top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Geçmişten gelen kadın


"Özellikle ikili cinsiyet sisteminin aşılabilmesi için bedenlerin eşitlenmesi anlayışını savunan feminist ütopyalarda annelik ve babalık rollerinin dönüşümlü hale getirilmesi, üremenin kadın bedenine ait bir durum olmaktan çıkarılması ve farklı biyo-teknolojik gelişmeler ışığında erkeklerin de doğum yapabilmesi, çekirdek aile anlayışının yerine kolektif yaşam tarzının getirilmesi gibi durumlar ele alınmaya başlandı."

Nilüfer Altunkaya, Zamanın Kıyısındaki Kadın ekseninde feminist ütopyaları ve toplumsal cinsiyetten kaçış rotalarını değerlendiriyor.

Nilüfer Altunkaya


Toplumsal Cinsiyet Kavramı

Ann Oakley

"Toplumsal Cinsiyet" kavramının sosyolojiye ve feminist literatüre dahil olması oldukça yenidir. Bireyin dünyaya geldiği andan itibaren kadınlık ve erkeklik olarak tanımlanan cinsiyet durumunun, biyolojik ve toplumsal açıdan farklı ele alınması gerektiği ilk olarak 1972 yılında Ann Oakley tarafından ifade edildi. Ann Oakley’in açıkladığı gibi biyolojik açıdan kadın-erkek ayrımını yapmak için cinsiyet (seks), toplumsal rollerle bireyin doğduğu andan itibaren inşa edilen ve kadınlık-erkeklik arasındaki toplumsal eşitsizliğe gönderme yapmak içinse ‘toplumsal cinsiyet’ ifadesini kullanmak gerekir.


Toplumsal açıdan kadınlık erkeklik durumu, doğuştan gelen biyolojik özelliklerle belirlenir; kadın ve erkek cinsinden birine ait olma durumu, sosyal normlar ve rollerle inşa edilerek değiştirilemez kabul edilir. Sosyal roller, aile içinde, eğitim kurumlarında ve devletin bireyle temas içinde olduğu hemen her kurumsal yapıda oldukça net sınırlarla belirlenerek cinsiyetler arası karşıtlıklarla dayatılır. Ara durumlara sosyal alan içinde tahammül edilemez, aykırı olan yargılanır, çocuğun ilk sosyalleşmeye başladığı çevrelerde bile kabul görmez ve her türlü baskıyla savuşturulmak istenir.


Bilindiği gibi cinsel kimlik çok erken yaşlarda oluşmaya başladıktan sonra çocuğun kendi cinsine yönelik tutumuna dönüşür. Kadın erkek arasındaki farklara dayanan ve ön yargılarla pekiştirilen cinsel kimlik bilgisi cinsiyet rollerinin oluşumuyla sosyal açıdan biçimlendirilir. Öğrenmeyi temel alan yaklaşımlara göre cinsiyet rollerinin öğrenilmesi toplumsallaşma ve içselleştirme yoluyla gerçekleşir.


Örneğin bir kız çocuğu bebekleriyle evcilik oynarken ebeveynleri tarafından onaylandığını fark eder, erkek oyuncağı ile oynadığında ise olumsuz tepkiler alır ve böylece cinsiyete dayalı oyuncaklar seçmeyi öğrenir. Aynı durum erkek çocuk için de geçerlidir. Çocuktaki onaylanma isteği ve taklit etme güdüsü böylece cinsel kimlik rollerinin öğrenilmesini sağlar.

Biyolojik açıdan farklı olan bu iki cinsin toplumsal roller açısından sahip olduğu düşünülen farklılıkları toplumsal hayat inşa eder ve dayatır. Böylece cinsel varoluş değiştirilemez ve seçilemez kabul edilirken beden biyolojik determinizmin uygulama alanı haline gelir.

