top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Herkesin aşkına kimse karışamaz

“Teori ne derse desin, deneyimlendiği esnada aşk, biriciklik iddiası taşır. Herkesin aşkına kimse karışamaz. Aşk tarafından ele geçirilen kişi bu duyguyu dünyada ilk kez kendisi yaşıyormuş gibi deneyimler.” Doğuş Sarpkaya edebiyatta arzu nesneleri, toplumsal kabuller, aşkın biricikliği üzerinden ilerleyerek romantik yalanları ve romansal hakikatleri sorguluyor.

Doğuş Sarpkaya



Aşk kavramı sonsuz bir çeşitliliğe sahip. Bir taraftan iki insan arasında gerçekleşen, dolayısıyla aşağı yukarı herkesin benzer deneyimleri yaşadığı bir duygu söz konusu. Dolayısıyla basit formüllerle kelimelere dökülür gibi görünüyor. Diğer taraftan da sonsuz bir çeşitliliği ve kaosu içinde barındırıyor. Kavramın bu ele avuca sığmazlığı belli bir çerçeve belirleme çabalarını da çaresiz bırakıyor.

Aşkı basit formüllere indirgemeye çalışanlar, genellikle âşık olunanın niteliklerinden yola çıkarak bir değerlendirmeye girişirler. René Girard’ın kavramlarıyla konuşacak olursak, arzunun nesnesine doğrudan bir yönelimi vardır. Aşk birbirine yönelen iki insanın yaşadığı duygu taşkınlığından öte bir şey değildir. Arzuların harekete geçirdiği kişi, âşık olduğu kişiye adım adım çekilecektir. Âşık olan ile âşık olunan arasında dümdüz bir çizgi varmış gibi görünür. Arzu ile nesnesi arasında dolayımsız bir ilişki olduğu fikri yüzyıllar boyunca aşkı tanımlamaya çalışan edebiyatçıların yanılsaması olarak varlığını sürdürdü. René Girard, romantik yalan olarak adlandırdığı bu durumun o kadar da masum olmadığını açığa çıkarmıştı. Girard’a göre romantik yalanın bir yüzü aşkın nesnesini yüceltme eğilimdedir: Kişinin arzusunun ve aşkının nedeni maşuğun nitelikleridir. Oysa güzelliğin ideolojik bir şey olduğunun ayırdına vardığımızda, âşık olunan kişinin en azından fiziksel niteliklerinin dönemsel olarak farklılık gösterebileceğini de kabul etmek zorunda kalırız. Buna karşılık kişinin arzusunun niteliğini abartmak da bizi düz çizgiye iter. Arzunun yüceltildiği bu durumda, âşık olanın kendi arzusuna tabi olacağı, kimi zaman nesnesini bile önemsizleştirebileceği var sayılır. Yönelecek bir nesnenin yokluğunda arzu kendi nesnesini yaratacaktır.

Girard’a göre arzunun düz bir çizgide nesnesine ulaşması fikri büyük handikaplar taşır. Çünkü arzunun bağımsız bir duygu olduğu yanılsamasından doğar. Oysa arzu kimi zaman başka arzuların taklidi yoluyla, çoğu zamansa toplumsal dolayımdan geçerek ortaya çıkan bir duygudur. Yazar, arzunun ortaya çıkışında öteki’ne önemli bir rol atfeder: “Arzunun doğumunda, başka bir deyişle öznelliğin kaynağında, muzaffer bir edayla yerleşmiş ‘Öteki’ni buluruz hep. ‘Dönüşümün’ kaynağının içimizde olduğu doğrudur, ama kaynağın suyunun fışkırması için dolayımlayıcının sihirli değneğiyle kayaya dokunması gerekir.” Fakat, üçgen arzu basitçe başkasının arzusunu taklit ya da kıskanmayla ortaya çıkmaz. Kimi zaman toplumsal roller, konumlanışlar katalizör olur. Girard’a göre roman sanatının ortaya çıkmasıyla arzunun üçgen yapısı daha görünür olmuş ve romantik yalanı uzun süredir oturduğu tahttan indirmeyi başarmıştır. Romansal hakikat, arzunun farklı tezahürleri üzerindeki sır perdesini aralamak gibi zor bir görevi üstlenmeyi kabul etmiş gibidir.

