimden, sanki kendime söz verir gibi tekrar ettim:

“Bizim hikâyemiz, ateş böceklerinin ışığıyla yazılacak.”

Yorumlar


bottom of page