Yapılan araştırmalar, cinsiyet rollerinin belirlenmesinde tarihsel açıdan iş bölümü sürecinin ve aile mülkiyetine geçişin etkin olduğunu göstermektedir. Erkeğin avlanma, silahlanma gibi mülkiyeti korumaya dayalı işlerine karşılık kadına mülkiyet içi doğum, çocuk bakımı, ev içi işler kalmıştır. Bu iş bölümü süreci modern hayata yansıtılarak cinsiyete dayalı roller aile içi inanç, anlayış ve tutumlarla olduğu kadar devlet kurumları ve sosyal normlarla da pekiştirilmiştir.


Toplumsal cinsiyetin inşa edilerek devam ettirilmesini sağlayan unsurlar en basit anlamda kadın ve erkek arasında olması gerektiği düşünülen farklara dayanır. Biyolojik açıdan farklı olan bu iki cinsin toplumsal roller açısından sahip olduğu düşünülen farklılıkları toplumsal hayat inşa eder ve dayatır. Böylece cinsel varoluş değiştirilemez ve seçilemez kabul edilirken beden biyolojik determinizmin uygulama alanı haline gelir.


Üremenin kadın bedenine hapsolmuş olması modern cinsiyet rolleri açısından aşılamaz kabul edilir ve kadın erkek arasındaki farklılıklara gerekçe teşkil eder. Tam da bu nedenle 70’li yıllardan itibaren toplumsal cinsiyet paradigması, kadını anne olmaya indirgeyen anlayışı değiştirmeye çalıştı. Özellikle ikili cinsiyet sisteminin aşılabilmesi için bedenlerin eşitlenmesi anlayışını savunan feminist ütopyalarda annelik ve babalık rollerinin dönüşümlü hale getirilmesi, üremenin kadın bedenine ait bir durum olmaktan çıkarılması ve farklı biyo-teknolojik gelişmeler ışığında erkeklerin de doğum yapabilmesi, çekirdek aile anlayışının yerine kolektif yaşam tarzının getirilmesi gibi durumlar ele alınmaya başlandı.


Feminist Bir Ütopya

Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın adlı eseri feminist ütopyalar arasında en önemlilerden biri olmakla beraber modern hayatın ötekileştirdiği bireylerin yaşamına ışık tutarak keskin bir eleştiri de barındırmaktadır.


Connie sadece kadın değildir, Meksika asıllı ve yoksuldur. Böylece ona biçilen elbise içinde ne kadar çırpınsa da baştan kaybetmiştir. Tüm iyi niyetiyle yeğeni Dolly’i kötü yaşam şartlarından ve bedenini pazarlayan adamdan kurtarmaya çalışırken olaylar onun aleyhinde gelişir. Dolly, kendi saf bencilliği içinde sevgilisiyle bir olarak Connie aleyhinde tanıklık yapar ve tüm bu olanlar Connie’nin haksız yere tımarhaneye yatırılmasına neden olur. Kötü yaşam koşulları ve alkolün etkisiyle kızına şiddet uyguladığı için biricik kızı bakıcı aileye verilmiştir. Çocuğuna şiddet uygulamış bir anne olmasının yanı sıra daha önce de hastane geçmişi olduğu için kimse onun masum olduğuna inanmaz.


Roman bu noktada o yılların ‘tımarhane’lerine yönelik eleştirel bir bakış açıcısına sahiptir. Tıpkı Guguk Kuşu’nda olduğu gibi doktorlar ve hemşireler uygulanan tedavi yöntemleriyle kurumsal yaptırımları temsil eden ve normal dışı kabul edilen bireyi öğüten bir sistemin uygulayıcılarıdır. Güçlü olan sistemdir ve bireyin masumiyetinin bir önemi yoktur. Birey adına verilecek kararlar sistemin istencine uygun olmalıdır. Böylece hastaya bakışla iyileşme süreci anlayışı bambaşka boyutlar kazanır.