Teori ne derse desin, deneyimlendiği esnada aşk, biriciklik iddiası taşır. Herkesin aşkına kimse karışamaz. Aşk tarafından ele geçirilen kişi bu duyguyu dünyada ilk kez kendisi yaşıyormuş gibi deneyimler. Durum böyle olunca dünyadaki her bir kişi için aşk tanımı da farklılık gösterecektir. Bu kadar farklı tezahürleri olan bir duygunun layıkıyla kelimelere dökülmesi ise imkânsız olacaktır. Edebiyat tarihi, bu imkânsız görevin peşine düşmüş yazarların tarihidir. Türkiye’de de yazarların romantik yalan ile romansal hakikat arasında salınışlarını sürdürdüğünü söylemek mümkün. Kimi yazarlar hâlâ kahramanlarını arzusunun nesnesine doğrudan yönelterek ya da kahramanlarının arzusunu her şeyi üstüne koyarak romantik yalanı söylemeye devam ediyorlar. Romansal hakikate sadık yazarlar ise arzunun dolayımlayıcılarının peşine düşerek, arzunun üçgen yapısını göstermeyi başarıyor.

“Teori ne derse desin, deneyimlendiği esnada aşk, biriciklik iddiası taşır. Herkesin aşkına kimse karışamaz. Aşk tarafından ele geçirilen kişi bu duyguyu dünyada ilk kez kendisi yaşıyormuş gibi deneyimler.”

Romantik Yalanlar


Romantik yalanın en çok görüldüğü eserlerin, genellikle aşk ve gençlik romanları olduğu kesin. 2010’lu yıllarda Wattpad’in ortaya çıkmasıyla genç ve hızla popüler olan bir yazar grubu ortaya çıktı. Zengin kız-fakir oğlan, iyi kız-kötü çocuk ya da tam tersi gibi ikiliklere dayanan bir sürü metin önce online ortamda ardından da iş bilir yayıncılar aracılığıyla kitaplarda kendilerine yer buldular. Bu metinlerde arzunun düz bir çizgide nasıl ilerleyebileceğini takip edebildik. Bu hikâyeler aynı zamanda bir iddia da taşıyordu: Arzusu iyi ve saf olan, her zaman nesnesini dönüştürme gücüne sahiptir. Dolayısıyla sadece nesneye değil, arzuya da özel önem atfeden bir yapıyı sürekli yeniden üretmeyi başardı bu anlatıcılar. Bu anlatılar, gündelik hayata bakışı tektipleştirip apolitikleştirdi. Wattpad yazarlarına bu kadar yer ayırmamızın sebebi, popüler kültürde romantik yalanın ne kadar tüketicisi olduğunu tespit etmek. İstisnaları saymazsak, okurun gerçeğini ya da toplumsal gerçeği yansıtma konusunda beceriksiz, edebi anlamda nitelik sorunu yaşayan ve gerçeklerin, yalanlar kadar ilgi çekici olmadığı klişesini doğrulama becerileri üst seviyede olan bu metinlerin bunca okunmasına şaşmamak elde değil.


Lakin, edebi nitelik konusunda Wattpad yazarlarını kat be kat aşan ama arzunun doğası hakkında yanılgıya düşen eserlerin varlığı daha şaşırtıcı. Mesela seneler önce “orta sınıf kadın ütopyaları” olarak adlandırdığım kitapların yazarları, özellikle arzunun kendisini yüceltmesi yoluyla romantik yalan batağına saplanmıştı. Orta sınıf ütopyacılığının romantik yalanla birleşeceği bir ortamın var olmasının da bunda etkisi büyük. 2000’li yıllara, kültür dünyamızda post-modernizmin ve yenilgi dönemlerine özgü kinizmin etkisi altına girildi. Buna ek olarak toplumda yaşanan muhafazakârlaşma da kadının varoluşuna karşı ciddi tehditler yaratmaya başladı. Bu durumda ortaya çıkacak eserlerin kinizm ve muhafazakârlıktan etkilenmesi, dahası toplumsal cinsiyet mevzuuna dair bakışta bir daralma yaşaması kaçınılmaz oldu. Bu dönemin eserleri, daha çok orta sınıf, meslek sahibi, kendi ayakları üzerinde durabilen kadınların içsel yolculuklarını konu alan kitaplardı.

Bu tarz yazının en önemli temsilcilerinden biri Meltem Arıkan. Yazarın biçim olarak post-modern, içerik olarak bireysel ilişkileri merkeze alan romanları, kadın erkek ilişkilerinde yaşanacak niteliksel değişimin, toplumsal yaşamı da etkileyebileceği fikrine dayanıyordu. Meltem Arıkan bir ütopyacıdır. Şehir içinde yarattığı arınma mekânlarıyla, kadınların kendilerini bir anda buluverdikleri kocaman konaklarıyla, dayanışma ağına bağlı oluşumlarıyla bir yok-ülke yaratır Arıkan. Kadın ile erkek arasında yaratılacak kozmik bağın, gerçek sevgiyi açığa çıkarabileceği, böylece daha iyi bir dünyada yaşayacağımız safdilliği bütün kitaplarına yayılmıştır. Arıkan’ın işinde başarılı, ekonomik özgürlüğünü kazanmış kadınları, toplumsal baskıyı hissetmezler neredeyse. Onların dertleri daha çok erkekler ile ilişkilerinde yaşadıkları kırılmalardır. Bu kırılmalar yaşamlarının temel çatışkısını oluşturur. Birbiriyle diyalog halindeki tüm kadın karakterlerin derdi egemen toplumsal cinsiyet kodlarını kırmak yerine daha çok o kodları içselleştirmektir. Kadınlardan kendilerini çeviren sınırları aşmaları beklenmez. Onun yerine içe dönüş yaşayıp arınmalı, bu arınmayla istediği erkeğe yönelmelidir. Arıkan’a göre, zaten arınmış ve kendi olabilmiş bir kadının artık daha önceki deneyimlerindeki kırılmaları yaşaması beklenemez.

“Kadın ve erkeğin egemen toplumsal cinsiyet rollerinden soyunabilmesinin mucizevi olaylara bağlanması, toplumsal ilişkilerdeki sömürü ve baskının görmezden gelinmesi, orta sınıf kadın ütopyalarının dar görüşlülüğünü gözler önüne serer.”

Bu orta sınıf ütopyacılığı, Zaten Yoksunuz romanında açık biçimde resmedilir. Başarılı bir çevirmen olan Rüya, Kaya’ya âşık olur. Rüya’nın iç dünyasında yaşadığı gerilimleri çözmek ise İstasyon adında bir mekâna gitmesiyle mümkün olacaktır. Arıkan’ın yazdıklarını, bildiğimiz aşk romanlarından ayıran nokta, orta sınıf kadınlarının toplanabileceği, arınma mekânları tahayyül etmesidir. Arıkan’a göre erkekler de kendi duygusuzlukları tarafından kilit altına alınmışlardır. İstasyon gibi mekânlar sayesinde güçlenen ve hayata hazırlanan kadınların, kendi dünyalarına hapsolmuş erkekleri kurtarmaları da kaçınılmazdır. Arıkan, kulağını tersten tutarak, hegemonik erkek söylemin hem kadınların hem de erkeklerin yaşamını baskıladığını anlamış görünür. Çözüm ise Fadime Uslu’nun deyimiyle “içerinin hâkimiyetinde iç dökümler, iç dünyadaki iç sesler”e havale edilir. Zaten Yoksunuz’un düşlerde dolanan kurgusu, bir mucizenin gerçekleşmesine odaklanmıştır. “Mucize yıldızları düşürür. Yıldız düştükten sonra ne olacağı ise sadece Kadın ve Adama bağlıdır”. Kadın ve erkeğin egemen toplumsal cinsiyet rollerinden soyunabilmesinin mucizevi olaylara bağlanması, toplumsal ilişkilerdeki sömürü ve baskının görmezden gelinmesi, orta sınıf kadın ütopyalarının dar görüşlülüğünü gözler önüne serer. Arıkan’ın popüler romanın pek çok örneğiyle paylaştığı bu dar görüşlülük arzunun yorumlanması konusunda da kendini gösterir. Aşkın kurtarıcılığının vurgulandığı romanında Arıkan, arzunun niteliğinin nesnesini dönüştürebileceğini öngörür. Yukarıda da belirtildiği gibi arzunun düz bir çizgide ilerlediği, dolayımlayıcıların etkisinin tümüyle yok sayıldığı romantik yalanın yeniden dile döküldüğü bir janrın da yaşamını sürdürmesine katkıda bulunmayı tercih eder.