Romanın şimdiki zamana ait olan bölümlerinde yazar, Connie’nin hastaneden ve uygulanan pasifleştirici tedavi yöntemlerinden kurtulmaya çalışmak için verdiği mücadeleyi, geçmiş yaşantısını hatırladığı anıları da kapsayarak iç içe anlatır. Geleceğe geçiş Connie’nin özel bir alımlayıcı olduğunu ifade eden Luciente aracılığıyla olur. Geleceğe geçtiği zamanlarda Connie geçmişten gelen kadın olarak ağırlanır, dostluklar edinir, gelecekteki dostları ona oldukça sıra dışı olan yaşam tarzlarını tanıtıp kendilerini anlatırlar. Gelecek aslında pek de Connie’nin beklediği gibi değildir. Bir anlamda köy hayatı gibi gelir ona. İktidar anlayışının yerine eşitlikçi bir yaklaşımla dengeli üretimi sağlayarak özgürlükleri gözeten bu toplumsal yapı elbette günümüzle kıyaslandığında oldukça ileridir aslında. Ekolojik dengeyi sağlamak adına verilen çaba, anneliğin zorunluluktan çıkarılması, çocuk üretim evinde hayata getirilen çocukların farklı annelerinin olması, meslek ve yaşam tarzı seçiminde insanların bireysel istek ve heveslerinin gözetilmesi, gelecekteki hayatın modern hayata alternatif bir hayat olarak düşünüldüğünü hissettirir.

Her şey eşitlik ve iyi niyet maskesinin arkasında gizlenir ama acı gerçek zayıf ya da sahipsiz olanın bu çarklar arasında nasıl da yok sayıldığıdır.

Zamanın Kıyısındaki Kadın’ı bu açıdan feminist ve çevreci bir ütopya olarak değerlendirmek mümkündür. Bu noktada Marge Piercy, ataerkil sistemin bireysel hak ve özgürlükler açısından da sınıfta kaldığını, özellikle sosyal normların dışında kalan ‘öteki’lerin kolaylıkla öğütüldüğü, devletin hastane ve hapishane gibi kurumlarının dışlayıcı tavrının tesadüf olmadığını düşündürür bize. Her şey eşitlik ve iyi niyet maskesinin arkasında gizlenir ama acı gerçek zayıf ya da sahipsiz olanın bu çarklar arasında nasıl da yok sayıldığıdır.


Bilimsel çalışmalar da deneysel yöntemler de bu eleştiriden nasibini alır. Hastayı kobay olarak kullanan ve pasifleşerek kontrol edilebilir hale getiren yöntemlerin yok edici etkilerine bakılmaksızın uygulanması bilimin de sistemin bir kurumu olarak işlevselleştirilmiş olduğunu gösterir. Söz konusu ‘deli’lerin iyileştirilmesi ve zararsız hale getirilmesi olunca hak ihlalleri iyice önemsiz hale gelir.


Zamanın Kıyısındaki Kadın bize modern ataerkil sistemin öğüttüğü bireylerin yaşamından yola çıkarak başka dünyaların mümkün olabileceğini anlatan çok katmanlı bir roman. Sömürüye dayalı bir dünya değildir geleceğin dünyası ama gelecekte de savaşlar vardır. Bu yanıyla gerçekçi bir dünya yaratmıştır Piercy. İnsana dair acıların, ölümün, varoluş kaygılarının olduğu bir dünya…


Connie teslim olmayan kadını simgeler. Şimdi yaşanan haksızlıklara direnen bir kadın olarak geleceğin inşa edilmesinde oynayacağı rolü anlamış gibidir. Belki de şizofren değildir ve gerçekten çok iyi bir alımlayıcıdır.


Bugün feminist eleştiri kuramları açısından baktığımızda mevcut ataerkil erkin alternatifini yaratmış olması bakımından hâlâ kült bir roman olarak değerini koruyor, Zamanın Kıyısındaki Kadın. Zamanı aşan ışıltısıyla zihin açıcı bir etki yaratıyor.


bottom of page