Romansal Hakikat

Araba Sevdası'nın ilk baskısı

Kötü örnek, örnek değildir diyerek romansal hakikatin olanaklı olduğu eserlere de bir göz atalım. Türkiye’de romanın ortaya çıktığı Tanzimat Dönemi’nden bu yana üçgen arzu fikrini sezgisel olarak işlemiş pek çok yazar var. Mesela alafranga züppe karakterinin arzusunun, nasıl taklit bir arzu olduğunu en yoğun ve güçlü şekilde resmeden Recaizâde Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanı bu listenin ilk sırasına rahatlıkla yerleştirilebilir. Ekrem, Tanzimat döneminin kafa karışıklığının farkında olması, yaşanan kültürel şokun yarattığı fikrî bulanığı sezinlemesi ve bu durumdan ürkmesiyle diğer Tanzimat yazarlarından ayrılır. Diğer Tanzimat romanlarının aksine Araba Sevdası hem biçim ile içerik bütünlüğüyle hem de diğer romanlardaki karşıtlıkları –Doğu Batı, iyi kötü, vs- kullanmamasıyla Türk edebiyat tarihinin ilk ayrıksı eseridir. Araba Sevdası’nı, diğer Tanzimat romanlarından ayıran bir başka özelliği ise Batılılaşan Türkiye’nin içine düştüğü kültür karmaşasından İslami değerlere sarılarak kurtulunacağını vaaz eden diğer metinlerin aksine bir çıkar yol önermemesidir. Araba Sevdası, durum tespiti yapan bir romandır. Karanlık ve karamsar bir şekilde toplumun kültür hayatındaki değişimleri gerçekçi ve ironik bir dille anlatır.

“Araba Sevdası arızalı bir romandır. Çünkü Tanzimat döneminin boşluğa düşmüş ve o boşluk içinde çırpınan aydınlarına çaresizliği önerir.”

Araba Sevdası, Bihruz Bey’in Çamlıca’da gördüğü Periveş Hanım’a olan aşkını merkeze alarak alafranga züppeliği yerer. Modernleşme kültürel yozlaşma olarak gelecekse hiç gelmesin fikrinin işlendiği romanda, eğitimini Batılı eğitim tarzıyla gerçekleştiren, okuduğu ve yalan yanlış anladığı Fransızca metinlerden etkilenen, en büyük sevgisini arabasına besleyen, konuşurken yabancı kelimeler paralayan bir alafranga züppedir Bihruz karakteri; sözleri, davranışları, duyguları, tepkileriyle kendi olmamışlığını, ödünç alınmışlığını, yarım adamlığını sergiler roman boyunca. Yarım adamlığının bir sebebi de arzusunun da tümüyle taklit, öğrenilmiş ve yapay olmasıdır. Bihruz neye yönelirse yönelsin, hep kitaplarda okuduğu, başkalarından duyduğu yarım yamalak bilgilerin yönlendirmesiyle hareket eder. Onun için de hiçbir arzusu doğrudan nesnesine yönelmez. Roman boyunca Bihruz’un arzusunun nesnesine değil, dolayımlayıcılarına âşık olduğunu hissederiz. Araba Sevdası’nı güçlü bir roman yapan tam da budur. Araba Sevdası arızalı bir romandır. Çünkü Tanzimat döneminin boşluğa düşmüş ve o boşluk içinde çırpınan aydınlarına çaresizliği önerir. Batı sadece bilimi ile değil ruhuyla birlikte Osmanlı dünyasına nüfus etmiş ve Osmanlı düşüncesini dönüşü olmayan bir şekilde dönüştürmüştür. Ekrem, Mithat ve Kemal’den farklı olarak, bu durumu tam olarak kavramış, çaresizliğin, umutsuzluğun ve yenilmişliğin romanını yazmıştır.


Tanzimat sonrası dönemde de romansal hakikat konusunda tutarlı pek çok eser yazıldı. Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah ile Aşk-ı Memnu’su, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı romantik yalanın tuzaklarına düşmeden yazılmış romanlar olarak dikkat çekerler. Liste günümüze yaklaştıkça daha da kabaracaktır.


Bu noktada üçgen arzu şablonunu romanlarının merkezine yerleştiren Tahsin Yücel’den bahsetmek gerekiyor. Yücel, meselesini derinlemesine işleyebilen bunu yaparken edebi değerden ödün vermeyen nadir yazarlardan biri. Erken tarihli Vatandaş’tan, son romanı Sonuncu’ya kadar, tüm romanlarında Türkiye toplumunun iliklerine inmeye çalıştı. Vatandaş’ın illegal şairi de, Peygamber’in Son Beş Günü’nün “uslanmaz maksçı ozanı” Rahmi Sönmez de, Yalan’ın Yusuf Aksu’su da toplumun iliklerine inebilmesinin kapılarını açmıştı ona. Tabii bu kapıları açmayı toplum dışına çıkmayı yeğlemiş karakterler aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışması bir yazar başarısı olarak görülmeli.

Yücel’in temel meselesi her daim iktidar yapıları oldu. Entelektüelin sorumluluğunun farkında olan yazar farklı egemenlik biçimlerini açığa çıkarmanın yollarını aradı. Vatandaş’ta bürokrasi içinde sıkışmış küçük memur kahramanıyla toplumun hücrelerine işleyen egemenlik biçimlerini açığa çıkarmayı hedeflemişti. Peygamberin Son Beş Günü’nde ise hem değişen toplumu hem de katılaşmış devrimci düşüncenin gericileşmesini hedef alan bir tarz benimsemişti. Yalan’da ise bilim dünyasından medyaya hâkim olan niteliksizliği yerden yere vuruyordu. Kumru ile Kumru nesnelerin gözlerimizi kamaştırmasına, Gökdelen ise hem kentsel dönüşümü hem tek adam rejimini hem de ülkenin kaynaklarının peşkeş çekilmesini normalleştirilmesine tepki olarak yazılmıştı.


Yücel’in hemen her romanının ana karakterinin arzusunun dolayımlayıcısı, kimi zaman bir nesne kimi zaman bir kişi gibi gözükse de toplumsal ilişkilerin kendisidir. Arzu basitçe mimetik bir özellik göstermez. Arzuyu devindiren şey ideolojiktir. Neredeyse tüm ana karakterlerinin aşklarının doğasını belirleyen şey de toplumda işgal ettikleri yerlerle doğrudan bağlantılıdır. Tahsin Yücel romanlarının birçoğunun romansal hakikat konusunda akraba olduğu eserlerle konuşması da tesadüf değildir. “Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ının, Duhamel’in Salavin’lerinin, Camus’nün Düşüş’ünün arkasına takılma” iddiasındaki Vatandaş’ta şair olmayı başaramamış “düşük dereceli” memurun, şiirlerini umumi tuvaletlere yazmasıyla bir fenomene dönüşünü anlatır. Yalan’da ise kaybettiği ikiz kardeşinin lisede ürettiği teorileri benimsemiş ansiklopedi kurdu Yusuf Aksu’nun maceralarını okuruz. Yusuf Aksu, ansiklopedileri ve radyosuyla dış dünyadan bağımsız bir hayat kurmayı başarmıştır. Açık bir şekilde Canetti’nin Körleşme’si ve Peter Kien ile duygudaşlığı vardır. Kumru ile Kumru’da ise 20. yüzyıla düşmüş bir Madam Bovary ile karşı karşıyayızdır. Tüketim kültürünün tutsağı ya da kurbanı olmamıştır Kumru: Tüketim kültürünü tümüyle özümsediği için felakete sürüklenir. Arzusu, nesnesini hedeflemez. Arzuyu dolayımlayan şeyin peşinde sürüklenmeyi tercih eder Kumru.


Aşkın Geleceği


Romansal hakikat, aşkı toplumsal dolayımla dünyevileştirerek değersizleştiriyormuş gibi hissettirir. Fakat kazın ayağı öyle değildir. Lukacs’ın sıklıkla alıntılanan tanımıyla roman “Tanrısını kaybetmiş bir çağın epiği”dir. Modern zamanda parçalanmış toplumların, kişiliklerin, hakikatlerin bir bütün olarak görülmesi görevini üstlenir. Hiçbir zaman tam anlamıyla nihayete ulaşamayacak bu görev sayesinde, hem kişilerin duyguları üzerine derinlemesine düşünmemizi hem de toplumsal ilişkilerin sırrı üzerine kafa yormamızı sağlar. Onun için kolay çözümler, steril ortamlar, kestirme yollar, arzunun nesnesine ulaşacağı duble yollar romansal hakikatin düşmanıdır. O daha çok tali yolları, dar sokakları, engebeli arazileri sever. Aynı aşığın maşuğuna kolayca ulaştığı öykülerin, anlatılmaya değmez olması gibi; olanaksız görevlerin, Kaf Dağı’nın ardında gizli hazinelerin peşindedir.


Duygular üzerine daha derinlikli düşündükçe, kendi aşkımızın biricikliğini de sorgulama şansımız olabilir. Bunu izleyen aydınlanma da belki de aşkı tüm boyutlarıyla deneyimlememize fırsat verebilir. Arzumuzun dolayımlayıcılarının nesneler, ideolojiler, toplumsal kabuller olmasını engelleyecek bir yol bile bulabiliriz belki. Ne dersiniz?




Comments


bottom of page